tag:blogger.com,1999:blog-34711557740370067442024-03-29T06:29:08.395+03:00Güvercin Gerdanlığı"Çiçeğin açması da bir tür şiir belki - Bilmiyorum"Ahmet Koyutürkhttp://www.blogger.com/profile/08039772760742250130noreply@blogger.comBlogger8463125tag:blogger.com,1999:blog-3471155774037006744.post-28526385141151807992023-09-01T01:40:00.004+03:002023-09-03T16:12:11.185+03:00AYRILDIĞIMIZDA İKİMİZ<div>Mahzun, yarı kırık yüreklerimiz</div><div>Yıllarca uzak kalmak üzere</div><div>O gün, ayrıldığımızda ikimiz</div><div>Sessiz ve gözyaşları içinde;</div><div>Solduğunda, soğuduğunda yanağın</div><div>Öpücüklerin buz tuttuğunda</div><div>Çoktan çalmıştı saati acıların,</div><div>Kader ağını örmüştü orda.</div><div><br /></div><div>Sabahın o serin, ürperten çiyi</div><div>Alnımda donuvermişti,</div><div>O çiyler belki bu hüzünlerimin</div><div>Gözyaşlarımın işaretiydi.</div><div>Ettiğin yeminler bir bir bozuldu</div><div>Gölge düştü güvenilirliğine;</div><div>Paylaştığım yalnızca acı oldu</div><div>Senin adını işittiğimde.</div><div><br /></div><div>Adını andıkları zaman yanımda</div><div>Kara haberdir benim için,</div><div>Bir ürperti dolanır bedenimde</div><div>Niçin bu denli sevdim, niçin?</div><div>Senden söz edip duran insanlar</div><div>Tanıştığımızı bile bilmiyor</div><div>Yürek kırgın kalacak nice yıllar</div><div>Öyle derinden, anlatması zor.</div><div><br /></div><div>Gizlice buluşmuştuk seninle...</div><div>Sessiz, hüzünlenirim şimdi</div><div>Çünkü ruhun aldattı ruhumu</div><div>Yüreğin unuttu yüreğimi.</div><div>Eğer bir gün, uzun yıllardan sonra</div><div>Karşılaşırsak ikimiz yine</div><div>Nasıl bakabilirim, nasıl sana?</div><div>Sessizce ve gözyaşları içinde</div><div><br /></div><div>Lord Byron <div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEjMbfKyHK5D9tZaTlI-1Yjnw6AoJQOi-DKBhSSFJiLmwlt8XgYCPPGHODMXBG_IOpIZd9TprqRXzlgYUVZLQFR8ZOe_mK5iXCrZaUBQX6X-0RKKTL4UlqY5ldj_GaHFU7zkzR_WUvZSjeKUC6rwtILngUX2-3wOsSPWhInavOnberfFwftMY2PcDg3LaaQ" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;">
<img border="0" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEjMbfKyHK5D9tZaTlI-1Yjnw6AoJQOi-DKBhSSFJiLmwlt8XgYCPPGHODMXBG_IOpIZd9TprqRXzlgYUVZLQFR8ZOe_mK5iXCrZaUBQX6X-0RKKTL4UlqY5ldj_GaHFU7zkzR_WUvZSjeKUC6rwtILngUX2-3wOsSPWhInavOnberfFwftMY2PcDg3LaaQ" width="400" />
</a>
</div>Otuz sene olmuştur bu şiirin tam metnini arayalı. 6 Eylül 2019 sabah ezanı okunurken buldum.</div><div><br /></div><div>Doksanlı yılların başı, dostum Muzaffer ve sevgilisi -birbirlerini sevmelerine rağmen- ayrılırlarken o an yanlarındaydım.</div><div><br /></div><div>Uzun yıllardan sonra </div><div>Sana bir daha rastlarsam</div><div>Seni nasıl selamlamalıyım </div><div>Susarak mı, ağlayarak mı?</div><div><br /></div><div>Lord Byron'un bu şiirini küçük bir kağıda yazıp kadına verdim. Okudu, hüzünle gülümseyip cebine koydu. Muzaffer yıllarca o kağıtta ne yazdığını öğrenmeye çalıştı, söylemedim.</div><div><br /></div><div><br /></div><div>Emil Cioran "Aşırı ölçüde tekrarlanan kelimeler bitkin düşer ve ölürler" derken bir mezar kazıcısı olan Zulkarnain Banday'da; "Bu iş kalbimi zayıflattı. Hepsini hatırlamaya çalışıyorum… mezarları örterken toprağın sesi… kesilmiş vücutlar ve yüzler… oğullarını asla bulamayan anneler. Hafızam benim yükümlülüğüm. Hafızam benim katkım. Yoruldum, çok yoruldum..”</div><div><br /></div><div>Kırk yıldır şiir okuyor, 30 yıldır da altını çizdiklerimi bir kenara not ediyorum. Bu blogda not ettiğim e-defterimdi, o bile on yılı geçmiş. Kalbimi dinlendirmek için okumaya başladığım şiir artık yoruyor. Roman, hikâye, deneme, röportaj… Ne okursam okuyayım şiir gibi gördüğüm cümleleri seçer oldum. Yıllardır okuduklarımı not etmekten kendime ait kelimelerim yok oldu. Başkalarının cümlelerinin arkasına saklanarak hâlimi anlatmayı alışkanlık haline getirince karşımdakine meramımı anlatamaz oldum. İlk yazdığım şiirlerden biri Mevlana türbesinin girişinde görüp not aldığım Mesnevinin ilk 18 beyitiydi. Onun son mısrası ile bu mecraya veda ediyorum; "söz uzar kesmek gerektir vesselâm!". </div><div><br /></div><div>Sürç-i lisan ettikse affola!</div><div> </div><div>Ahmet Koyutürk </div><div>Şirinevler </div><div>1 Eylül 2023</div>Ahmet Koyutürkhttp://www.blogger.com/profile/08039772760742250130noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-3471155774037006744.post-25976855421596316772023-08-31T21:56:00.000+03:002023-08-31T21:56:04.318+03:00Kimse<div>Aradıkları yabancıyı, kimse, içimde buldular</div><div>yüzleştirmek için şimdi beni de arıyorlar</div><div>kimi kimden çekip alacaklar, bilmiyorum</div><div>beni kimde bulacaklar bilmiyorum: Kimdeyim</div><div>ve bende kim var ki ikimiz sanıyorlar?</div><div>Bir kez görür gibi olduğum bir rüyanın</div><div>kapısında duruyordum, sırtımda pirinç torbası</div><div>içini açık unutmuş gecede, yabancıyı o</div><div>rüyaya aldılar, pirincim hafifledi, taşı</div><div>bana bıraktılar, pirinç de gitti yabancı da!</div><div>Taşı söze çevirmeye çalıştım ve katı</div><div>şöhretini hayatın birkaç sözle hafifletmeye:</div><div>—N’olur bana taş atma, öyle ağır ki</div><div>benim taşıdıklarım, atamam bile sana!</div><div>Pirinci taşla yüzleştirdiler rüyayı gözle</div><div>benden yabancıyı çaldılar ve ondan beni,</div><div>birbirimize benzettiler bizi: İki kimsesizliğe,</div><div>ve az geleceğini bile bile aramızdaki</div><div>uzaklığa, ikiye saydılar birimizi pirinç</div><div>gibi şımarık birimizi taş yerine fazlalık</div><div><br></div><div>Atın beni içimden kimse yok artık!</div><div><br></div><div>Haydar Ergülen</div><div>-40 Şiir ve Bir/nar-</div>Ahmet Koyutürkhttp://www.blogger.com/profile/08039772760742250130noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-3471155774037006744.post-69486163098847632052023-08-28T02:29:00.001+03:002023-09-22T19:32:27.311+03:00ALTI ÇİZİLEN KİTABA DÜŞÜLEN NOTLAR<div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEiwe0ptfNHb27dkmT3DMCIb-a3zFfhc4csZj22qqTefnDpKxlPqY7qLCro1IG5Ohch0cJFAj7RirSpHvBL-_sDmsPgud8rnNNb4p2Srw04oDJgWoQRZ5a343KDm3bjCWbXI_dXPFQ-ad4_9daIA7Hrp3XU3peWNVTbesHV8LVWJbLXEoxcX5XquuYpZfqg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;">
<img border="0" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEiwe0ptfNHb27dkmT3DMCIb-a3zFfhc4csZj22qqTefnDpKxlPqY7qLCro1IG5Ohch0cJFAj7RirSpHvBL-_sDmsPgud8rnNNb4p2Srw04oDJgWoQRZ5a343KDm3bjCWbXI_dXPFQ-ad4_9daIA7Hrp3XU3peWNVTbesHV8LVWJbLXEoxcX5XquuYpZfqg" width="400">
</a>
</div><br></div><div><br></div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEgriMZIafoh8d6S7nsWcFuUWZltplfpEIDJOP-kFnVfFVYcCpVVEfho-iH8-bkJpVxZjKPlVugCaWuuhsnCaj2t2jdNGoDDdvhpJQ9wwghGMHoNoFQgBsXyF0HWe9um7uaoXWtQn3cB0r-gt5fQi3cuPiq4pebJeIzZZ6VYjvPUq91nZinXV2Ko5OyqmDQ" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;">
<img border="0" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEgriMZIafoh8d6S7nsWcFuUWZltplfpEIDJOP-kFnVfFVYcCpVVEfho-iH8-bkJpVxZjKPlVugCaWuuhsnCaj2t2jdNGoDDdvhpJQ9wwghGMHoNoFQgBsXyF0HWe9um7uaoXWtQn3cB0r-gt5fQi3cuPiq4pebJeIzZZ6VYjvPUq91nZinXV2Ko5OyqmDQ" width="400">
</a>
</div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEjqRnQyvBknvvdFDDZZfCkKQ9BkQ1NUxcXx2JPIh1_Z_iAKqme2DETc-sqsaZHF-2SCbHmlpQ1SEaWO66QwRGG3jEwWW5bgXjWAdynKvSI39m_qn83CNtWSxmKrEJ_zLODbcBSbmVc2RKHZLS6HFE2UWLrojuCHBzNG0MXXfVXmeufX9_4qbjiaK2CN4Bw" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;">
<img border="0" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEjqRnQyvBknvvdFDDZZfCkKQ9BkQ1NUxcXx2JPIh1_Z_iAKqme2DETc-sqsaZHF-2SCbHmlpQ1SEaWO66QwRGG3jEwWW5bgXjWAdynKvSI39m_qn83CNtWSxmKrEJ_zLODbcBSbmVc2RKHZLS6HFE2UWLrojuCHBzNG0MXXfVXmeufX9_4qbjiaK2CN4Bw" width="400">
</a>
</div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEgVzEQSnTn0rHmed11PiR2VOQX4uz68MeCxxQgIw68QsbndhPmR3x528cKfZtb_IhHfC_lLq8y7qQGfxU_FPXkNEbIjxXuIVs5wQUvhPpbQiXVaTYikFwpKyDESuOZDVylsxx6dB83Qg4wkoNDiZzwm7Wo_pQ_INWKSltZ8XmQkxNHMtTcW42R0Cg3CiWM" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;">
<img border="0" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEgVzEQSnTn0rHmed11PiR2VOQX4uz68MeCxxQgIw68QsbndhPmR3x528cKfZtb_IhHfC_lLq8y7qQGfxU_FPXkNEbIjxXuIVs5wQUvhPpbQiXVaTYikFwpKyDESuOZDVylsxx6dB83Qg4wkoNDiZzwm7Wo_pQ_INWKSltZ8XmQkxNHMtTcW42R0Cg3CiWM" width="400">
</a>
</div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEgYGnvVYTzSTCDkXM_b0i30iGZbO3uAN4NltiCyBHPBx8LBdXrk9KDn7mLLremu4rv_cwoxPehUH0om8Vd7TmEFq7qQU5G1KZTAwH8vLid3TXaR4WAx8NdNvMegQP6tjQW1leE_i14RE06N4IHmQFc1PG9HQv5b6Lg7PSO2WqeC3CFpRPrKcwbw-I0TRO8" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;">
<img border="0" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEgYGnvVYTzSTCDkXM_b0i30iGZbO3uAN4NltiCyBHPBx8LBdXrk9KDn7mLLremu4rv_cwoxPehUH0om8Vd7TmEFq7qQU5G1KZTAwH8vLid3TXaR4WAx8NdNvMegQP6tjQW1leE_i14RE06N4IHmQFc1PG9HQv5b6Lg7PSO2WqeC3CFpRPrKcwbw-I0TRO8" width="400">
</a>
</div>Ahmet Koyutürkhttp://www.blogger.com/profile/08039772760742250130noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-3471155774037006744.post-43053063535502265162023-08-27T02:12:00.003+03:002023-08-27T05:34:46.964+03:00Paris, Teksas ((1984) <b>Paris, Teksas: Yüzdeki Hikâye</b><div><br></div><div><b>Aralarındaki kopukluğu ve artık bir araya gelemeyeceklerini görsel olarak bildiren bir cam var aralarında.</b> O kulüpte çalışan Jane vitrinde; bir fantezi mizanseninin içinde, bir kutuya kapatılmış gibi. Müşteri kabinindeki Travis’i göremiyor, sadece sesini duyabiliyor. Filmin başında bir dilsiz olarak tanıdığımız Travis hiç susmayacakmış gibi konuşuyor, konuşuyor… Başka bir çiftin hikâyesini anlatır gibi uzun uzun anlatıyor kendi hikâyelerini. Ondan çok daha genç olan Jane’in hayatını şiddetli bir kıskançlıkla nasıl mahvettiğini, nasıl alkolik olduğunu, Jane’i kendisinden kaçacak diye nasıl resmen zincire vurduğunu… Travis’in aynalarda ne gördüğünü, neden kendisinden kaçtığını iyice anlıyoruz artık. Şimdi anlattığı o karanlık geçmiş zaman boyunca zihnindeki hangi düşüncelere, ağzından çıkan hangi sözlere şekil vermiş dilden neden uzaklaşmak istediğini. Filmin başında, o az konuşmasıyla meşhur, o sessizlikle erkekleşen kovboyların mizanseninin içinde, çölde sessiz sedasız yürürken, erkekliğinden de uzaklaşmaya çalıştığını.<div><br></div><div><b>Değişimin Sınırları</b></div><div><br></div><div>Bu uzun sahne boyunca Travis ve Jane arasında akan duyguları, <b>ağızlarından çıkan her bir sözle birlikte ilişkilerinin nasıl bir değişim geçirdiğini,</b> ikisinin kadraj içindeki pozisyonlarından, değişen ışık denklemlerinden, kimin kimi hangi anda görüp göremediği üzerine kurulu sinematografik oyunlardan takip ediyoruz. <b>Sonunda, ikisi de içini döküp birbirlerini anladıkları anda, aralarındaki camın yüzeyinde ikisi tek vücut oluyorlar</b>; kelimenin gerçek anlamıyla. <b><u>Ama bu bir mutlu son değil.</u> Tekrar bir araya gelince mutlu olacaklarına inanmıyor Travis. <u>Aradan geçen dört yılda değişmiş evet, ama o kadar değişmiş ki, değişiminin sınırlarını bilecek kadar, kendini bilecek kadar değişmiş.</u></b></div><div><br></div><div>Ayça Çiftçi<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
</div></div><div>altyazi.net<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEiTWT-ifEhyIVnY-iviLM5mMaZTgvlJgJJu8ja8itX2FDpCaU1XLsESV_2cQ2EsF-lMs7sV5sMKbb3szunicUGAtEodbtaIPacagxdBrHIydPDaOH4IOdYo1Vh7_Qc3w4lgjFHfRLsuw8eu1zo-xrJF2kZsTYOLFOfSjv5e7XYgaL74CYDPWHm59rmu6TU" imageanchor="1">
</a><img border="0" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEiTWT-ifEhyIVnY-iviLM5mMaZTgvlJgJJu8ja8itX2FDpCaU1XLsESV_2cQ2EsF-lMs7sV5sMKbb3szunicUGAtEodbtaIPacagxdBrHIydPDaOH4IOdYo1Vh7_Qc3w4lgjFHfRLsuw8eu1zo-xrJF2kZsTYOLFOfSjv5e7XYgaL74CYDPWHm59rmu6TU" width="400"></div></div><div><br></div><div><b>DOĞRUSAL OLMAYAN YOLLARDAN GEÇEN FİLM: PARIS, TEXAS</b></div><div><br></div><div><b>Bir tarafta alkolik, güvensiz ve takıntılı bir erkeğin diğer tarafta oldukça güzel, gencecik, maceracı ve deneyimsiz bir kadının hikayesi</b>nin muhteşem diyaloglarına tanıklık ediliyor. <b>Ölçüsüz sevginin ölçüsüz kıskançlıklara sebep olduğu ilişkide iki aşık, aşkın her daim yüksek ve tutkulu olabileceği yanılgısına düşüyor. </b> Daha önce Travis’in anne-babasının ilişkisinden bahsetmesi seyirciye geçmiş travmaların, sevginin doğru tanımlanmadığı karakterlere etkisini gösteriyor. Tıpkı Shakespeare’in de söylediği gibi ‘şiddetle başlayan haz, şiddetle son buluyor.’ </div><div>...</div><div>Aşkın ve kaybın bu melankolik hikayesi güçlü anlatımı ve Amerikan manzarasının renkli ışık oyunları içinde sunulmasıyla <b>kendini anlamayı, affetmeyi ve yeniden harekete geçmeyi</b> seyircilere aktararak kült filmler tarihindeki yerini alıyor. <b><u>Bazen sevdiklerimizi belki de onları sevdiğimizden daha çok incitiriz ve bu can yakıcılığı kabullenmenin güçlülüğü karşısında sevgimizin sınırsızlığının ardına saklanırız. </u></b>Her kültürde ve her coğrafyada yüceltilen aşk ölçüsüz olur mu yoksa kişiler sadece varoluşsal buhranlarını ve bütünlük arayışlarını anlık heyecanlarla aşk yanılsaması olarak mı görmektedirler? Belki bu sorunun cevabı hiçbir zaman netlik kazanamayacak ancak <b><u>iki insanın birbirlerine karışacak derecede yakınlaşması ve geri dönüşü olmayacak derecede uzaklaşmasın eşsiz bir örneği</u></b>ni veriyor Paris, Texas. Ufukta birleşen tren rayları gibi, hayatlarının bir noktasında yeniden karşılaşan aşıklar, tıpkı gerçekte tren raylarının birleşmemesi gibi yeniden bir araya gelmiyorlar. <br></div><div><br></div><div>Mina Kara</div><div>temsil.org<br><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEh___fjfx13PPvVfDiRmfZ_HhhnEG8mQuW7YQ-9jTccB4XWcwwJaiTbrM-cRvcf5YXDB-3qgZC8bteAnf3r6nwmnKpDnMlWjoL_01TI-cJFGghm9bXIhfj0uOAL0HbFxLtsYT3GWcsnEP2J8XMbO-jZRu2to-JMNMc8ObkZKGxUCJLJco1zLY43OtOBmgo" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;">
<img border="0" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEh___fjfx13PPvVfDiRmfZ_HhhnEG8mQuW7YQ-9jTccB4XWcwwJaiTbrM-cRvcf5YXDB-3qgZC8bteAnf3r6nwmnKpDnMlWjoL_01TI-cJFGghm9bXIhfj0uOAL0HbFxLtsYT3GWcsnEP2J8XMbO-jZRu2to-JMNMc8ObkZKGxUCJLJco1zLY43OtOBmgo" width="400">
</a>
</div></div></div><div><br></div><div><b>Paris, Texas (1984): Başlangıç ve Bitiş Noktasında…</b><br></div><div><br></div><div><div>Travis, Hunter ile kurduğu bağ sayesinde çoktan umudunu kestiği toplumun içinde tekrar yer bulmaya çabalar. Wenders çocuk metaforunu geleceğin inşası için tutunulacak bir dal olduğu kadar, geçmişin karanlığından gelen ve hataları simgeleyen kanlı canlı bir örnek olarak da kullanır. Travis ve Jane’in Hunter’ın varlığını kabul etme biçimlerinin farklı olmasının sebebi, toplum içinde kendilerini konumlandırdığı noktadan kaynaklanmaktadır. İkisi de yıkımdan kaynaklanan yas sürecini farklı yaşamaktadır. Travis toplumdan kaçarak, Jane ise toplumun içinde silikleşerek yaşamını sürdürür. Bunu biraz açalım: Çalıştığı seks kulübünde Jane ile müşteriler arasında, odayı tamamen kesen bir ayna bulunmaktadır. Sorgu odalarındaki gibi, müşteri Jane’i görebilmekte, talimatlar verebilmekte ancak Jane aynada kendi yansımasını görmektedir. Wenders göre Travis’in yalnızlığını ile Jane’in yalnızlığı arasında bir fark yoktur. Hatta oğluna az miktarda da olsa para gönderen, en azından duygusal bağı koruyan Jane’in, bu yas sürecinde, korkuları baki olsa bile, daha makul / cesur olduğunu söyleyebiliriz. Oysa Travis duygusal hezeyanları arkasına sinmiştir. Yas’ın sonucu olan kabullenmeden uzaktır.</div><div><br></div><div><b>Wim Wenders filmde bu cesaretsiz iki karakteri unutulmaz bir yüzleşmeye sürükler.</b> Travis Jane’in çalıştığı kulübe gider. Neden kaçtığını açıklamaya çalışır. Ancak Travis tüm bunları anlatırken dahi kaçmaktadır. Sandalyede arkası dönük oturmasının sebebi yüzleşmeden kaçınmasıdır. Oysaki Jane bulunduğu ortamdan onu göremez. Travis ve Jane duygularını dışa vurdukları bu yüzleşme bir terapi seansına dönüşmüştür. <b>Bu terapi seansından anlarız ki yalnızlık ve acı ile harmanlanıp kendine yabancılaşmış Travis ile büyük bir öz yıkım yaşayıp bezmiş Jane’in aşk paydasında buluşabilmeleri artık oldukça zordur. <u>Wenders, aşktan çok kabullenme ve yola devam etmek ile ilgilidir.</u></b></div><div><br></div><div>İnsanların nutkunun tutulduğu, kelimelerin anlamını yitirdiği anlar vardır. <b>Bu tip durumlarda genelde ne yapacaklarını bilemezler, kilitlenip öylece bakakalırlar. Bu, tam olarak şaşırmaktan da değil, daha çok kendini ifade edememe duygusundan kaynaklanır.</b> Travis’in Jane’i yıllar sonra ilk gördüğü anda konuşamamasının sebebi ile Jane’in Hunter’ı gördüğünde donup kalmasının sebebi, kendini ifade edememelerinden kaynaklanır. Ancak Hunter’ın Jane’e içtenliği sarılması, Travis ve Jane’in suretlerinin aynada birleşmesi gibi <b>Wenders’ın yaptığı basit dokunuşlar; iç içe geçmiş, çözülmesi zor bir düğüme dönüşmüş yas sürecini normalleşmeye çevirme çabalarıdır</b>. Peki, Travis neden gelecek vaat eden bu mutlu aile tablosunu bozar, en azından bir kez daha denemez? Bu izleyicinin beklentileriyle oynamak değildir. Hikayenin sonuçlandığı ana kadar <b>Travis, patolojik olarak sorunlarını aşamadığı ve yüzleşmeyi tam gerçekleştiremediği için bir fedakârlık yapmak zorunda kalır. Her şeyin farkındadır. Gerçekliğin getirdiği sahici bir umutsuzluğa saplanmıştır. Travis için yas süreci devam etmektedir, ne kendisine ne de çevresine güvenmektedir. </b>Kendisinin de ifade ettiği gibi: “Yüksekten değil, düşmekten korkmaktadır.”</div></div><div><br></div><div>Gökhan Gök</div><div>cinerutuel.com</div><div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEjANwMkZiWUPCGaVi1UnrZiQX3f8nvBfOG7BTQam5fXPx13MPhJrBBSO3YlBOjhDg2Megfj0PfmRMAb7gYXk4ZwjWDENfXYHwti5WLUxQaroPrMf404P4c9j1xed03PEJs6E6fGx4RBVTDHTU9-N7bKuNAFhCfLofJWsUhWqPKm6aGMXAlqkzNrjkpCGsE" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;">
<img border="0" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEjANwMkZiWUPCGaVi1UnrZiQX3f8nvBfOG7BTQam5fXPx13MPhJrBBSO3YlBOjhDg2Megfj0PfmRMAb7gYXk4ZwjWDENfXYHwti5WLUxQaroPrMf404P4c9j1xed03PEJs6E6fGx4RBVTDHTU9-N7bKuNAFhCfLofJWsUhWqPKm6aGMXAlqkzNrjkpCGsE" width="400">
</a>
</div><br></div><div><b>Geçmişi Tüketmek: Paris, Texas</b></div><div><br></div><div><div>Wim Wenders filmde bu cesaretsiz iki karakteri unutulmaz bir yüzleşmeye sürükler ve filmin her dakikasında karakterlerin iç mücadelesine tanıklık ederiz. Wenders’ın basit bir anlatıcıdan çok daha fazlasını amaçladığı aşikardır. Amacı, <b>imkânsız görünen bir uzlaşı ve yabancılaşıp yas sürecine dönüşmüş bir ilişkiyi yepyeni bir düzlemde ele almak ve sözlü ikrarların da yardımıyla geçmişi kapatmak</b>tır. Filmde geçmişini kabullenenin yola devam etmesi gerektiğini savunulmuştur. Geçmişe dönmenin, geleceğe adım atmak kadar acı verici olduğunu farkına varan Wenders, izleyicinin dahi bu sonucu kolay kabul etmeyeceğini bilir…</div></div><div><br></div><div>Deniz Ulu</div><div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEjWLrHQ1rTs3FkH7FRB0BokbcrlZ-xXXCOFQ9QZQ2HGH8gA1iBZ2frerxEjeudy4ei3lT2ymLcDXCyG5q7OYdjZHNQcXcypifVII_ix8NnQylssnclB_8pX6_s58IaCl8f-CC5H3OC27GRyfWz1A6xevi9ACxEzB3septysPhGw4DyFowhaSiDBfrFu6Lk" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;">
<img border="0" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEjWLrHQ1rTs3FkH7FRB0BokbcrlZ-xXXCOFQ9QZQ2HGH8gA1iBZ2frerxEjeudy4ei3lT2ymLcDXCyG5q7OYdjZHNQcXcypifVII_ix8NnQylssnclB_8pX6_s58IaCl8f-CC5H3OC27GRyfWz1A6xevi9ACxEzB3septysPhGw4DyFowhaSiDBfrFu6Lk" width="400">
</a>
</div><br></div><div><b>Der Himmel Über Berlin’den Paris-Texas’a: Kameranın Şairi Wim Wenders</b></div><div><br></div><div>Yol üçlemesinden sonra Wenders filmografisindeki bana göre en değerli iki parçadan biri olan Paris Texas (1984) yalnızlık, sevgi ve kendini arayış hakkında zamansız bir hikayedir. Film, yolunu kaybetmiş bir adamın kendi ayak izlerini takip ederek geçmişine dönüş öyküsünü anlatır. Ana kahraman Travis bir zamanlar evlidir ve küçük bir oğlu vardır. Sonra her şey ters gider, Travis karısı ve çocuğundan uzaklaşır ve akli dengesini yitirip kendini yollara vurur. Film, Travis’in ailesini tekrar bulmasını; kendisi, ayrılığı ve gecen zamanla yüzleşmesini konu alır. Akli dengesini kaybediyor dedik ama aslında Travis deli değil, kendisine yabancılaştığı için uzaklaşır. <b>Yitirmenin yarattığı kederin içinde kaybolur, neşeli evliliğinin alkol bağımlılığı ve kıskançlık krizleri yüzünden son bulması onu umutsuzluğa ve kendi kendisini cezalandırdığı amaçsızlığa sürükler.</b><br></div><div>...</div><div>Travis ve annenin yüzleşmesi ayni zamanda sinema tarihinin en büyük monologlarından birine sahne olur ve dokunaklı bir mizansende gerçekleşir. Annenin bulunmasıyla dağılmış aile portresi bir araya gelmiştir ancak Travis daha önce “deliliğinden” dolayı uzaklaştığı ailesini bu defa fedakârlık yaparak terk edecektir. Buruk bir mutluluk duygusu hakimdir filmin finaline. Anne-oğul kavuşmasını uzaktan izleyen Travis, Arzunun Kanatları’ndaki (yazının ilerleyen bölümlerinde bahsedeceğimiz) <b>koruyucu melek Damiel gibidir; sever, hisseder, önemser, empati kurar ama dokunamaz. O sansa sahip değildir. Travis’e çizilen karakter arketipinin kaderidir bu; kayıp ruhları kurtaran ve bazen onlara aşık olan ancak günün sonunda yalnızlığıyla baş başa kalan masalsı kahramandır bir yerde. Hissedebilir ama yaşamaya hakkı yoktur. </b>Manevi duygular onun dünyasında somut yaşantılara dönüşemez. İşte bu yüzden <b>Travis anne-oğul kavuşmasını sağladıktan sonra kendi yalnızlığında kaybolur. </b></div><div><br></div><div>Mustafa Sayır</div><div>bagimsizsinema.com</div><div><br></div><div><b>Samimiyet Peşinde Yorgun Bir Amerikalı</b></div><div><br></div><div>Yine filmin artılarından biri burada inşa edilen aksak dünya hayatı vurgusunun içinin çok katmanlı bir işçilikle doldurulmuş olması. Örneğin “Dünya hayatı neden aldatıcı deneyimlerle doludur?” Film bu soruyu kendisi bir yandan kurup bir yandan cevaplarken aynı zamanda sorunun tam olarak cevaplanamayacağını da ifade ediyor. Travis’in bir anlamda sıfır noktasından medeniyetin sözde en zirvesine Los Angeles’a doğru çıktığı yolculukta karşılaştığı medeniyetin güzelliklerini bir ilaç gibi sunan reklam tabelaları, otoyollar, moteller…</div><div><br></div><div>Filmin daha sonraki bölümleri içinse aile hayatı, çocuk sahibi olmak, düzenli bir işinin olması… Şiirsel olarak tasarlanmış görsellik, renklerin kurulması ve ardından yoğun bir şiddetle arzuladığımız tüm bu güzelliklerin bizdeki yaralara merhem olmak yerine onları kaşıyan hatta o yaraların oluşmasına esas sebebiyet veren unsurlar olarak kurulmuş olmaları…</div><div><br></div><div>Biz bir güzelliğe doğru gittiğimizi sanırken ortaya öyle bir sonuç çıkarıyoruz ki! Bu sözde güzelliğe doğru yaptığımız tercihlerle ortaya öyle bir medeniyet çıkarıyoruz ki! Bu öyle bir yara ki kendini doğaya vurup sonsuza kadar dolaşabilsen bile iyileşecek gibi değil.</div><div><br></div><div>Filme göre <b>Travis’in arayışı içi boş bir arayış daha doğrusu ulaşmayı hayal ettiği hedeflere yönelik hissettiği samimiyet, bir aldanma veya kendisini aldatması sonucu ortaya çıkmış çünkü orta yol aşılmış, ölçü kaybedilmiş, muvazene bozulmuş.</b> Medeniyete ihtiyaç duyuyor ama ona ölçüsüzce saldırıyor, susuzluğunun üzerine buzları yutması gibi. Tabii ki bayılarak da bunun bedelini ödüyor. <b>Aynı şey Travis’in yaşadığı ilişki için de geçerli. Kendinden oldukça genç bir kadınla evlenip onun isteklerine uyum sağlayamadığı için ailesini kaybetmek durumunda kalıyor.</b></div><div><br></div><div>Travis için gamsız denilemez aslında fakat öyle veya böyle çocuğunu bir şekilde yüz üstü bırakmış. Çocuk amcasına baba, yengesine de anne demek zorunda kalmış. Travis’in geri döndüğünde çözmesi gereken problemlerin başında dört senedir görmediği oğlu Hunter ile olan ilişkisi geliyor. Travis, Hunter’a yaklaşmaya çalışsa da onun gönlünü kazanamıyor.</div><div><br></div><div>Mustafa Furkan Özren </div><div>guncesinema.com</div><div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEi8BwrSYon5dsobYmQRQOEGBzU3feinQLpIqE_6FGAYRzOBhacnPO0e7H-NgrEx_fnocMe_4K6hFzbwg3-ce3l69KIiBLAArDdDupHvGIy9ap_mwj-zKth_hGtwgmKu24gWbIL0IPo6rfGdoKnzvWIvjhDGZ3-qVfd0j7_cb_gHXAHGO6pJzXrKc7UViho" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;">
<img border="0" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEi8BwrSYon5dsobYmQRQOEGBzU3feinQLpIqE_6FGAYRzOBhacnPO0e7H-NgrEx_fnocMe_4K6hFzbwg3-ce3l69KIiBLAArDdDupHvGIy9ap_mwj-zKth_hGtwgmKu24gWbIL0IPo6rfGdoKnzvWIvjhDGZ3-qVfd0j7_cb_gHXAHGO6pJzXrKc7UViho" width="400">
</a>
</div></div><div>“<b>Filmler birileri onları izleyince var olurlar.”</b></div><div><br></div><div>Pina, Paris Texas, Buena Vista Social Club… Daha saymaya gerek var mı? Ulu Wim Wenders’la yaptığımız bu söyleşide, dönemin politik yapısına, gençlere ve tabii ki sinemaya dair karizmatik ve alabildiğine bilge bir yaratıcının sözleri var. Dikkatli okursanız, tüm bu sözleri filmlerindeki sahnelerden hatırlayacaksınız.</div><div><br></div><div>Kötü bir fıkranın ilk cümlesi gibi gelebilir kulağa ama gerçek: Bir İsrailli, bir Brezilyalı, bir İngiliz ve ne idüğü biraz belirsiz bir Türkiyeli (ben), Zürih’in en lüks otellerinden birinde oturmuş Wim Wenders için röportaj sıramızı bekliyorduk. Wenders, 14. Zürih Film Festivali’nin onur konuklarındandı. İsrailli ve Brezilyalı gazeteciler dünyadaki film festivallerinin gediklisi oldukları için Wenders ile neredeyse ahbaplardı – ya da en azından bana öyle anlattılar. Wenders bütün gazetecilere normalden uzun zaman ayırmak istediği ve kalabalık grup röportajları istemediği için bekleyişimiz daha süreceğe benziyordu. Haliyle kaynaşmak kaçınılmazdı. Brezilyalı beş senedir Los Angeles’da yaşıyormuş. İsrailli gazeteci ise bir dönem sık sık İstanbul’a geliyormuş çünkü Türkiyeli bir erkek arkadaşı varmış. Ancak ailesi çocuğun bir erkekle ilişkisi olduğunu öğrenince, çocuğu zorla amca kızıyla evlendirmiş ve o zamandan beri hiç haber almamış çocuktan. İsrailli hikâyeyi üstünden seneler geçmiş olmasının verdiği rahatsız bir rahatlıkla anlatsa da masaya koskoca bir burukluk çöktü hikâyesi bittiğinde. Sonra da o burukluğu bozmak için olsa gerek, gülerek “İstanbul çok değişmiş diyorlar, doğru mu?” dedi.</div><div><br></div><div>Öyle yanlış bir yerden girmişti ki konuya, Wenders aramıza katılsa bir şişe de rakımız olsa o masadan ne filmler çıkardı! Ancak ne rakı vardı ortalıkta ne de Wenders’la röportaj sıramın geldiğini belirten bir hareket. Her yabancıyla aynı konuları konuşmanın verdiği sıkkınlıkla “Eh değişti, her yer değişiyor, Brezilya’daki seçimler ne oldu?” diyerek ben de pası Brezilyalı’ya attım ama nafile bir çabaydı, ne yaparsam yapalım politikaya dalmıştık bile. Yeni gelinlerin altın gününde kaynanalarını çekiştirmelerinden hallice, devlet başkanlarımızı çekiştirirken nihayet kapı açıldı; “Heja, Wim seni bekliyor,” dedi çok tatlı bir basın danışmanı.</div><div><br></div><div>Kalktığım masadaki ruh hali üstüme yapışmış olacak ki röportajımız da bu konularla başlayıp bu konularla bitti…</div><div><br></div><div>ÖNCE DETAYLAR…</div><div><br></div><div>Siyah çerçeveli gözlüğünün camları o kadar kalın ki gözleri dev iki balık gözü gibi görünüyor 1945 doğumlu Wenders’ın. Bu da ona daha ulvi bir hava katıyor bence. Zaten ne yaparsa yapsın karizmatik olmaktan kaçamaz gibi. Yaşlı ve iri ellerindeki gümüş yüzükleri, eskimiş hatta eskilikten incelmiş gibi duran ceketinin temizliği ve kırışıksızlığı saçlarının muntazam taranmış duruşuyla çok uyumlu. Sorulara öyle hemen cevap vermiyor, iyice dinliyor ve düşünüyor. Hatta bu boşluklar yüzünden tedirgin olup biraz fazla laf kalabalığı yaptığımı söyleyebilirim. <b>Şimdi bu röportajı çözerken bir kez daha düşünüyorum ama hâlâ karar veremiyorum: Sesinde ve kelimelere yaptığı vurgularda umutsuzluk mu var yoksa yaşını başını almış, artık kendini kanıtlamaya ihtiyacı olmayan bir yaratıcının huzuru mu?</b> Belki de ikisi birden vardır.</div><div><br></div><div><i>Diğer gazetecilerle dünyanın durumunu konuşuyorduk. İsrail, Brezilya, Türkiye, İngiltere… Sizce neler oluyor hepimize böyle?</i></div><div><br></div><div>Ne mi oluyor? <b>İnsanların geçmişe, tarihe dair hiçbir fikirleri yok. Herkes geçmişin çok iyi olduğunu anlatıyor. Ulusalcılığın da çok iyi bir şey olduğunu söylüyorlar</b>. Her şeyden önce Brezilya, önce Amerika, önce İtalya, önce İsrail, önce Türkiye… <b>Herkes aynı tezgâhta. Ama kimse geçmişte bu durumun yani ulusalcılığın insanlığı nerelere sürüklediğini anlatmıyor. İnsanların tarihe dair bir fikirlerinin olmaması gerçek bir felaket bence.</b></div><div><br></div><div><i>Az önce Brezilyalı gazeteci, Brezilya’daki Alman konsolosluğunun “Nazizm nedir” konulu bir video gösterimi yaptığını çünkü insanların Nazizmi solcu bir görüş sandığını anlattı. Sosyalizm diyerek ortaya çıkmış Nazizm ama orada kalmamış ki… Yani tam da dediğiniz gibi… Tarih bilgisinin yetersizliği…</i></div><div><br></div><div>Evet, bu çok acı. <b>Sadece tarihi öğrenerek hataları görebilir ve bu hataları tekrarlamaktan kaçabilirsiniz</b>. Ama insanlar aynı hataları tekrarlamaya yeminli gibiler.</div><div><br></div><div><i>Peki tüm bunların, dünyayı saran faşizmin uzun vadede sanatı, sinemayı, müziği nasıl etkileyeceğini düşünüyorsunuz? Kriz zamanlarının genelde sanatsal anlamda güzel meyveleri olur ama bu kez sanki korku ve depresyon hâkimiyeti çok fazla.</i></div><div><br></div><div>Karanlık dönemlerde sinemanın her zaman çok önemli bir işlevi olmuştur. Hatta belki de <b>filmler bu yüzden yapılır; bizi içinde olduğumuz delikten çıkarmak için!</b> Hepimiz o duyguyu biliriz; sinemadan, bir filmden çıkarsın ve dünyayı yeni bir çift gözle görmeye başlarsın. O nedenle dünyanın en feci felaketlerinin bir kısmından aşırı iyi filmler çıktı. <b>Ama şu anda sinema bize yardım edemez.</b> Yine de aslında Amerika’da oldukça başarılı politik filmler yapılıyor. Türkiye’yi bilmiyorum. Türkiye sinemasında yakın zamanda neler olduğunu pek bilmiyorum. İşinizin daha zor olduğunu tahmin ediyorum. Türkiye’deki sinemacıların seslerini daha çok duyurması gerekli. Gerçi bunları yazabilir misin, onu bile bilmiyorum…</div><div><br></div><div><i>Eski filmlerinizi onardınız, dijitalleştirdiniz. Bunu yaparken “keşke farklı yapsaydım” dediğiniz oldu mu?</i></div><div><br></div><div><b>Hepimiz her zaman geçmiş işlerimizin bazısı için bunu söylemiyor muyuz? </b>Benim durumum biraz farklı çünkü o filmler artık bana ait değil. Bir vakıf kurdum biliyorsun. Vakıf temel olarak halka ait bir kurumdur. Yani filmlerim de halka ait. O nedenle onlar hakkında konuşmak benim vazifem değil artık. Bu da iyi hissettiriyor çünkü bu filmlerin hepsi insanlar için, halk için yapıldı. <b>Belli bir yaşa geldim ve bunu şimdi net görebiliyorum: Filmler bir kişi onları yaptığı ve sahip olduğu için var olmazlar. Bir DVD’de ya da ekranda bulununca da var olmazlar. Filmler sadece birileri onları izleyince, kullanınca var olurlar.</b></div><div><br></div><div>KUTSAL İNEK: EKONOMİ</div><div><br></div><div><i>Son filminiz Pope çok tartışıldı. Hatta bazı sahnelerinin değişeceği söyleniyordu…</i></div><div><br></div><div>Hayır, asla! Tek sahnesine bile dokunmam. Mümkün olduğunca çok yerde gösterilmesini istiyorum çünkü bu film sadece Hristiyanlar ya da Katolikler için değil. Herkes için. Üstelik Papa’nın en yakın arkadaşı, Beunes Aires’de bir haham. Yani kim bu filmin sadece tek bir dinin mensuplarına göre olduğunu söyleyebilir ki?</div><div><br></div><div><i>Aslında filmden ziyade Papa’nın kendisi çok eleştirildiği için film de bu kadar tartışıldı sanırım…</i></div><div><br></div><div>Papa’nın sözleri cımbızlanarak yanlış yansıtıldı. Hem de fena şekilde. Kendi kilisesindeki sağcı ve mutaassıp kesim tarafından çok acımasızca eleştirildi. Ama Papa kilisede şeffaf bir politikanın olması için savaş veriyor. Tüketim toplumunun alışkanlıklarına ve liberalizme karşı duruyor. Bunlara karşı çok temel birtakım etik değerleri savunuyor. Fransız Devrimi sırasında bu değerler oldukça iyi bir şekilde belirtilmiş ve kurulmuşlardı. Özgürlük, bağımsızlık, eşitlik gibi temel değerler bunlar. Oldukça cesur bir şekilde savaş veriyor. Tabii ki bu savaşı Tanrı inancıyla veriyor; kardeşliği, birliği ve eşitliği savunuyor. <b>Politikacılar birliği unutmuş durumdalar. Hangi dinden ya da ülkeden olurlarsa olsunlar birlik ve eşitlik karşıtı düşünceleri savunuyorlar</b>. Bütün ülke liderlerine karşın sadece ve sadece Papa çıkıp birlik olmaktan bahsediyor. <b>İsviçre’de, İngiltere’de, Amerika’da, Fransa’da, Brezilya’da, Rusya’da aklına gelen her yerde “kutsal inek” ekonomik büyüme. Tüm politikacılar tüketimin ve ekonomik büyümenin artmasının faydalarını anlatıyor. Sadece Papa çıkıp açık açık “Büyümeyi değil; dünyada daha fazla insanın dünyanın zenginliklerinden faydalanmasını geliştirelim” diyor</b>. Çünkü dünyanın zenginliklerinden faydalanamayan milyonlarca insan var. Bu kadar açık konuştuğu ve haklı olduğu için de çok fazla düşmanı var.</div><div><br></div><div><i>Bu konuda aslında oldukça sağlam açıklamaları var ama zaten bilinip göz ardı edilen şeyler değil mi hepsi?</i></div><div><br></div><div>Evet. Dünyanın gidişatından, küresel ısınma ve tüketim alışkanlıklarımızın zararlarından en çok fakir insanların etkilendiğini bilimsel olarak da kanıtladı. Her şeyden önce bu dünyayı kendi ellerimizle katlediyoruz bu bir ve ikincisi de bu katliamdan en çok en fakir olanlar zarar görüyor. Bunu bağıra bağıra söyleyen başka kimse de olmadı.</div><div><br></div><div><i>Belki de California’daki yangınlarda yaşandığı gibi zenginler de küresel ısınmanın ve diğer durumların sonuçlarından zarar görmeye başlayınca uyanacaktır insanlar.</i></div><div><br></div><div>Evet o yangınlarda bir kere de olsa zenginler de acı çekti ama sonunda hepimiz, her birimiz acı çekeceğiz. <b>Bu gidişatın sonuçları hepimizi etkileyecek, payımıza düşeni alacağız, acıyı paylaşacağız. Oysa insanlar paylaşmayı unuttu.</b></div><div><br></div><div><i>Öte yandan günümüz gençleri geçmiş jenerasyonların hepsinden daha fazla bilinçli ve farkındalık sahibi. Ellerini taşın altına koyan, koymaya hazır bireyler. Bu size umut vermiyor mu?</i></div><div><br></div><div>İnanılmaz gençler görüyorum. Ekoloji için, eşitlik için savaşan bilinçli gençler hatta çocuklar var. Koca bir jenerasyonun kadınların hakları için mücadele ettiğini görüyorum. Gelmiş geçmiş en büyük hareketlerden biri bu. Yaşı daha büyük kadınlar tarafından da destekleniyor ama gençler öncü oldu. Tüm bu hareketler bana çok umut veriyor. Daha 10-12 yaşında olup gerçekten bilinçli olan çocuklara güveniyorum.</div><div><br></div><div><i>Bu çocuklar sizin yeni izleyicileriniz aslında. Onları diğer nesillerden farklı kılan bir başka şey de her konuda acımasızca yorum yapabilmeleri, ellerindeki telefonlarla film çekebilmeleri ve her konuda kritik yapma hakkını kendilerinde görmeleri… İzleyicideki bu değişim sizi ve sinemayı nasıl etkiliyor?</i></div><div><br></div><div><b><u>Sosyal medyanın en harika yönü bilgiye ulaşmayı kolaylaştırması. O kadar da harika olmayan yönü ise insanları izole etmesi, birbirinden uzaklaştırması</u></b>. Çoğu insan artık birçok şeyi birebir tecrübe etmektense ekranda izlemeyi tercih ediyor… <b>Ben yakınlıktan, insanlarla bir arada olmaktan yanayım.</b></div><div><br></div><div><i>Bu yüzden mi Twitter ya da Facebook kullanmıyorsunuz?</i></div><div><br></div><div>Neden kullanayım? <b>Ben film yapıyorum. İnsanlara dokunmayı seviyorum. Yakınlığı seviyorum. Gözünün içine bakmayı tercih ediyorum</b>. Filmler sinemada insanları bir araya getiriyor. Festivaller de bu yüzden güzel.</div><div><br></div><div><div>Wim Wenders<br></div><div>2018</div><div>Röportaj: Heja Bozyel<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEgAMoDbYL2xV5ZDMAfZ4_uibpkNTT1zf3UozRuKRkKwP66pm8wAkfbtosNu-PLo7CX2QTMsY0U_4BMCMCbycd1q6kTyeNytSEYAiCVySKwgFZgeV9qtfp-KpxChlKWkCN1VYkHwpquw_IU6tLfzR69xBH1aZDEB1em8te8kFDT2z85CoRsvZ2N1vhVFcPI" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;">
<img border="0" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEgAMoDbYL2xV5ZDMAfZ4_uibpkNTT1zf3UozRuKRkKwP66pm8wAkfbtosNu-PLo7CX2QTMsY0U_4BMCMCbycd1q6kTyeNytSEYAiCVySKwgFZgeV9qtfp-KpxChlKWkCN1VYkHwpquw_IU6tLfzR69xBH1aZDEB1em8te8kFDT2z85CoRsvZ2N1vhVFcPI" width="400">
</a>
</div></div></div>Ahmet Koyutürkhttp://www.blogger.com/profile/08039772760742250130noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-3471155774037006744.post-18417484927470689162023-08-26T18:49:00.005+03:002023-09-01T01:39:57.422+03:00DUYULAN GÜLÜMSEYİŞİ YAPRAKLARINDuyulan gülümseyişi yaprakların,<div>Yalnızca bir esintisin sen.</div><div>Ben seni seyrediyorsam, sen de beni,</div><div>Kimdir ilk gülümseyecek olan?</div><div>Gülüyor şimdi ilk gülümseyen.</div><div><br></div><div>Gülüyor ve hemen bakıyor</div><div>Baktığı belli olmasın diye</div><div>Aralarından rüzgârın estiğini</div><div>Hissettiğiniz yere. Bir rüzgâr</div><div>Bütün bunlar, bir gizlenme.</div><div><br></div><div>Ama o bakış, o uzun uzun bakış</div><div>Bakmadığın yere, geri geldi;</div><div>Ve biz durmuş konuşuyoruz</div><div>Hiç konuşulmamış olanı.</div><div>Bu bir son mu yoksa bir başlangıç mı?</div><div><br></div><div>Fernando Pessoa</div><div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><br></div></div>Ahmet Koyutürkhttp://www.blogger.com/profile/08039772760742250130noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-3471155774037006744.post-24143435086174695452023-08-25T15:03:00.006+03:002023-08-25T17:19:02.716+03:00Dervişin Teselli Koleksiyonu 2 / Klasik Metinlerle İyileşme<div><br></div><div><i>Mevlana’da beni diriltecek satırlar, beni düştüğüm kuyudan çıkaracak yaklaşımlar var olduğu gibi, Arabi’nin Füsus’unda da bunlar mevcuttur. Ama bu demek değildir ki Sokrates’te, Platon’da, Hegel’de, Kant’ta, Spinoza’da böyle yaklaşımlar yoktur. Hayır, elbette var, hem de çok etkili olarak vardırlar. Mürekkeplerini damarlarından akan kan gibi yürekten kullanmış olanlara ne demeli? Dostoyevski’de, Cibran’da, Rilke’de, Tanpınar’da, Geothe’de kararmış ruh halimizi aydınlatacak öyle bölümler vardır ki, oralara geldiğimizde kendimizi bir evliyanın divanının satırları arasındaymış gibi hissederiz. Bir acısı olan her insanın, ki herkesin mutlaka bir acısı vardır, tasavvufun ve felsefenin derinliklerinden uzanan bu ellere ihtiyaç duyacağı muhakkaktır.</i></div><div><i><br></i></div><div><i>Keder evrenseldir. Filozofların tesellilerinin evliyaların tesellileri kadar etkili olduklarını gördüm. Seneca’nın söyledikleri, Muhyiddin Arabi’nin keder konusunda söylediklerinden eksik kalır bir yanı yok. Kant ve Hegel neredeyse Mevlana kadar ustalaşmaya başlıyor konu insan ve onun hüzünleri olunca… </i></div><div><br></div><div><br></div><div><b>Batı’nın Tesellisi</b></div><div><br></div><div>"<b>Cor ne edito"-"Yüreğini yeme!" Biraz sert söylemek gerekirse içini dökecek arkadaşı olmayan kişi, kendi yüreğini kemiren bir yamyamdır.</b></div><div>...</div><div>Dostluk, sevinçleri iki katına çıkarırken kederleri yarıya indirir. Sevincini dostuyla paylaştığında daha mutlu olmayacak, kederini paylaştığında da acısı yarıya inmeyecek kimse yoktur. (Bacon)</div><div><br></div><div>***</div><div><br></div><div><b>Kaderinden kaçmak için yolunu değitiren / Çoğu zaman kaçtığı yerde karşılaşır kaderiyle.</b></div><div>...</div><div><u>Ne kadar büyük de olsa keder, / Zaman kuşunun kanatlarına binip gider. / Aynı kuş getirir yeniden / Sevinçli ve mutlu günleri </u></div><div>...</div><div><b>İnsan teselliyi başta kendine vermeli. / Derdinizi sizden daha iyi kim anlar? </b></div><div>...</div><div>Tehlikeden kaçamıyorsan onun karşısında cesaretle durmayı bilmelisin. </div><div>...</div><div><b>Zorda kalanın kafası iyi işler. </b>(La Fontaine)</div><div><br></div><div>***</div><div><br></div><div>Mutluluğun er geç geleceğine bütün kalbiyle inanırdı ki aslında bu, mutluluğun ta kendisiydi.</div><div>...</div><div><b>Bir dertten kurtulunca kendimize yeni bir dert aradığımız da olur. </b>(Austen)</div><div><br></div><div>***</div><div><br></div><div>Aşırı keder güldürür, aşırı neşe ağlatır. (Blake)</div><div><br></div><div>***</div><div><br></div><div><b><u>Böyle sürekli mutsuzluktan söz açıp durman, korkarım ki bir gün seni gerçekten mutsuzluğa uğratacak.</u></b></div><div>..</div><div>Kederi erken tanıdım, sürgünle tanışarak... Iftiraların ve içi kin dolu cahillerin hedefi de oldum. Fakat yine de yüreğimi özgürlük ümidiyle ve sabırla güçlendirdim. Mutlu günleri beklerken dostlarımın mutlulukları tatlı bir teselli oldu bana... (Puşkin)</div><div><br></div><div>***</div><div><br></div><div><b>Şu işe bak, zindandan o kadar ürken ben, şimdi oradayım ve bir an bile kedere boğulduğumu hatırlamıyorum! Demek ki bir işin korkusu, kendisinden yüz kat betermiş. </b></div><div>...</div><div>İki uç nokta -duygusallığın gereğinden azlığı veya fazlalığı-, insanı olaylara gerçekçi yaklaşma yeteneğinden yoksun bırakır. </div><div>...</div><div><b>Ne suçluyor ne de onaylıyorum, yalnızca gözlemliyorum.</b> (Stendhal)</div><div><br></div><div>***</div><div><br></div><div>Duygularımız ne kadar da değişken, büyük acılar çekerken bile yaşama sevgi ile nasıl da sarılıyoruz!</div><div>...</div><div><b>Mutluluk ya da felakete böyle incecik bağlarla bağlıyız</b>. (Shelley)</div><div><br></div><div>***</div><div><br></div><div>Geçmişte ele geçen ve az çok bir haz yahut mutluluk vaat eden firsatları değerlendirememekten ötürü üzülüp pişman olmak, bir insan için ne büyük budalalıktır! Şimdi onlardan geriye elimizde ne kalacaktı? Bir hatıranın gölgesi sadece.</div><div>...</div><div><b>Münzevi halde geçirdiğimiz bir dönemin håletiruhiyemiz üzerinde böylesine olumlu etkilerinin olması büyük oranda, bu şekilde yaşamanın başka insanların gözünden uzak kalmaya, böylelikle onların olası yorumlarını dikkate almamaya dayanır. </b>(Schopenhauer’)</div><div><br></div><div>***</div><div><br></div><div>Sadece dar görüşlü kişiler bir duygudan kurtulabilmek için senelerce bekler. Kendi kendine söz geçirebilen bir kişi nasıl kolayca bir zevk icat edebiliyorsa acılarını da aynı kolaylıkla dindirebilir. Duygularımın elinde oyuncak olmak istemiyorum. Duygularımı ben kullanmak istiyorum, onların tadını çıkarmak ve ayrıca onlara hükmetmek!</div><div>...</div><div><b>Bu dünyada iki trajedi vardır. Birisi insanın istediğini elde edememesi ve diğeri de onu elde etmesidir. Sonuncusu daha beterdir</b>. (Wilde)</div><div><br></div><div>***</div><div><br></div><div>İşin doğrusu kalbimiz, bizim de acı çekmeye başladığımız noktaya gelinceye kadar başkalarının yaşadığı musibetleri umursamaz. Hemen her zaman bizi de etkilemeye başlayana kadar ötekilerin acılarına duyarsız kalırız.</div><div>...</div><div><b>Altın, bakır, kurşun, çelik fitratta insanlar vardır... Her in- sanın kendi limitleri vardır. Bu metallerin her birinden farkl makineler yapılabilir. Fakat zayıf olanlardan güçlü olanlarla eşit verim almayı bekleyemezsin. Demir madeni eğiterek altın hâline getirilemez</b>. (Twain)</div><div><br></div><div>***</div><div><br></div><div>Hüzün verme özelliği, nesnelerin ve hadiselerin içinde bu lunmaz. O, bize ait düşüncelerin ürünüdür.</div><div>...</div><div><b><u>Biz ilerledikçe uzaklaşan bir hedefi umutsuzca takip etmenin hiçbir anlamı yoktur. </u></b></div><div>...</div><div>Kederlerin pek çoğu ile sadece onları kabullenerek başa çıkılabilir. (Durkheim)</div><div><br></div><div>***</div><div><br></div><div><b>Anlamaya çalışmamak, tahlil etmemek... Kendini doğayı görür gibi görmek; duygularını bir manzarayı seyreder gibi seyretmek... Bilgelik denilen şey olsa olsa budur.</b></div><div>....</div><div>Dünya, onu sürekli düşünelim diye değil, ona bakalım ve onunla uyum içinde olalım diye yaratılmıştır.</div><div>...</div><div><b>Yoksullar da bende merhamet uyandırıyor zenginler de... Ama zenginler daha fazla. Çünkü onlar daha mutsuz. Yoksul biri, yoksulluktan kurtulursa mutluluğa ereceğini düşünebilir. Mutsuz bir zengin ise mutlu olmanın herhangi bir yolu kalmadığını düşünür.</b></div><div>...</div><div><u>Talih de insana benzer. Eğer bize yaptıklarından pek de etkilenmediğimizi gösterebilirsek işte bizi o zaman rahat bırakır</u>. (Pessoa)</div><div><br></div><div>***</div><div><br></div><div><b>Kişi, zevk esnasında kendini, varlığını unutur, bir başkası olur, âdeta bir yabancı... Ve insan ancak acıyla içine döner, kendine gelir, kendi olur.</b> (Unamuno)</div><div><br></div><div>***</div><div><br></div><div>Zorlukları fark ettiğimde korku ve kızgınlık, yerini adım adım merhamet ve hoşgörüye bıraktı ve sonraki bir iki yıl içinde merhamet ve hoşgörü de gitti ve yerine hepsinden daha büyük bir kurtuluş olan, "şeyleri kendi doğasında düşünme özgürlüğü geldi.</div><div>...</div><div><b>Boş ver, iyidir yaşamak, her şeye rağmen dayanılabilir yaşamaya... Pazartesiyi salı izler, sonra da çarşamba olur. Bilincin gelişir, kimliğin güçlenir; acılar, olgunlaşma içinde eritilir. Nasıl da hızlı akar ırmak, ocaktan aralığa doğru! </b></div><div>...</div><div>Her şeye rağmen sıcaktı güneş. Her şeye rağmen üstesinden geliyordu insan. Hayat, bir şekilde, günleri birbiri ardına eklemenin bir yolunu buluyordu, her şeye rağmen. </div><div>...</div><div><b>Mutluluk sessiz, sıradan şeylerdedir. Bir masa, bir sandalye, sayfaları arasına kağıt bıçağı sıkıştırılmış bir kitap. Ve gülden düşen taç yaprağı ve biz sessizce otururken titreyen ışık... </b>(Woolf)</div><div><br></div><div>***</div><div><br></div><div>Aziz dostum, bi kez düştün mü kalkmak için vakit kaybetmeyeceksin. </div><div>...</div><div><b>Kaderimize yazılmış pek çok hazin hatıra vardır ki bunlara sürekli kafa yormaya başlarsak yaşayanlar arasındaki işlerimizi sürdürebilmemiz için gereken gücü bulamayız.</b></div><div>...</div><div><u>Ölüler, dirilerden daha çok çiçek alır çünkü pişmanlık, minnettarlıktan daha güçlü bir duygudur</u>. Zaman, geri döndürülemez. Suyu tutmaya çalışmak gibi bir şey. (Joyce)</div><div><br></div><div>***</div><div><br></div><div><b>Geçmişe dönüp baktığın zaman, sana yaşarken tahammül edilmezmiş gibi gelen dönemleri beğeniyorsun en çok. </b></div><div>...</div><div>İnsan, felaketi serinkanlılıkla karşılamalı, onun üzerinde tefekkür etmeli ve ondan bir yarar çıkarmalı.</div><div>...</div><div><b><u>İnsan, artık peşinden koşmadığı ve istemediği dönemler elde eder bazı şeyleri.</u></b> (Pavese)</div><div><br></div><div>***</div><div><br></div><div><u>İnsan, kendi mutluluğuna engel olmak yolunda oldukça becerikli bir varlıktır</u>. (Gide)</div><div><br></div><div>***</div><div><br></div><div><b>Nerede olursan ol, kendi iç dünyanı sığınırsın.</b></div><div>...</div><div>Öyle bir zaman gelir ki acı, kendiliğinden duyulmaz olur.</div><div>...</div><div><b>İyi ya da kötü şeyler sona erdiklerinde geride bir boşluk bırakırlar. Sona eren kötü bir şeyse o boşluk kendiliğinden kapanır ama yok iyi bir şeyse boşluğu kapatmak için ondan daha esaslı bir şey bulman gerekir.</b></div><div>....</div><div>Her şey için bir bedel ödersin. Ben, sevdiğim şeylere kavuşabilmemin karşılığını ödemişimdir, onun için günlerin iyi geçer. Bazen istediğin şeylerin iç yüzünü öğrenerek baze tecrübe edinerek bazen işin sonucuna boş vererek bazen iş içine girerek ya da parayla ödersin bu bedeli. Hayatın tadını çıkarmak, ödediğin bedelin karşılığını çıkarabilmek ve çık dığını sezebilmektir. (Hemingway)</div><div><br></div><div>***</div><div><br></div><div><b>Ben, onsuz da yaparım... Ben, daha nice şeylerden yoksun oImayı öğrenmişim</b>. (Faulkner)</div><div><br></div><div>***</div><div><br></div><div>İnsan kapana kısılmışsa ve kurtulma ihtimali yoksa kapanın içini dekore etmeye girişir. </div><div>...</div><div><b>İnsanların çoğu ne istediğini bilmez, istediklerini nasıl elde edeceğini bilmez, istedikleri eline geçtiği zaman da bunun farkında olmaz. (</b>Steinbeck)</div><div><br></div><div>***</div><div><br></div><div>İnsanların pek azı, sonuna varmadan yolun onları nereye görüreceğini görebilir. (Tolkien)</div><div><br></div><div>***</div><div><br></div><div><b>En çözülmez düğüm, kıvrılarak ilerleyen bir ipten başka bir şey değildir. Beceriksiz parmaklar kan içinde kalırken bunu gözler çözüverir.</b> (Nabokov)</div><div><br></div><div>***</div><div><br></div><div>Bana inanmayacaklar ama bunun sinemada film seyretmekten farkı yok, orada da öykü önünden akıp geçer ve sen onu o şekilde kabul etmek zorunda kalırsın. Eğer beğenmiyorsan çıkıp gidersin ve bilmen gerekir ki kimse paranı iade etmeyecektir. </div><div>...</div><div><b>Tıpkı Faust'un geçip giden zaman için yazdığı dilekçesinde olduğu gibi, eğer vakti geldiğinde masaya konan boş bir bardak misali bırakıp gidebilirsen her şeyin bir anlamı var demektir.</b></div><div>...</div><div>Denebilir ki mutluluk, insanın yalnızca kendisine aittir, tek kişiliktir. Oysa mutsuzluk, bir parça herkese aittir.</div><div>...</div><div><b>Eğer düşersen seni yeniden kaldırırım. / Eğer kaldıramazsam yanına uzanırım</b>... (Cortázar)</div><div><br></div><div>***</div><div><br></div><div><u>Bazı sorunlar, üzerine bol bol konuştukça daha kötüye gidebilir, yerinde söylenmiş isabetli birkaç söz ise onları kolayca çözebilir. </u></div><div>...</div><div><b>Geleceğin sorunlarını geleceğin kendisi çözecektir. </b></div><div>...</div><div>Ağlama yeteneğimizin olması, bizim için nimettir; gözyaşları, bizi çoğu kez huzura kavuşturur, ağlayamadığımız bazı durumlarda ölecek gibi oluruz. (Saramago)</div><div><br></div><div>***</div><div><br></div><div><b>Her ne olacaksa zaten olması gerekiyor demektir. Tıpkı takvimde önceden bildirilmiş şeyler gibi.</b></div><div>...</div><div><u>Yüreğin hafızasının kötü anıları sildiğini, iyi olanları büyüttüğünü, geçmişe katlanmayı bu hamle sayesinde başardığımızı bilmeyecek kadar gençti daha.</u></div><div>...</div><div><b><u>Bir insanın en büyük hatası, başkalarına haddinden fazla değer vermek değil, kendine hak ettiğinden daha düşük bir değer vermektir.</u></b></div><div>...</div><div>İnsanın yaşadığı değildir hayat, anlatmak üzere nevi, nasıl hatırladığıdır.</div><div>...</div><div><b>Düşünceler kimsenin malı değildir. Tıpkı melekler gibi yukarılarda bir yerlerde uçuşur dururlar.</b> (Marguez)</div><div><br></div><div>***</div><div><br></div><div>İnsan bazı sorunları, çözümsüz olduklarını ortaya koyarak çözmek zorunda kalır. </div><div>...</div><div><b>Oyuncu olmak için yaratılmadığımı anlayınca zeki bir seyirci olmaya karar verdim.</b></div><div>...</div><div>Kaybedenler, -kendini iyi yetiştirmiş kişiler gibi- kazananlara nispetle çok daha geniş bir bilgi ağına sahiptirler. Kazanmak için tek bir şey bilmen, her şeyi bilmekle zaman yitirmemen gerekir. Derin bilginin hazzı, kaybedenlere özgüdür. (Eco)</div><div><br></div><div>***</div><div><br></div><div><b>Eğer yeryüzünde hiç yara almamış birileri bulunsaydı onların mutluluğu da tatmadan yaşadıkları söylenebilirdi.</b></div><div>...</div><div>Geçmiş, mahkûmu olmadığımız bir şey. Geçmişe istediğimizi yapabiliriz. Yapamayacağımız, geçmişin şimdideki neticelerini değiştirmektir. (Berger)</div><div><br></div><div>***</div><div><br></div><div><b>Geçmişi sürekli kurcalamak doğru değildir. Farkında olmadan ona bunca zaman harcamış olmamız yeter de artar. </b>(Kundera)</div><div><br></div><div>***</div><div><br></div><div>Kaçınılmaz kederler vardır, bu böyledir, onlara karşı elden bir sey gelmez. </div><div>...</div><div><b>Sana düşmanlık eden birileri yok mu? Nasıl olmaz? Yoksa sen hiçbir zaman doğruyu söylemedin mi? Hiçbir zaman hakkı tercih etmedin mi?</b></div><div>...</div><div><u>Kelimelerin sessizlikten daha etkili olamadığı durumlarda en iyi yol, susmaktır</u>. (Galeano)</div><div><br></div><div>***</div><div><br></div><div><b>Kimi zamanlar, sahibi olmadığımız bir yaşamın yasını tuttuğumuzu düşünüyorum. </b>(Yalom)</div><div><br></div><div>***</div><div><br></div><div><u>Önüne geçilmesi mümkün olmayan bir şey ha bir gün evvel olmuş ha bir gün sonra, ne fark eder ki?</u> (Hamsun)</div><div><br></div><div>***</div><div><br></div><div><b>Şimdi, şimdiki "ben", geçmişteki "ben"i yargılıyor. Şimdiki "ben den sonra bir başka "ben" oluşacak ve benim dünkünü yargıladığım gibi o da bugünkünü yargılayacak. Peki, ya kim bana merhamet gösterecek, ben kendime merhamet göstermezken? (</b>Papini)</div><div><br></div><div>***</div><div><br></div><div>Unutmaktan korkmayın.</div><div>...</div><div><b>Bir konu üzerinde konuşmaya başlarsanız takip etmeniz gereken yolu daha rahat görürsünüz. Siz konuşurken zihniniz çözüm için gerekli hazırlıkları yapar. Konuşmak, şu ya da bu şekilde pek çok şeyi çözüme kavuşturur.</b> (Christie)</div><div><br></div><div>Mecit Ömür Öztürk </div><div>Dervişin Teselli Koleksiyonu 2</div><div>hayy kitap<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEiAlhGsyGiqXAhEe4JyRJBxrMXwWe4Ekh7CKCYp6n4DNKgpeD-fuLm_dAZILcyWV1dwl3UYSZOpPhacxuNHBzEYSYtMKjZKjceAEi8rg_Kei4PzQsoqQ6h_KT4Ueh1mEkkcksPqPRhehdeNaBuxI6Qw0aZ4fbfJ0opzP2W-eRajojYDIROXPwv-OLftRyg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;">
<img border="0" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEiAlhGsyGiqXAhEe4JyRJBxrMXwWe4Ekh7CKCYp6n4DNKgpeD-fuLm_dAZILcyWV1dwl3UYSZOpPhacxuNHBzEYSYtMKjZKjceAEi8rg_Kei4PzQsoqQ6h_KT4Ueh1mEkkcksPqPRhehdeNaBuxI6Qw0aZ4fbfJ0opzP2W-eRajojYDIROXPwv-OLftRyg" width="400">
</a>
</div></div><div><br></div><div><div><span ;=""><b>Ben hayatımda düştüğüm neredeyse her sıkıntıdan kitapların el uzatmasıyla çıkabilmiş biriyim. Öncelikle kendime, sonra da başkalarına el uzatabileceğini düşündüğüm bir çalışma ortaya koymaya çalıştım.</b></span><span ;=""> Bir kısmı tozlu raflarda kalmış kadim kitaplardan, günümüz insanının sorunlarına bazı çözümler bulmaya gayret ettim.</span>
<br><br><span ;=""><b>Âlimlerden de filozoflardan da, yaralanmış insan zihnini ve kalbini onaran yaklaşımlar yakalamaya çalıştım. Kitabı okuyanların, o yeniden başlama duygusunu, hayatı yeniden inşa etme heyecanını kazanmış olmalarını amaçlamıştım. </b></span><span ;="">Bilgi veren kitaplar vardır, huzur veren kitaplar vardır. Bu, ikinci kategoride bir çalışmaydı.</span>
<br><br><span ;=""><b>İnsanların hiç olmadığı kadar sıkıntılı bir yaşam sürdüğü bir dünyada yaşıyoruz. Dünyanın her yerinde daha çok ümitsizlik, daha çok bunalım, daha çok depresyon var. İnsanlar kederlerini, acılarını neyle dindirecekler? </b></span><span ;="">Alkol, uyuşturucu veya zararlı bağımlılıklar acıları bastırmakta yoğun olarak kullanılıyor. İnsanların ruh dünyaları açısından zararsız bir ağrı kesiciye ihtiyaç duydukları muhakkak. </span><span ;=""><u><b>Bugün ister edebi alanda, ister sanatın diğer dallarında olsun insanın kalbindeki ağır yükleri hafifletecek eserlere ihtiyaç var. İnsana ümit vermeye, onu ayakta tutmaya çalışan eserler üretmek zorundayız. </b></u></span><span ;="">İnsanın en azından kitap okumakla dindirilebileceği kederleri de vardır ve bunlar bence pek çoktur.</span>
<br><br><span ;="">Teselli ve ümit odaklı kitap çalışmalarında gözden kaçırılmaması gereken şey, gerçekliktir. </span><span ;=""><b>Maksat, düşünceler yoluyla insanı uyuşturmak değil, onu uyandırmak olmalıdır. Çünkü acı karşısında kendini uykuya bırakan zihin eninde sonunda uyanacak ve acı gerçeğin daha büyümüş bir haliyle yüzleşecektir. İnsanı gerçeklerden kısa bir süre uzaklaştıran ama ardından daha sert bir yüzleşmeyle karşı karşıya bırakan bir afyon gibi olmamalıdır bu eserler. </b></span><span ;="">Çekilen acıya bir başka pencereden bakabilmeyi içermelidir ve kalıcı bir rahatlama hissini beraberinde getirmeyi başarmalıdır. Dervişin Teselli Koleksiyonu doksan dokuz bölüm halinde aynı acıya doksan dokuz açıdan bakabilme antrenmanıydı aslında. O kadar fazla açıdan bakınca da, insan teselli de olmuş oluyor muhakkak. Ama bununla birlikte bir onarımın da hedeflendiğini söylemek gerekir.</span>
<br><br><span ;="">Acıların anlamını tahlil ederken, öncelikle insanın ve acıların yaratıcısına danışmak elbette en isabetli olanıdır. Oradan yaptığımız çıkarımların gerek doğulu gerek batılı düşünürlerce yapılan çıkarımlara tevafuk etmesi, onlarla benzer çizgide uyum içerisinde olması, insanın bu tahlillere daha da sıkı sarılmasıyla sonuçlanabiliyor. Maksadım bir yandan da keyifli bir okuma deneyimi sunabilmekti. Rilke’yle Harakani Hazretlerini aynı cümlenin içinde buluşturmak, edebi bakımdan yazarken bana, okurken de okurlarıma ayrı bir edebi bir tat sunmuştur diye ümit ediyorum.</span>
<br><br><span ;="">Batı’yı ve Doğu’yu neden aynı zeminde buluşturmaya çalıştığıma gelince, Mevlana’da beni diriltecek satırlar, beni düştüğüm kuyudan çıkaracak yaklaşımlar var olduğu gibi, Arabi’nin Füsus’unda da bunlar mevcuttur. Ama bu demek değildir ki Sokrates’te, Platon’da, Hegel’de, Kant’ta, Spinoza’da böyle yaklaşımlar yoktur. Hayır, elbette var, hem de çok etkili olarak vardırlar. </span><span ;=""><b>Mürekkeplerini damarlarından akan kan gibi yürekten kullanmış olanlara ne demeli? Dostoyevski’de, Cibran’da, Rilke’de, Tanpınar’da, Geothe’de kararmış ruh halimizi aydınlatacak öyle bölümler vardır ki, oralara geldiğimizde kendimizi bir evliyanın divanının satırları arasındaymış gibi hissederiz</b></span><span ;="">. Bir acısı olan her insanın, ki herkesin mutlaka bir acısı vardır, tasavvufun ve felsefenin derinliklerinden uzanan bu ellere ihtiyaç duyacağı muhakkaktır.</span>
<br><br><span ;=""><b>Keder evrenseldir. Filozofların tesellilerinin evliyaların tesellileri kadar etkili olduklarını gördüm. Seneca’nın söyledikleri, Muhyiddin Arabi’nin keder konusunda söylediklerinden eksik kalır bir yanı yok. Kant ve Hegel neredeyse Mevlana kadar ustalaşmaya başlıyor konu insan ve onun hüzünleri olunca… </b></span><span ;="">Nietzsche diyor ki “Dünyaya zaman sona ermiş gibi bakın, bükülmüş olan her şey size düz görünecektir.” Ben bu cümleyi bir konferansta yanlışlıkla Muhyiddin Arabi’nin sözü diye aktarsam, karşımdakiler Arabi uzmanı değillerse, kimsenin beni uyaracağını, bu söz Arabi’nin sözüne benzemiyor, diyeceğini sanmıyorum.</span>
<br><br><span ;=""><b>Acılar karşısında üç yaklaşım olduğunu düşünüyorum. Birincisi onları yok etmeye çalışmak, ikincisi onları bir şey yapamadan seyretmek yani sabır ve tahammül etmeye çalışmak, üçüncüsü de onlardan faydalanmaya çalışmak… Sağlıklı olan yaklaşımın üçüncüsü olduğunu düşünüyorum.</b></span><span ;=""> Istıraplara, acaba bundan nasıl faydalanabilirim, </span><span ;=""><b>bunu altında ezildiğim bir yük değil de üzerine bastığım bir basamak olarak nasıl kullanabilirim diye derin tefekkür etmek gerekir. Başımıza gelen hadiseler, bizi sarsmak için değil, güçlendirmek ve geliştirmek için gelir.</b></span><span ;=""> Ama bu onlara biraz da o gözle bakmakla ortaya çıkan bir gerçektir. Alıcı gözle bakmak… </span>
<br><br><span ;=""><b>Koleksiyonda hoşunuza giden de olur, gitmeyen de… Kitabın içerisindeki doksan dokuz bölümden okurları çok etkileyen bazı bölümler olabileceği gibi bazı insanların halet-i ruhiyeleri gereği pek ilgisini çekmeyen bölümler de olabilir. Veya aynı teselli bugün etki göstermez ama yarın etkiler…</b></span><br>
<!--/data/user/0/com.samsung.android.app.notes/files/clipdata/clipdata_bodytext_230825_151245_431.sdocx--></div></div><div><span ;=""><b><br></b></span></div><div><span ;=""><b>Mecit Ömür Öztürk </b>röportajlarından</span></div>Ahmet Koyutürkhttp://www.blogger.com/profile/08039772760742250130noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-3471155774037006744.post-19822056618802895092023-08-24T22:28:00.006+03:002023-08-24T23:52:56.236+03:00MECİT ÖMÜR ÖZTÜRK İLE RÖPORTAJLAR<div><b>Güçlü İmanla Her Türlü Korku Yenilir</b><br></div><div><br></div><div>Kitaplarıyla okurunu insanın iç dünyasına doğru bir yolculuğa çıkaran Mecit Ömür Öztürk’le konuştuk. Çok okunan ve sevilen kitaplarının hem hikayesini anlattı. Öztürk Korkma Hep Varsın kitabında da ele aldığı ölüm korkusuyla başa çıkmanın yolunu şöyle açıklıyor: “Fakat bunlardan daha önemlisi, genel anlamda kişinin imanının kuvvetlendirilmesidir. İman, ölüm ötesinin varlığını da içine alan çok geniş bir meseledir ve imanın güçlendirilmesi karşısında sadece ölüm korkusu değil, yaşamdaki fazladan her türlü korku ve endişeden kurtulmak mümkün olabilir. Kuvvetli bir iman, bağışıklık sistemi güçlü bir beden gibi, hastalıkların tedavisi ile uğraşmaz, daha hastalanmadan işin önünü almış olur. “</div><div><br></div><div>Yeni Şafak / Pazar Eki</div><div>Kasım 2021</div><div><br></div><div><i>– Dervişin Teselli Koleksiyonu, Haletiruhiye, Yaşamın Gizli İşaretleri ve son çıkan kitabınız Korkma Hep Varsın… Çok sevilen çok okunan kitapların yazarısınız. Kendi yazma serüveninizi nasıl tanımlıyorsunuz?</i></div><div><br></div><div>Yazma konusunu kendim için bir mükellefiyet gibi görüyorum. Bir ödev gibi… Okuduğum ve kendi ruhuma ilaç gibi gelen klasik eserlerin, özellikle maneviyatla ilgili olanlarının günümüze yansıtılmasıyla ilgili bir ödev…</div><div><br></div><div>Yaşam ilerliyor ama insan ilerlemiyor, bilakis ruh haliyle daha da çöküntüye doğru gidiyor. <b>Bilim ve teknoloji ileriye doğru giderken insanın ruh halinin sürekli gerilere, olumsuza doğru gitmesi karşısında çözümler aramak gerekiyor. Bu çözümlerden biri de “eskiler ne diyordu, benzer durumlarda ne yapıyordu, böyle konulara nasıl yaklaşıyordu, bu zorlukları nasıl aşıyordu?” sorusunun yanıtlanmasında yatıyor. Bana da -ruhumdan geldiğini hissettiğim bir yönlendirmeyle- kadim düşüncelerin, klasik kitapların dünyası içerisinde bir kazı yapma işinde çalışmak nasip oldu</b>. Ödevimi severek yapıyorum ve bunu yaparken manevi olarak bir tatmin de yaşadığım için yazmaya, çalışmaya devam edebiliyorum. Bu yolda öncelikle kendimi iyileştirmeye çalıştığıma inandığım için hayat boyu araştırmaya ve yazmaya devam etmeye niyetliyim. Fakat yine de bu bir nasip işidir…</div><div><br></div><div><i>– Korkma Hep Varsın zamanlama açısından çok ilginç bir dönemde çıktı. Pandemi nedeniyle çokça kayıp yaşandı, ölüm gerçeğiyle yüzleşme, ölüm korkusu duyma daha kolektif bir düzlemde yaşandı. En baştan soralım. İnsan ölümden neden korkar?</i></div><div><br></div><div>Ölümle ilgili korkunun temel üç tane kaynağı olduğunu düşünüyorum. Biri, ölümle yokluk meselesini eşitlemedir. Yani ölümle birlikte yok olmaktan korkmaktır. İkincisi, ölüm sonrasında yaşamın devam ettiğine inanmakla birlikte bunun kötü veya karışık bir devam olacağı yönündeki düşüncedir. Üçüncüsü de ecelin takdir edilmiş özel ve belirli bir tarihi olduğunu bilmemekten veya buna tam ikna olamamaktan kaynaklanan endişelerdir. Böyle bir insana göre ölümün zamanı belirsiz olduğuna göre, insan her an ölebilme duygusunun yükünü hep sırtında taşımak zorunda kalır.</div><div><br></div><div><b>Ölüm korkusunu yenmenin yolu, ölümü ve ölüm sonrası hayatı doğru tanımaktan geçer. Bu tanıma sadece kitaplardan olmamalı elbette. Fırsat buldukça kabir ziyaretleri yapılabilir. Bir yakını vefat eden kişinin defin işlemlerinde biraz daha aktif rol alması düşünülebilir</b>. Ölüm gerçeğini tam kavramış insanlarla birlikte zaman geçirilebilir. Ölümle ilgili bazı kitaplar okunabilir. Ölüme yaklaşmış, dahası ölüm döşeğindeki insanlarla sıcak ilişkiler kurulabilir. Vefat etmiş yakınlarımıza dualar ve manevi hediyeler göndererek hem onları hem de ölümü hatırlamak gibi pratikler düşünülebilir.</div><div><br></div><div>Fakat bunlardan daha önemlisi, genel anlamda kişinin imanının kuvvetlendirilmesidir. <b>İman, ölüm ötesinin varlığını da içine alan çok geniş bir meseledir ve imanın güçlendirilmesi karşısında sadece ölüm korkusu değil, <u>yaşamdaki fazladan her türlü korku ve endişeden kurtulmak </u>mümkün olabilir.</b> Kuvvetli bir iman, bağışıklık sistemi güçlü bir beden gibi, hastalıkların tedavisi ile uğraşmaz, daha hastalanmadan işin önünü almış olur.</div><div><br></div><div><i>– Kitabınız bu korkuya sağlam bir teselli sunuyor. Yaradan zayi etmez diyorsunuz. Bir elma çekirdeğini dahi zayi etmeyen Yaradan insan gibi bunca karmaşık, özel bir varlığı niye zayi etsin? Neden etmez? Kısaca sizden dinleyelim.</i></div><div><br></div><div>Evrende abeslik de yoktur israf da… Sinek kanadından galaksilere kadar durum böyledir. Bu kadar hassas ve iktisatlı bir yaratımda basit bir parça bile yok edilmez, bilakis bir başka süreçte değerli bir malzeme olarak kullanılır. Kâinatta yok etme yoktur, var etme vardır, en basit nesnelerin bile en değerli şeylere çevrilmesi vardır ve bu tecelli her yerdedir. Bunun herhangi bir istisnası yoktur.</div><div><br></div><div><i>– İnsan bedeninde gereksiz, faydasız, anlamsız, abes bir organ, bir damar, bir hücre bile yokken insanın tamamı ve topyekûn bütün insanlık nasıl abes ve anlamsız yere dünyada yaşıyor olabilir?</i></div><div><br></div><div>Tohum ve çekirdek gibi küçük, basit ve zayıf malzemelere koca ağaçlar, binlerce çeşit meyveler takan bir tecelliden, ağacın etrafındaki çamuru bile israf etmeyip onu binlerce meyveye çeviren ilahi sistemden bahsediyoruz. Bu sahneler karşısında insanı israf olacağını, yok olup gideceğini, yeni bir yaşam versiyonuna geçmeden zayi olacağını düşünmek akıl dışıdır.</div><div><br></div><div>İnsanı hiçbir varlığa nasip etmediği ayrıcalıklarla donatan yaratıcı, bunun ardından onu faydasız, amaçsız, maksatsız, neticesiz, hikmetsiz bir şekilde ölüme – yok oluşa emanet etmez.</div><div><br></div><div><b>İnsanın anne karnına kıyasla çok daha geniş imkanları olan bu dünyaya çıkarıldıktan sonra, tekrar dar bir mekâna, anne karnından bile kısıtlı bir yere, toprağa girip çürümeye terk edilmesi, ilahi hikmet ve iktisat bakımından izah edilebilir bir döngü değildir. İnsanın şaşaalı hikayesi böyle bir ölümle sona ermez. </b>İnsan denilen bu seçkin varlığın sonu ayak altında ezilen un ufak olmuş kemikler olamaz.</div><div><br></div><div>Bir zamanlar yoktuk, şimdiyse varız. İnsan önce hiçbir şeydi, sonra birçok şey oldu. Varlığımızı sıfırlayan ağır bir neticeye maruz bırakılmamızı gerektirecek hiçbir tutarlı neden gösterilemez. İnsanın yeniden “hiçbir şey” olacağını öne sürmek akla yatkın bir açıklama değildir. Korkma Hep Varsın kitabında bazı bölümlerde “insan ölümle ya yok olup giderse, ya yeniden diriltilmezse, ya ona ebediyet verilmezse” gibi hayali ve farazi kurgular üzerinde de birçok kez fikir gezdirmeye çalıştım. Ahireti olmayan bir yaşamın nasıl bir anlamsızlık ve daha ötesi nasıl gereksiz bir yük olduğunu görmek için bu farazi sorgulamaların fevkalade önemli olduğunu düşünüyorum.</div><div><br></div><div><b>ÖLÜMÜ HATIRLAMAK</b></div><div><br></div><div><i>– Çağımız ölümü sürgüne göndermiş gibi adeta. Ölüm yokmuş hatta yarın yokmuş gibi yaşıyoruz. Ölüm korkusu duyan birine pratik anlamda neler önerebilirsiniz?</i></div><div><br></div><div>Hz. Ömer bu konuda birini vazifelendirmiş, kendisine ölüm gerçeğini hatırlatması için. Sakalında beyazlar çıkınca bu kişiye “artık sana gerek kalmadı.” demiş. <b>Bedenimizdeki değişikliklere, yıpranmalara bakarak da ölüm hatırlanır. Ama ölüm, yaşam enerjimizi tüketecek şekilde değil, bilakis onu da tetikleyecek şekilde hatırlanmalıdır</b>. 1874 yılında İstanbul’u ziyaret eden İtalyan seyyah <b>Edmondo de Amicis, Eyüp mezarlığını şöyle anlatıyordu: “Ölüm tasvirini güzelleştiren ve korkmadan seyrettiren Müslüman sanatı.”</b></div><div><br></div><div>Ölümün sürgüne gönderildiği doğrudur. <b>Eskiden mezarlıklar mahallelerin ortalarında, hatta evlerin bahçelerindeydi. Semtlerin içerisinden geçerken mutlaka bir kabristana rastlanırdı. Ama şu anda mezarlıklar kentlerin dışında, gözden uzak sapa yerlerde, ölümü hatırlatmaktan ziyade unutturmakla görevliymiş gibi yüksek duvarların arkasında. <u>Vefatlar hastanelerde olalıberi, yakınlarımızın vefat anlarını da sağlık görevlilerinden başkası göremez oldu.</u></b></div><div><br></div><div>Ölüm böylesine uzağa gidince sistem boş kalır mı? Elbette kalmaz. Ölümün çağrıştırıcıları olan, yardımcıları olan, tabiri caizse asistanları olan hastalıklar her yeri sarıyor. Dünyanın tamamını birden kaplıyor. <b><u>İnsan unutur fakat kader hatırlatır.</u></b> Ölüm hep yaşamın büyük afişi olarak kalmaya devam eder.</div><div><br></div><div><b>ÖLÜM YOK OLUŞ DEĞİLDİR</b></div><div><br></div><div><i>– Yanında birinin vefatına şahitlik eden kişide bir hal oluşur. Tuhaf bir hafifleme. İçsel olarak biliyor muyuz acaba yok olmayacağımızı?</i></div><div><br></div><div>Vefat eden yakınlarımızla ilgili -bazı durumlar hariç- acının git gide azalmasını, bir süre sonra insanın hayatında normal seyrinde devam edebilmesini genelde insanoğlunun vefasızlığına, unutuş kapasitesine verseler de, işin bir başka tarafında sizin de bahsettiğiniz içsel bilgi konusu vardır. Yok olmadı, sıfırlanmadı, bitmedi, tükenmedi, o hep var ve var olmaya devam edecek sezgisi sayesindedir. İnsanlar doğuştan gelen böyle bir içsel bilgiye sahip olmasalardı, bir yakını kaybeden birinin yaşayan bir ölü olarak hayata devam etmek zorunda kalmasından başka bir seçenek kalmazdı.</div><div><br></div><div><i>– Kitaplarınızın en ilginç yanı Doğu ve Batı edebiyatından, felsefesinden bir sentez yapmanız. Bütün kitaplarınızın ardında sağlam bir okuma yolculuğu hissediliyor. Okumak sizin için nasıl bir anlam taşıyor?</i></div><div><br></div><div><b>Okumayı ruhi ve manevi ihtiyaçlarımı gidermek üzere bir etkinlik olarak görüyorum. <u>Psikolojik bakımdan bir onarım gibi bakıyorum okumaya.</u></b> <b>İnsan ruhunun hayli yaralanmış olduğu bir zaman diliminin insanlarından biri olarak, okumak dahil diğer bütün etkinliklerde öncelikli maksat olarak sadra şifa bulmaya, eksik ve noksanlarımı tamir etmeye, kalp ve ruha uygun besinler temin etmeye niyetlenerek okuyorum. </b>Neleri, kimleri okuyacağım konusunda bu amacımın etkileri oluyor. Okumak etkinliğine bir terapi gibi yaklaşmak belki fazla pragmatist bir tavır olarak görülebilir, nitelikli okur kimliğinin özelliklerinden uzak da görülebilir. Ancak neticede <b>hastalanmış bir ruhun, yaralanmış bir kalbin, planlarını öncelikle şifa elde etmek üzere şekillendirmesi </b>de gayet doğal karşılanmalıdır diye düşünüyorum.</div><div><br></div><div>Dünyadaki görevimizi doğru tespit etmek lazım</div><div><br></div><div><i>– Tasavvuf geleneği hakkında neler söylersiniz? Tasavvuf çıkışlı kitaplar günümüzde çok okunuyor. Bunu neyle açıklıyorsunuz?</i></div><div><br></div><div>İnsan hayatındaki zorlukların aniden ve yoğun bir şekilde artışa geçtiği bir döneme geldik. <b>İnsanların yaşadığı ruhi ve psikolojik bunalımlara kalıcı çözümler getireceğini umduğumuz yapılanmalardan biri modern psikolojiydi.</b> Fakat modern psikolojinin ilerleme tarzına baktığımızda biyolojik yaklaşımın ön plana çıkmaya başladığını görüyoruz.</div><div><br></div><div><b>İnsanın dünyadaki konumunu ve görevini doğru tespit edemeyen, onun mana aleminden koparak gurbete düşmüş, ney gibi inleyen bir varlık olduğunu, onun en büyük ve en temel ihtiyacının Rabbi ile buluşmak olduğunu göz ardı eden, insana yalnızca biyolojik bir beden gözüyle yaklaşan bir tutumun insan acılarına doğru reçeteler bulamadığını yaşayarak öğreniş olduk.</b></div><div><br></div><div>İnsanın bu ruhi, manevi ve psikolojik tıkanıklıktan çıkamayışı sonucunda doğal bir şekilde <b>tasavvuf okumaları</b>na yönelmiş olması kuvvetle muhtemeldir. <b>Ancak bir sorun daha var ki, bu döneme uygun nitelikli tasavvufi eserler kitapçıların raflarında yerini alamadı. İnsanların bu dönemdeki sıkıntılarına bir nebze manevi bir dokunuş yapabilecek şekilde nitelikli eserler üretilemedi.</b> Bu durum da tasavvuf deyince insanları kitaplardan çok sosyal medyaya yönlendirdi. Ortaya bir sosyal medya tasavvufu çıktı. Orada da iyi şeyler olduğuna şüphe yok ama <b><u>bir kitapla baş başa kalmak etken olmak demektir.</u></b> Bir video seyretmekse edilgen olmaktır. <b>Manevi iyileşme konusunda sosyal medyanın kitap okumanın yerini dolduramadığını da gördük. Tasavvuf sahasında iyi bir kitap, etkili bir video izlemekten daha iyi bir terapidir. </b>Ama <b><u>manevi meseleleri kavramış ve özümsemiş bir insanla yan yana gelmek, göz göze olmak, onunla kısa da olsa birlikte vakit geçirmek, kitaplardan daha etkilidir.</u></b> Tasavvuf neticede bir okuma etkinliği değil, bir hâl elde etme meselesidir. Hâlin aktarımı da sohbetle olmuştur. <b><u>İnsanoğlunun şimdilerde en büyük yarası az kitap okuması değil, doğru ve hayırlı insanlarla yan yana gelemediği bir dönemden geçiyor olmasıdır.</u></b></div><div><br></div><div>Mecit Ömür Öztürk</div><div><br></div><div>&&&&&</div><div><br></div><div><b>Hakikati Felsefeye Emanet Edemeyiz</b></div><div><br></div><div>Mecit Ömür Öztürk insanın iç dünyasına, maneviyatına dönük kitapların yazarı bir felsefe öğretmeni. Kendisiyle çok okunan ve sevilen kitabının hikayesi, z kuşağı ve felsefe üzerine kısa bir röportaj gerçekleştirdik.</div><div><br></div><div>Mehmet Ali Başaran- Yeni Pencere Dergisi</div><div>Mayıs 2021</div><div><br></div><div><i>Dervişin Teselli Koleksiyonu’nu eline alan biri, kitabın geniş bir alanda yoğun bir okuma faaliyetinin mahsulü olduğunu hemen fark edecektir. Okumak sizin için ne anlam ifade ediyor? Nasıl bir okursunuz?</i></div><div><br></div><div><b>Kendimde ihtiyaç olduğunu düşündüğüm, eksikliğini hissettiğim şeyleri okurum. <u>Bir sorunumu çözmek, bir konudaki tıkanma noktalarımı açmak için okurum</u>. </b>Sadece okumuş olmak için okumak istemem. Çok şey okumuş olmak için de okumak istemem. Çok okuma meselesini büyük bir hedef olduğunu da düşünmüyorum. Yaşamımı değiştirmeye yarayan bir okuma tarzı, sayfa sayısı bakımından az bile olsa bana daha değerli geliyor. <b>Fakat tek bir kitabı elime alıp sonuna kadar da götüremiyorum. Masamda dört beş kitap birden oluyor ve birinden yeterince bir şey aldığımı hissedince diğerine geçerek aynı anda dört beş kitabı ilerletmek, zihnime daha rahatlatıcı ve verimli geliyor.</b></div><div><br></div><div><i>2017-2019 yılları arasında yayınlanmış dört kitabınız bulunuyor. Dervişin Teselli Koleksiyonu’nun okurdan gördüğü rağbet diğerleriyle kıyas kabul etmeyecek denli yüksek. Bu kitabın fark yaratmasının, bizim insanlarımıza, bu topraklara has bir açıklaması olmalı diye düşünüyorum. Ne dersiniz?</i></div><div><br></div><div>Diğer kitaplarım Dervişin Teselli Koleksiyonu ile kıyaslanıyor elbette. O kitaplarla ilgili yorumlar da genelde olumlu ancak Dervişin Teselli Koleksiyonu ile mukayese edildiği için onun gölgesinde kaldı da diyebilirim. Dünya edebiyatında birçok kitabı olduğu halde tek kitapla bilinen yazarlar olduğunu okuyoruz. Diğer kitapları hep gölgede kalmış kişiler de var. Hatta öne çıkan bir şiiri sebebiyle diğer şiirlerinin ilgi görmemesinden hoşnutsuzluk duyan şairler de biliyoruz. <b>Bundan sonra ne yazsam Dervişin Teselli Koleksiyonu ile kıyaslanacak ve hep onun gölgesinde kalıp unutulacak gibi gelse de işin özü yazmaya devam etmek. </b>Kitapların alaka görmesi için değil de Rabb’in razısını aramak, o istikamette çalışmalar ortaya koymak için devam etmek gerekiyor. <b>Bir kitabın yayınlanması da bir okur kitlesine ulaşması da Allah’ın ayrı bir ikramıdır. Ancak meselemiz o olmamalıdır.</b></div><div><br></div><div>Dervişin Teselli Koleksiyonu’nun daha fazla ilgi görmesinin bir sebebi ortak bir yaraya parmak basması olsa gerek. Herkesin kendi dünyasında, kendine has sorunları var. En yakın çözüm noktalarından biri de kitaplar. <b>Kitaplar, sıkıntı içerisindeki insana elbette bir çözüm sunar, bir yönlendirme yapar ve bir teselli verir. Ancak hangi kitabın hangi satırının kendisine iyi geleceğini herkes bilemeyebilir. Arayıp bulamayabilir de… Ben bunu okurların yerine yaptığım için, yani o kitapları bulup, o satırları çıkarıp sunduğum için etkili oldu diye düşünüyorum. </b>Bu yol başka yazarlara da açık elbette. Keşke bu temayı işleyen, bu işi yapan daha çok kitap olsa…</div><div><br></div><div><i>Tesellileri örerken doğudan ve batıdan yazarların, şairlerin, filozofların sözleri kadar Kur’an ayetlerine de yer veriyorsunuz. Öte yandan kitap “herkes için tasavvuf” serisi içinde okura sunuluyor. Eserinizi bir tasavvuf kitabı olarak mı nitelendiriyorsunuz? Bunu şunun için soruyorum: Bugün tasavvuf ekollerine genel olarak baktığımızda, kuşatıcı ve diriltici bir söylem göremiyoruz. Yanılıyor muyum?</i></div><div><br></div><div>Diriltici söylemi evet ben de hissedemiyorum. Tasavvuf, kitaplarla yürüyen bir tarza bürünmüş olmamalı… <b>Tasavvuf bir hâl ilmidir, o hâl de insandan alınır. İnsan bence insanla pişer. Kitaplar bu noktada ancak eksik kısımları tamamlayabilir.</b> Dervişin Teselli Koleksiyonu’nu tasavvuf konularını da işleyen bir edebiyat kitabı olarak görüyorum. Yazarlıkta önemsenen bir kural vardır. Bildiğin şeyi yaz, denir. İnsan en iyi, bildiği şeyi yazabilir. Ben bir edebi eser üretebilmişsem, ki onu zaman gösterecek, en çok düşündüğüm, üzerinde en çok durduğum meseleyi ele almalıyım. <b>Ele aldığım konunun manevi içerikte olmasının sebebi, kitap için seçtiğim türün bu olmasından değil, kafamda en çok yer kaplayan meselenin, -her ne kadar layıkıyla gereklerini yerine getiremesem de- maneviyat olmasıdır.</b> Yöntem olarak hem tasavvuf hem felsefe birlikte ilerleyen bir tarz ortaya çıktı. Bu da önceden planladığım bir durum değildi. Kitabın ileride Türk edebiyatında konumlanmasını daha çok arzu ederim.</div><div><br></div><div><i>2000 sonrası doğan ve sosyal medya ortamlarında kendini bulan, kitaplara uzak ama bilgiye daha hızlı ulaşan bir kuşak var. Z kuşağı hakkında ne düşünüyorsunuz?</i></div><div><br></div><div>Bilim ve teknoloji bir şeyi üretmeden evvel insanlık üzerindeki zararları üzerinde pek durmuyor. Belki öyle bir görevi de yok, ayrı mesele. Ürettikten sonra uzun süre yine durmuyor. Bir gelişme bilimden geldiyse, teknolojiden geldiyse doğrudur hatta iyidir, daha ötesi insanlık için gereklidir düşüncesinden dolayı <b>sadece Z kuşağı değil, hepimiz garip bir yaşam biçiminin içine düşmüş durumdayız. </b>Fakat Z kuşağı böyle bir yaşam tarzına hayatının ilk yıllarında maruz kalınca elbette ortaya acınacak bir tablo çıkıyor ve çıkacak gibi görünüyor. <b>Bu çocukları doğaya çıkaracağız, onlarla göz göze iletişim kuracağız, cihazlar olmaksızın yaşanan duyguların da çok özel ve güzel olduğunun deneyimini yaşatacağız. Yoksa anons ve sloganlarla hiçbir yere varamayız. <u>Onlara hep ne yapmamaları gerektiğini söylüyoruz, ne yapmaları gerektiğini söylemiyoruz. </u></b>Söylemek de yetmez, ne yapmalarının daha değerli olduğunu onlara tercübe ettirmeliyiz diye düşünüyorum.</div><div><br></div><div><i>Felsefe öğretmenisiniz. Felsefe ile iştigal etmek bir insanı nasıl değiştirir, dönüştürür?</i></div><div><br></div><div><b>Ben felsefenin, vahyin hakikatlerinin kabulünden sonraki süreçte çok yararlı olduğunu düşünüyorum</b>. İlahi olanı kalben, ruhen kabul edersiniz veya etmezsiniz. Fakat kabul ettikten sonra mesajı doğru anlamak, hayata doğru tatbik etmek için felsefeye ihtiyacınız olur. <b>Fakat hakikate erişmek konusunda felsefeyi özel bir konumda görmüyorum</b>. Hakikatin, insanın onu arayıp bulmasına bırakılacak kadar basit bir mesele olmadığına inanıyorum. Nasıl ki nefes almamız için gereken havayı arayarak, çabalayarak bulmuyorsak, hakikati de insan arayışına emanet ederek bulamayız. Bulduğumuz hakikati felsefeyle ters edebiliriz, o ayrı. Hakikate nüfuz etmek de felsefeyle olabilir. Ama hakikati ona emanet edemeyiz ve onu ondan emanet alamayız.</div><div><br></div><div><i>Şu sıralar neler okumakla meşgulsünüz? Bu vesileyle okurlarımıza birkaç başucu kitabı tavsiyesinde bulunur musunuz?</i></div><div><br></div><div>Ölümle ilgili yayına yaklaşan bir kitap çalışmamdan dolayı son dönemlerde ölümle ilgili şeyler okudum. Şu an İmam Gazali’nin Ölüm ve Ölüm Ötesi Hayat kitabı ve Kaan H. Ökten’in Ölüm kitabını okuyorum.</div><div><br></div><div><i>Teşekkür ederim vakit ayırdığınız için.</i></div><div><br></div><div>Mecit Ömür Öztürk</div><div><br></div><div>&&&&&</div><div><br></div><div><b>Dengede Kalmanın Sırrı Anlamaktır</b></div><div><br></div><div>Dervişin Teselli Koleksiyonu, Hâletiruhiye, Yaşamın Gizli İşaretleri, İçebakış Fragmanları gibi bazıları “best seller” kitaplara imza atan felsefe öğretmeni Mecit Ömür Öztürk kitaplarını ve hayatın tesellilerini konuştuk. Dostoyevski’den Schopenhauer’a İbnül Arabi’den Abdülkadir Geylani’ye, Kierkeaard’dan İmam-ı Gazali’ye, doğudan ve batıdan bilgelerden teselli izlerini sürdük.</div><div><br></div><div><i>Kısaca biraz kendinizden ve bu kitapları yazma sürecinizden bahseder misiniz? Nasıl karar verdiniz Dervişin Teselli Koleksiyonunu yazmaya, sizi tetikleyen ne oldu?</i></div><div><br></div><div>Felsefe öğretmeniyim. Son yıllarda bazı kitap çalışmalarıyla meşgul olmaya başladım. Öncesinde bir medya geçmişim var. Dervişin Teselli Koleksiyonu, diğer kitaplarıma göre daha fazla ilgi gördü.</div><div><br></div><div><b>Ben hayatımda düştüğüm neredeyse her sıkıntıdan kitapların el uzatmasıyla çıkabilmiş biriyim. Öncelikle kendime, sonra da başkalarına el uzatabileceğini düşündüğüm bir çalışma ortaya koymaya çalıştım.</b> Bir kısmı tozlu raflarda kalmış kadim kitaplardan, günümüz insanının sorunlarına bazı çözümler bulmaya gayret ettim.</div><div><br></div><div><b>Âlimlerden de filozoflardan da, yaralanmış insan zihnini ve kalbini onaran yaklaşımlar yakalamaya çalıştım. Kitabı okuyanların, o yeniden başlama duygusunu, hayatı yeniden inşa etme heyecanını kazanmış olmalarını amaçlamıştım. </b>Bilgi veren kitaplar vardır, huzur veren kitaplar vardır. Bu, ikinci kategoride bir çalışmaydı.</div><div><br></div><div><b>İnsanların hiç olmadığı kadar sıkıntılı bir yaşam sürdüğü bir dünyada yaşıyoruz. Dünyanın her yerinde daha çok ümitsizlik, daha çok bunalım, daha çok depresyon var. İnsanlar kederlerini, acılarını neyle dindirecekler? </b>Alkol, uyuşturucu veya zararlı bağımlılıklar acıları bastırmakta yoğun olarak kullanılıyor. İnsanların ruh dünyaları açısından zararsız bir ağrı kesiciye ihtiyaç duydukları muhakkak. <b><u>Bugün ister edebi alanda, ister sanatın diğer dallarında olsun insanın kalbindeki ağır yükleri hafifletecek eserlere ihtiyaç var. İnsana ümit vermeye, onu ayakta tutmaya çalışan eserler üretmek zorundayız. </u></b>İnsanın en azından kitap okumakla dindirilebileceği kederleri de vardır ve bunlar bence pek çoktur.</div><div><br></div><div><i>Teselli kelimesinde biraz avuntu anlamı da yok mu? </i></div><div><br></div><div>Teselli ve ümit odaklı kitap çalışmalarında gözden kaçırılmaması gereken şey, gerçekliktir. <b>Maksat, düşünceler yoluyla insanı uyuşturmak değil, onu uyandırmak olmalıdır. Çünkü acı karşısında kendini uykuya bırakan zihin eninde sonunda uyanacak ve acı gerçeğin daha büyümüş bir haliyle yüzleşecektir. İnsanı gerçeklerden kısa bir süre uzaklaştıran ama ardından daha sert bir yüzleşmeyle karşı karşıya bırakan bir afyon gibi olmamalıdır bu eserler. </b>Çekilen acıya bir başka pencereden bakabilmeyi içermelidir ve kalıcı bir rahatlama hissini beraberinde getirmeyi başarmalıdır. Dervişin Teselli Koleksiyonu doksan dokuz bölüm halinde aynı acıya doksan dokuz açıdan bakabilme antrenmanıydı aslında. O kadar fazla açıdan bakınca da, insan teselli de olmuş oluyor muhakkak. Ama bununla birlikte bir onarımın da hedeflendiğini söylemek gerekir.</div><div><br></div><div><i>Büyük bir satış başarısına ulaştı bu kitap. Bunu bekliyor muydunuz? Nasıl tepkiler aldınız? İnsanların geri dönüşümleri nasıl oldu?</i></div><div><br></div><div>Kitabı yazarken, yayın odaklı yazmadım, elimdeki dosyayı bitirme odaklı çalıştım. Hayırlı bir iş olarak gördüğüm bu konunun yazma aşamasının bitirilmesini öncelikli görev olarak gördüm. <b>Dosyanın bitmesinin ardında bekleyen süreci kendime değil, kadere bağlı bir süreç olarak yorumladım. Kitabın yayınlanıp yayınlanamayacağından bile emin değildim. <u>Gönderdiğim ilk on yayınevinin tümü aylarca inceledikten sonra kitabı reddetti. On birinci sırada gönderdiğim yayınevi ise, dosyayı e-posta olarak ulaştırmamdan neredeyse beş dakika sonra yayınlanabilir kararını verdi</u>. </b>Kitabın kendi özel öyküsü olduğunu ve bu öykünün benim plan ve kararlarımdan ayrı bir düzlemde gerçekleştiğini o gün anladım.</div><div><br></div><div>Olumlu geri dönüşler tahminimden çok fazla oldu. Hemen her gün zamanımın bir kısmını, kitapla ilgili düşüncelerini ileten okurlara cevap yazmaya ayırıyorum. <b>Genellikle tıkanmış, zor zamanlardan geçen kişilerin, kendilerine kitabın tam zamanında denk geldiğini söylemeleri beni mutlu ediyor.</b></div><div><br></div><div><i>Doğu’dan Batı’dan doksan dokuz teselli aslında Allah’ın güzel isimlerini kendinizce yorumlayışınız. Ama içinde Kuran ve İslami kaynakların yanı sıra Dostoyevski’nin, Goethe’nin batılı filozof ve yazarların da sözleri ve bakış açıları var. Buradaki amaç neydi?</i></div><div><br></div><div>Acıların anlamını tahlil ederken, öncelikle insanın ve acıların yaratıcısına danışmak elbette en isabetli olanıdır. Oradan yaptığımız çıkarımların gerek doğulu gerek batılı düşünürlerce yapılan çıkarımlara tevafuk etmesi, onlarla benzer çizgide uyum içerisinde olması, insanın bu tahlillere daha da sıkı sarılmasıyla sonuçlanabiliyor. Maksadım bir yandan da keyifli bir okuma deneyimi sunabilmekti. Rilke’yle Harakani Hazretlerini aynı cümlenin içinde buluşturmak, edebi bakımdan yazarken bana, okurken de okurlarıma ayrı bir edebi bir tat sunmuştur diye ümit ediyorum.</div><div><br></div><div>Batı’yı ve Doğu’yu neden aynı zeminde buluşturmaya çalıştığıma gelince, Mevlana’da beni diriltecek satırlar, beni düştüğüm kuyudan çıkaracak yaklaşımlar var olduğu gibi, Arabi’nin Füsus’unda da bunlar mevcuttur. Ama bu demek değildir ki Sokrates’te, Platon’da, Hegel’de, Kant’ta, Spinoza’da böyle yaklaşımlar yoktur. Hayır, elbette var, hem de çok etkili olarak vardırlar. <b>Mürekkeplerini damarlarından akan kan gibi yürekten kullanmış olanlara ne demeli? Dostoyevski’de, Cibran’da, Rilke’de, Tanpınar’da, Geothe’de kararmış ruh halimizi aydınlatacak öyle bölümler vardır ki, oralara geldiğimizde kendimizi bir evliyanın divanının satırları arasındaymış gibi hissederiz</b>. Bir acısı olan her insanın, ki herkesin mutlaka bir acısı vardır, tasavvufun ve felsefenin derinliklerinden uzanan bu ellere ihtiyaç duyacağı muhakkaktır.</div><div><br></div><div>Neticede Doğu’nun da Batı’nın da ortak meselesidir hüzün.</div><div><br></div><div>Avusturalya’daki bir ailenin sorunlarıyla, Arabistan’daki bir ailenin yaşadıkları çok benzerdir. Eşiyle sorunu vardır, çocuklarıyla vardır, hastadır, evladını kaybetmiştir… Bu insanların kendileri değilse de acıları akrabadır. Bunu hazlar için söyleyemeyiz. Bir Sudanlının lüks bir evden aldığı haz, onun eve yüklediği tarihsel anlamın farklılığından dolayı bir İngiliz’inkinden farklı olabilir. Ama dişimiz ağrıdığında dünyada dişi ağrıyan herkesle benzer bir sıkıntı yaşarız. <b>Keder evrenseldir. Filozofların tesellilerinin evliyaların tesellileri kadar etkili olduklarını gördüm. Seneca’nın söyledikleri, Muhyiddin Arabi’nin keder konusunda söylediklerinden eksik kalır bir yanı yok. Kant ve Hegel neredeyse Mevlana kadar ustalaşmaya başlıyor konu insan ve onun hüzünleri olunca… </b>Nietzsche diyor ki “Dünyaya zaman sona ermiş gibi bakın, bükülmüş olan her şey size düz görünecektir.” Ben bu cümleyi bir konferansta yanlışlıkla Muhyiddin Arabi’nin sözü diye aktarsam, karşımdakiler Arabi uzmanı değillerse, kimsenin beni uyaracağını, bu söz Arabi’nin sözüne benzemiyor, diyeceğini sanmıyorum.</div><div><br></div><div><i>Rilke’nin bir sözünü almışsınız: “Bizler ızdırapları heba edenlerdendik” diye… Bunu biraz açar mısınız?</i></div><div><br></div><div><b>Acılar karşısında üç yaklaşım olduğunu düşünüyorum. Birincisi onları yok etmeye çalışmak, ikincisi onları bir şey yapamadan seyretmek yani sabır ve tahammül etmeye çalışmak, üçüncüsü de onlardan faydalanmaya çalışmak… Sağlıklı olan yaklaşımın üçüncüsü olduğunu düşünüyorum.</b> Istıraplara, acaba bundan nasıl faydalanabilirim, <b>bunu altında ezildiğim bir yük değil de üzerine bastığım bir basamak olarak nasıl kullanabilirim diye derin tefekkür etmek gerekir. Başımıza gelen hadiseler, bizi sarsmak için değil, güçlendirmek ve geliştirmek için gelir.</b> Ama bu onlara biraz da o gözle bakmakla ortaya çıkan bir gerçektir. Alıcı gözle bakmak… </div><div><br></div><div><i>Hepsini okudunuz mu bu kitapların?</i></div><div><br></div><div> Kitapta isimleri geçen eserlerin büyük bir kısmı okuduklarımdan… Fakat bazı meseleler var ki, onları bazen yolda yürürken yanından geçtiğim insanların değindiği bir meseleden, bazen otobüste yanında oturduğum kişinin -neredeyse gözüme sokarcasına okuduğu- gazetenin veya kitabın bir bölümünden aldığım da oldu. <b>Kitaba girmesi gereken, orada olmasının faydalı olacağı içeriklere hiç umulmadık yerlerde rastladığım da oldu. Nihayetinde kitapların da kaderi var ve nasibinde olan içerikler eninde sonunda onlarda yer bulmayı bir şekilde başarıyorlar diye inanıyorum. </b></div><div><br></div><div><i>Musibet bize neden verilir? Temelinde ne var bu dersin?</i></div><div><br></div><div>Bence bu sorunun tek bir cevabı yok. Belki binlerce cevabı var. <b>Musibetin bir insana gönderilme sebebiyle, bir başka insana gönderilme sebebi farklı olabilir.</b> Yani insan sayısınca farklı hikmetler söz konusudur. Tek bir insanı ele aldığımızda da, onun başına geçen yıl gelenlerle bu yıl gelenler arasında hikmet bakımından farklar olabilir. Bu sebeple <b>her musibet özel bir mesajla, kişiye ve o zamana has bir anlamla insana ulaşır. </b>Musibet kelimesiyle isabet kelimesi aynı kökten kelimelerdir. Kişiye özel anlam yüklü olan bu hadiselerin, bir vaka incelemesi şeklinde ele alınması durumunda birçok anlam ortaya konulabilir. <b>Dervişin Teselli Koleksiyonunda doksan dokuz başlık halinde, insanın başına bu hadiseler neden gelir sorusunun cevabını aradım. </b>Bu içeriklerden her biri genel bir çerçeve çizdiği için, kitabı okuyanlar, kendi başına gelenler için manevi bir yorum üretme konusunda daha fazla mesafe kat etmiş olacaklardır diye düşünüyorum. <b>Bu başlıklardan birini ön plana çıkarmam gerekseydi, bu soruya cevap olarak inkişaf tesellisini ön plana çıkarmak isterdim. Musibetlerin önemli anlamlarından biri de, insanın içindeki potansiyellerin açığa çıkmasına vesile olmasıdır ve buna eski dilde inkişaf denilmektedir.</b></div><div><br></div><div><i>Ruhsal olarak huzurda ve dengede kalmanın sırrı size göre nedir?</i></div><div><br></div><div><b>Eksiksiz bir ruhsal huzurun ve kusursuz bir psikolojik dengenin kurulamayacağına inananlardanım. Bunun en azından bu dünyada olamayacağını düşünüyorum.</b> <b>İnsan acılarıyla ve sevinçleriyle insandır. Başarıları ve başarısızlıklarıyla insandır. Dengeli halleri ve zaman zaman dengeyi kaybetmiş halleriyle insandır. Mantığı ve mantık dışı tutumlarıyla insandır. </b>İnsanı tam olarak dingin bir ruh haline ulaştırdığını ve hep öyle kalmasının bir formülünü bulduğunu öne süren yaklaşımlar da var elbette. Hadiseler üzücü halde geldiğinde üzülmeyen, gerginlik başladığında öfkelenmeyen, gözyaşları onu zorladığında bunu engellemeyi geçiyorum, o haldeyken gülümsemeyi hatta kahkahalar atmayı bile başaran bir insan fikri bana ölü bir insan fikri gibi geliyor. Ben bunu sanayinin ve teknolojinin ilerlemesiyle benzer görüyorum. Hep daha kusursuz makinalar gördük, hep daha az eksiğe sahip olan ve git gide mükemmelleşen aletler üretildi. <b>İnsanı da zaman ilerledikçe daha az acı çeken ve daha az kusurlu bir varlık olmaya doğru gider diye düşündük. </b>Halbuki insanın ilerleme tarzıyla teknolojinin ilerleme tarzı birbirini tutmaz. Makinalar zaman ilerledikçe eksiklerden arınmaya, insansa zamanın gerisinde, <b>kadim zamanlarda elde edilmiş “ruhsal denge”ye ermeyi yeniden öğrendikçe daha dingin olur.</b></div><div><br></div><div>Fakat huzurda ve dengede kalmaktan kasıt, sekine içerisinde bir dinginliğe, bir iç bütünlüğüne ermekse; yani insanın bütün gerçekçi taraflarıyla birlikte, onun insani olan yanlarını törpülemeden ona doğal ve dengeli bir hal kazandırmaksa… O halde bunun elbette -herkese göre ayrı- bir sırrı olmalı.</div><div><br></div><div>Dengeli bir ruh hali için son yıllarda “kabullenme” kavramı üzerinde çokça duruldu. Yaşamı kabullenmek, insanları kabullenmek, hadiseleri kabullenmek, karşımıza çıkan yeni gelişmeleri kabullenmek, bazen hayal ettiklerimizin, planladıklarımızın gerçekleşmemesini kabullenmek, istediklerimizin olmamasını kabullenmek… Yaşam sistemimizin tamamen bize ait olmadığını ve her karışıyla gerçek bir sahibinin var olduğunu kabullenmek… Kabullenmek derken de mücadele etmemekten, her şeye teslim olmaktan, çaba sarf etmemekten bahsedilmedi. Gayret ve çabalarımıza rağmen karşımıza çıkan durumlardan bahsedildi. Kendimizi kabullenmek ve dış dünyamızı kabullenmek, geçmişle, gelecekle barışmak… Hüzünlerimizle de sevinçlerimiz kadar sevmek ve benimsemek… Fakat bence bu kabullenme fikri, yerini bir başka meseleye, “anlama” kavramına bırakması gerekir. <b>İnsan arka planını, gerçek anlamını kavrayamadığı, sebep sonuç ilişkilerini iyi tahlil edemediği meseleleri nasıl kabullenebilir, onlarla gerçek bir barış içerisine nasıl girebilir? Dengede kalmanın sırrı bence anlamaktır, çözümlemektir, başımıza gelen en küçük şeyin bile görünen ve görünmeyen anlamları üzerinde durabilecek bir kabiliyete ermektir.</b> Gerçek ve faydalı bir kabul ancak yeterli bir çözümlemenin ardından geliyorsa hakikidir, yoksa o bence etkisi kısa zamanda kaybolacak olan sahte bir kabul olacaktır.</div><div><br></div><div><i>Korona da bir musibet ve toplu olarak dünyaya geldi? Bazıları Korona’nın biyolojik silah olduğunu söylüyorlar. Siz bunu nasıl yorumluyorsunuz ne anlamamız gerekiyor sizce bu musibetten? Eğer bu doğruysa Allah buna sizce hangi anlamda izin verdi?</i></div><div><br></div><div>İster biyolojik bir silah olsun, ister tabii bir afet olsun fark etmez, yaşamın bunca merkezine giren ve herkesi derinden etkileyen böyle bir gelişmenin yaratıcının izni haricinde olması, onun hükmü dışında gerçekleşmesi söz konusu olamaz. <b>Ben burada ilahi sırrın hani şu çok sloganlaşan “sosyal mesafe” kavramında yattığını düşünüyorum. <u>Yaratıcı, insanla insan arasındaki “yakınlığı” “mesafeye” çevirdi. Şöyle bir ayrılın bakalım, dedi. Çünkü yan yana gelmeler, birlikte hareket etmeler, birlikte oturup kalkmalar artık iyilik için, hayır için, faydalı olmak için değildi. </u>Genellikle üzmek için, sarsmak için, zedelemek için, kirletmek için insan insanın yanına yaklaşıyordu</b>. <b>İyi niyetli ve samimi duygularla ve başkalarının iyiliği adına yan yana gelme biçimleri neredeyse tamamen ortadan kalkmış durumdaydı. Dünya çapında bu böyleydi ve insan ruhunu zedeleyen bu yakınlaşma şekillerine bir “dur!” ihtarı verildi diye düşünüyorum</b>. Bir taraftan da, <b><u>insanların kendileriyle baş başa kalıp işten, güçten, okuldan ve arkadaşlardan uzak bir şekilde kendi varoluşu, yaşama niçin geldiğini ve nereye doğru gittiğini sakin kafayla düşünmesi için bir imkan verildiğini düşünüyorum.</u></b> <b>Sürecin uzamasının altında da, insanoğlunun bu mesajları almaya niyetli olmaması faktörü yatıyor bence.</b> Tabi bunlar şahsi fikirlerim.</div><div><br></div><div><i>İbadet ve dua insanı korur mu başına gelebilecek musibetlerden?</i></div><div><br></div><div><b>Görünen o ki bu konuda iki farklı yaklaşım var. Birinci görüşe göre duayla, ibadetle başımıza gelmiş olanlardan veya geleceklerden kurtulamayız, fakat <u>dualarımız bize bir sakinlik, eskilerin söyleyişiyle bir sekine hali kazandırır. </u>Bu açıdan duanın kazandırdığı tek şey psikolojik bir rahatlamadır. İkinci görüşe göre de, dua ve ibadetlerimiz gerek başımızdaki kederlerin azalmasına veya kalkmasına, gerekse gelecekten bize doğru yola çıkmış olanlarından korunmamız konusunda önemli bir etkiye sahiptir</b>. Ben bu düşüncelerden ikisinin birlikte yan yana bir gerçekliği olduğu kanaatindeyim. <b>Duanın koruyucu, değiştirici ve dönüştürücü büyük bir gücü olmakla birlikte, yaşattığı kalp huzurunun da onun bir başka işlevi olduğu fikrindeyim.</b></div><div><br></div><div>Mecit Ömür Öztürk</div><div><br></div><div>&&&&&</div><div><br></div><div><b>Doğu’nun da Batı’nın da Ortak Meselesidir Hüzün</b></div><div><b><br></b></div><div>Gözde Nur Bayar – Aysha Dergisi</div><div>Temmuz 2017</div><div><br></div><div><i>Felsefe bölümü mezuniyeti, metin ve köşe yazarlığı… Yazı hayatınızın neresindeydi? Nasıl bir ilişki aranızdaki?</i></div><div><br></div><div>Hayata yazı yazmak için gelenlerden değilim. Ancak kaderin cilvesi, bugüne kadar yaptığım işlerin neredeyse tamamında yazmak durumunda kaldım. Mesela yerel bir gazeteye reklam koordinatörü olarak girdim, kendimi reklam metinleri yazarken buldum. Bir belediyenin basın bürosunda yazıyla ilgili olmayan bir işte çalıştım. Belediyenin bültenlerini, tanıtımlarını, haber metinlerini yazarken buldum kendimi. Yazı, hayatımın hep bir köşesinde durdu. Son zamanlarda bu işle biraz daha müşerref oldum sayılır. <b>Yazma kabiliyeti olanın değil de söyleyecek sözü olanın yazması ve okunması gerektiğine inanırım</b>. Edebiyatçıların yazacak pek çok şeyleri vardır ama düşünce bağlamında söyleyecekleri pek az şey bulunur. Hani Fuzuli der ya “Aldanma ki şair sözü elbette yalandır.” <b>Filozoflarınsa söyleyecek çok şeyleri vardır ama onlar da çoğunlukla iyi birer yazar, iyi birer konuşmacı değildirler</b>. Bu iki topluluk arasında orta bir yol olduğunu düşünüyorum. Felsefeyle yazı ilişkisi bu bağlamda hayatımda önemli bir yere sahip.</div><div><br></div><div><i>Geçtiğimiz aylarda Dervişin Teselli Koleksiyonu’nu çıkardınız. İlk tepkiler nasıldı?</i></div><div><br></div><div><b>Kitabı “çıkmazdakilere” ithaf etmiştim. Merak ettiğim şuydu: Gerçekten çıkmaza girmiş biri üzerinde kitabın nasıl bir etkisi olacaktı? </b>Psikiyatrik ilaç tedavisi gerektiren durumları saymazsak, telkin ve terapiyle düştüğü durumdan çıkma imkanı olan her insana yetecek bir eser hazırladığıma inanıyordum. Bunun için <b>teselli bağlamında mana büyüklerinin en çarpıcı yaklaşımlarını, filozofların çökmüş bir insan zihnini dürtükleyen ve onu ayağa kaldıran açıklamalarını malzeme olarak kullanarak hedefime ulaşmaya çalıştım</b>. <b><u>Etrafımdaki kederli insanların kitabı okuduklarında, o yeniden başlama duygusunu, hayatı yeniden inşa etme heyecanını kazanmış olduklarını görerek mutlu oldum</u></b>. Kitap gerçek manada çıkmaza girmiş üç beş kişinin elinden tutabilir, onlara yaşam yolunda birer adım attırabilirse kendimi bahtiyar sayarım ve hedefime hayli hayli ulaştığımı düşünürüm.</div><div><br></div><div><i>Bu kitabın çıkış noktası ne oldu? Yazım sürecinde nasıl bir yol izlediniz?</i></div><div><br></div><div>Ben bir kitapevine girdiğimde orada on binlerce kitap olduğunu bilsem de, <b>bilgi veren kitaplarla huzur veren kitapları ayırırım.</b> Orada benim yaralarıma merhem olacak mutlaka bir kitap olduğunu bilir, onu aramaya koyulurum. Onu bulamasam da ihtimal dahilindeki varlığı bana güven verir. <b>Teselli meselesinden arındırılmış, huzur verme gayesi taşımayan bir kitap, benim dünyamda enformasyondur, dokumandır, belki lüzumludur ancak kitap değildir.</b> Matbaadan çıkmış olan kitap görünümlü her şeye kitap olarak bakmıyorum. Arapça’da kitap kelimesiyle mektup kelimesi aynı kökten gelir. Hiçbir enformasyon kitap değildir, çünkü enformasyon, mektup olmaktan alabildiğine uzaktır. Her mektup bence bir kitaptır, isterse yarım sayfa olsun, isterse zarfına giremeden yırtılıp atılmış olsun.</div><div><br></div><div><b>İnsanların hiç olmadığı kadar sıkıntılı bir yaşam sürdüğü bir dünyada yaşıyoruz. İnsanlar kederlerini, acılarını neyle dindirecekler? </b>Alkol, uyuşturucu veya zararlı bağımlılıklar acıları bastırmakta yoğun olarak kullanılıyor. İnsanların ruh dünyası açısından zararsız bir ağrı kesiciye ihtiyaç duydukları muhakkak. <b>Bugün ister edebi alanda ister sanatın diğer dallarında olsun insanın kalbindeki ağır yükleri hafifletecek eserlere ihtiyaç var</b>. Dervişin Teselli Koleksiyonu, kendi içinde bir teselli koleksiyonu oluşturdu ve son yıllarda yayınlanan ümit ve teselli odaklı kitaplar arasında yerini aldı. <b><u>Bu kitap öncelikle benim kendi ihtiyacımdı.</u> Her insanın ihtiyacı, insanlığın ihtiyaçlarının bir izdüşümü olduğuna göre, başkalarının da bu kitapla kendi kederlerini dindirebilmeleri mümkün görünüyor.</b></div><div><br></div><div><i>Peki, teselliden kastınız neydi? Okura unutturmaya çalıştığınız bazı şeyler mi var?</i></div><div><br></div><div><b>Arapça’dan gelen ‘teselli’ kelimesinin unutturma, akıldan çıkarma, gönül alma anlamlarına geldiğini görüyoruz.</b> Bu üçüncü anlam bana göre daha etkin. Teselli etmek, bizde de gönül almak anlamında kullanılır daha çok. Ancak kastım zihni, düşünceler yoluyla uyuşturmak değil uyandırmaktı. Çünkü acı karşısında kendini uykuya bırakan zihin eninde sonunda uyanacak ve acı gerçeğin daha büyümüş bir haliyle yüzleşecek. <b>Benim aradığım teselli, çekilen acıya bir başka açıdan bakabilmeyi içeren ve kalıcı bir rahatlama hissini beraberinde getiren bir kavram. </b>Dervişin Teselli Koleksiyonu doksan dokuz bölüm halinde aynı acıya doksan dokuz açıdan bakabilme antrenmanı aslında. Okur, farkında olmadığı, kendisine özel rahatlatıcı bakış açısını keşfettiğinde rahatlayacak ve ferahlamakla kalmayıp çözüme doğru yönlenecektir diye düşünüyorum.</div><div><br></div><div>KEDER EVRENSELDİR</div><div><br></div><div><i>Kitapta Yunus Emre’den Sokrates’e, İbn Arabi’den Tanpınar’a kadar birçok önemli ismi bir araya getiriyorsunuz. Tam olarak neyi anlatmak istediniz?</i></div><div><br></div><div>Mevlana’da beni diriltecek satırlar, beni düştüğüm kuyudan çıkaracak yaklaşımlar vardır. Arabi’nin Füsus’unda da bunlar mevcuttur. Ama bu demek değildir ki Sokrates’te, Platon’da, Hegel’de, Kant’ta, Spinoza’da böyle yaklaşımlar yoktur. Hayır, elbette var, hem de çok etkili olarak vardırlar. Mürekkeplerini damarlarından akan kan gibi yürekten kullanmış olanlara ne demeli? Dostoyevski’de, Cibran’da, Rilke’de, Tanpınar’da, Geothe’de kararmış ruh halimizi aydınlatacak öyle bölümler vardır ki, oralara geldiğimizde kendimizi bir evliyanın divanının satırları arasındaymış gibi hissederiz. <b>Bir acısı olan her insanın, ki herkesin mutlaka bir acısı vardır, tasavvufun ve felsefenin derinliklerinden uzanan bu ellere ihtiyaç duyacağı muhakkaktır.</b></div><div><br></div><div>Doğu’nun da Batı’nın da ortak meselesidir hüzün. Bugün bir Avusturalya’daki bir ailenin sorunlarıyla, Arabistan’daki bir ailenin yaşadıkları çok benzerdir. Eşiyle sorunu vardır, çocuklarıyla vardır, hastadır, evladını kaybetmiştir… Bu insanların kendileri değilse de acıları akrabadır. Bunu hazlar için söyleyemeyiz. Bir Sudanlının lüks bir evden aldığı haz, onun eve yüklediği tarihsel anlamın farklılığından dolayı bir İngiliz’inkinden farklı olabilir. Ama dişimiz ağrıdığında dünyada dişi ağrıyan herkesle benzer bir duygu taşırız. Keder evrenseldir. <b>Filozofların tesellilerinin evliyaların tesellileri kadar etkili olduklarını gördüm. Seneca’nın söyledikleri, Muhyiddin Arabi’nin keder konusunda söylediklerinden eksik kalır bir yanı yok. Kant ve Hegel neredeyse Mevlana kadar ustalaşmaya başlıyor konu insan ve onun hüzünleri olunca… </b>Basit bir örnek vereyim. Mesela Nietzsche diyor ki “Dünyaya zaman sona ermiş gibi bakın, bükülmüş olan her şey size düz görünecektir.” Ben bu cümleyi bir konferansta yanlışlıkla Mevlana’nın sözü diye aktarsam, karşımdakiler Mevlana uzmanı değillerse, kimsenin beni uyaracağını, bu söz Mevlana’nın sözüne benzemiyor, diyeceğini sanmıyorum.</div><div><br></div><div><i>Kitabı okuyan herkes derviş değil. Hitap ettiğiniz özel bir manevi çevre olmadığına göre, “derviş” burada bir metafor muydu?</i></div><div><br></div><div><b>Herkesin kendi çapında bir seyri süluku, manevi yolculuğu olduğunu düşünenlerdenim. Allah’a giden yolda olmayan yoktur, insanların kimi hızlı kimi yavaş, kimi de tersine gitse de yollar Allah’a çıkmaktadır</b>. Kur’an tekrarla “Hepiniz Allah’a döndürüleceksiniz” dediğine göre, istisnası yoktur bu durumun. Bu anlamda dervişliğinin farkında olan var, olmayan var. Ben kitabın muhatabı olan yaralı gönülleri ararken bu sembolü kullandım. Çünkü <b>bir derdi olan herkesin maneviyata karşı bir ilgisi vardır. <u>Keder bence kendi başına dini bir kavramdır ve eninde sonunda manevi bir çözülüme muhtaçtır. “Derviş” kelimesi bu sebeple kitabın davetkâr bir kelimesi olarak başlıkta yer aldı</u>. </b>Kimin onu okuyacağını kitabın kendi seçmiş oluyor bu sembol sayesinde.</div><div><br></div><div><i>Neden “koleksiyon”?</i></div><div><br></div><div>İngilizce’de toplamak anlamında collect fiili var. Kur’an kelimesinin manalarından biri de “toplayan”. Ben teselli içeren yaklaşımları gerek yazarlardan gerekse filozof ve alimlerden derlemeye başladığımda bunu en çok ifade eden kelimenin koleksiyon olduğunu fark ettim. <b>Koleksiyonda hoşunuza giden de olur, gitmeyen de… Kitabın içerisindeki doksan dokuz bölümden okurları çok etkileyen bazı bölümler olabileceği gibi bazı insanların halet-i ruhiyeleri gereği pek ilgisini çekmeyen bölümler de olabilir. Veya aynı teselli bugün etki göstermez ama yarın etkiler… </b>Buna bir “derleme” mi demeliydik? Ancak derlenen her faktörün izah ve şerhi yapıldığından, birleştirme, ayrıştırma, kaynaştırma gibi süreçlere tabi tutulduğundan dolayı buna bir derleme denemez. Koleksiyon daha kapsayıcı bir başlık…</div><div><br></div><div><i>Siz en çok kimi, neyi okursunuz?</i></div><div><br></div><div>Takvim yaprağı da benim okuma alanıma girer, bir yolculukta rastladığım tanıtım broşürleri de… Bazen bir kitapçıya girer, ilgi alanım olmayan kitapların rafına yaklaşır, adını sanını bilmediğim yazarların kitaplarından rastgele bir yer açıp birkaç paragraf okurum. Kitapçıya her girişimde bu rastgele okumaları toplasanız bazen beş on sayfayı bulur. <b>Bir taraftan gelişigüzel bir okuma trafiğim var. Diğer taraftan yaptığım dikkatli ve düzenli okumalarım… Mesela Tanpınar’ın her satırını dikkatle okurum. Haşim’in satırlarının altını çize çize, Sabahattin Ali’yi hissede hissede okurum. Klasik İslam Külliyatlarının çoğu okuma programımda ya vardır ya da sırası gelecektir. Kafayı dağıtmak istediğimde felsefe okurum. Aynı anda dört-beş kitabın hepsinden biraz ilerleyerek okuduğumda zihnimin ve algılarımın daha fazla beslendiğini hissediyorum. </b>Bunu son yıllarda fark ettim.</div><div><br></div><div><i>Yakın zamanda ne gibi projeleriniz var?</i></div><div><br></div><div><b>Şu an Yusuf suresinde geçen “tevil-i ehadis” kavramı üzerine çalışıyorum. Bu, rüyalar nasıl tabir ediliyorsa, olayların da tabir edildiği bir ilim türü. Başımıza gelen olayların bir sonraki sahnede yaşayacaklarımızla nasıl bir bağlantı içerisinde olduğuna dair bir kavram… İşin altından kalkıp kalkamayacağımdan emin değilim. Hiç açılmamış, gündeme hiç gelmemiş bir mesele.</b> Bazı alimlerimizin eserlerinde satır aralarında saklı kalmış sadece. Şimdilerde onları bulup çıkarmaya, derlemeye ve aktarmaya uğraşıyorum.</div><div><br></div><div><i>Kitap dışında çeşitli dergilerde öyküleriniz de yayınlanıyor. Öykü yazmak nasıl bir keyif veriyor? Ya da öykü mü kitap yazarlığımı desek?</i></div><div><br></div><div>Öykünün kendi içinde özel bir bütünlüğü var. Hayat orada bir bütünlük içerisinde yeniden kurulabiliyor. Oysa çoğumuzun yaşadığı hayat yarım, yarı buçuk… <b>Kemaline ermiş bir öykü okumak veya yazmak, benim açımdan eksikliklerin tamamlandığı anlamına geliyor. Vaktim geniş olsaydı öyküyü tercih ederdim.</b></div><div><br></div><div>Mecit Ömür Öztürk</div><div><br></div><div>&&&&&</div><div><br></div><div><b>Kitap Teselli Demektir</b></div><div><br></div><div>“Dervişin Teselli Koleksiyonu” Hayykitap etiketiyle raflardaki yerini aldı. Kadim teselli ustalarıyla, teselliye muhtaç gönülleri buluşturan kitabın yazarı Mecit Ömür Öztürk’le bir araya geldik.</div><div><br></div><div>Sibel Ateş - Akşam</div><div>Mayıs 2017</div><div><br></div><div><i>Dervişin Teselli Koleksiyonu fikrinden başlayabilir miyiz? Nasıl ortaya çıktı?</i></div><div><br></div><div>Hayatı şekillendiren en önemli faktörün ihtiyaçlar olduğunu düşünürüm. Bir nesne veya bilgiye ihtiyaç duyulmaya başladığında kader bir şekilde o şeyi hayata ulaştırır. Tekerleğin icadından, elektriğin keşfine kadar bütün gelişmeler ihtiyaçlar karşısında ortaya çıkmıştır. Kitapların dünyasında da hal böyledir. <b><u>İnsanlar bir esere ihtiyaç duyduğunda kalem erbabından birinin kalbine bu fikir ilham olunur. Allah kime nasip edecekse, onun kalemi bu mesele üzerinde işlemeye başlar.</u> Dervişin Teselli Koleksiyonu da bir ihtiyaçtı. </b></div><div><br></div><div><i>Dervişin Teselli Koleksiyonu’nun bir ihtiyaç olmasını biraz daha açar mısınız?</i></div><div><br></div><div>Dünyanın her yerinde daha çok ümitsizlik, daha çok bunalım, daha çok depresyon var. İnsanlar kederlerini, acılarını neyle dindirecek? <b>Bugün ister edebi alanda ister sanatın diğer dallarında olsun insanın kalbindeki ağır yükleri hafifletecek eserlere ihtiyaç var. Dervişin Teselli Koleksiyonu, kendi içinde bir teselli koleksiyonu oluşturdu, son yıllarda yayınlanan ümit ve teselli odaklı kitaplar arasında bir koleksiyonda yer alır gibi yerini aldı. Bu kitap öncelikle benim ihtiyacımdı.</b></div><div><br></div><div><i>Kitapta birçok yerde Mecit Ömür Öztürk’ün de araya girip özgün ve etkili tahliller yaptığını görüyoruz. Teselli’nin sizin dünyanızdaki anlamı nedir? </i></div><div><br></div><div>Çocukluğumda cenaze evlerindeki sohbetler hep dikkatimi çekmiştir. Yakınını kaybeden biri vardır. Aylarca o eve ziyaretçi akını olur. Biri “çok çekmeden gitti, ne güzel” der. Bir başkası, “ele ayağa düşmeden gitti hamdolsun” der. Öteki çoluk çocuğunun arasındayken vefat etmiş olmasının nasıl bir rahmet olduğundan bahseder. Şimdiki aklım olsa o cenaze evinde nöbet tutar, konuşulan cümleleri teker teker not ederdim. Oradan Dervişin Teselli Koleksiyonu çapında on cilt kitap çıkardı. <b>Dünyada bence teselli renkliliği bakımından Anadolu’nun eline su dökülemez. Her türlü acının yaşandığı bu topraklarda tesellinin de her türü vardır ve keşfedilip dünyaya yayılmayı beklemektedir.</b></div><div><br></div><div><i>Siz teselli eder misiniz?</i></div><div><br></div><div>Fıtratımın bir özelliği olsa gerek ilkokuldan beri insan teselli eden biriydim. <b>Dertli insanlar mı beni buluyor, ben mi onlara yöneliyorum, bilemiyorum ama mutlaka birileriyle teselli ilişkisine girerim ve kendimi bundan alamam. </b>Tasavvufta herkesin üzerinde tecelli eden “has esma”dan bahsedilir. Bu benim yaratılış gayem desem abartmış olmam. <b>İnsan kendi fıtratına uygun bir özelliğe dair çalışma yürüttüğünde mutlaka Allah yardım ediyor ve o gayreti bereketlendiriyor. Rum Suresi 30. ayette “Herkes fıtratına göre amel eder” buyruluyor. Umuyorum ki bu çalışma da benim fıtrat amelim olur. </b></div><div><br></div><div><i>Bu kitaptaki teselli kavramı biraz da terapi anlamında. Biz bu işi genelde psikologlarla ilişkilendiririz. Kitap ve teselli kavramları ne kadar yan yana duruyor sizce? Siz de bir psikolog olmadığınıza göre…</i></div><div><br></div><div>Kitapla teselli kavramı bence yan yana bile değil, iç içe duruyor. <b><u>Kitap demek teselli demektir. </u></b>Yıllar önce, kederli bir dönemden geçerken, şehirlerarası bir yolculukta, bir mola yerinde bir kitaba rast gelmiştim. Üzerimdeki etkilerini halen unutamam. Yazarı tanınmış değildi, adını bile hatırlamıyorum şimdi, kısmen acemice yazılmış da sayılırdı. Ama insan bir kapıyı çalmayagörsün, kapının ardından hemen bazı kıpırdamalar başlar. Kafa karışıklığı içindeydim, ayrıldığım kentin olumsuz hatıraları, varmak üzere olduğum yerde beni bekleyen sıkıntılar ruhumu daraltmıştı. O dar vakitte çalabildiğim tek kapı o kitaptı ve çıkmaza girmemek için tek çarem oydu. Ve okuduklarımdan öyle etkilenmiştim ki sanki o yolculuğu bir şehre değil, o kitabı bulmak için yapmış gibiydim. <b>Ben hayatımda düştüğüm neredeyse her sıkıntıdan kitapların el uzatmasıyla çıkabilmiş biriyim. “Her nimetin şükrü kendi türünden olmalıdır” denir ya, ben de bu şükrü eda edebilmek için, başkalarına el uzatabileceğini düşündüğüm bir çalışma ortaya koymaya çalıştım.</b></div><div><br></div><div><a href="https://mecitomurozturk.com/">Mecit Ömür Öztürk</a></div><div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEhkQWvjX2M4shDLTSpkaPMxIF6qsf7A8Vs2KUnZTzmCoAjFlgVa5AuT4L87YSGr6McuLmzqkASYgWSS_AYYXnYDZrow-3nXX2FtD1-TuDTuPPYf5VPMKWClZnRweCbniqUs0xatjXOsmeqH_wki2eOq35X9UKZ_6FAOfDSNsk_TxAjvDJbnqJ1kTjkhuzc" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;">
<img border="0" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEhkQWvjX2M4shDLTSpkaPMxIF6qsf7A8Vs2KUnZTzmCoAjFlgVa5AuT4L87YSGr6McuLmzqkASYgWSS_AYYXnYDZrow-3nXX2FtD1-TuDTuPPYf5VPMKWClZnRweCbniqUs0xatjXOsmeqH_wki2eOq35X9UKZ_6FAOfDSNsk_TxAjvDJbnqJ1kTjkhuzc" width="400">
</a>
</div><br></div>Ahmet Koyutürkhttp://www.blogger.com/profile/08039772760742250130noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-3471155774037006744.post-39567371885533239572023-08-24T19:54:00.006+03:002023-08-25T00:43:42.075+03:00DERVİŞİN TESELLİ KOLEKSİYONU 2'DEN BİR TESELLİ Ne kadar büyük de olsa keder,<div>Zaman kuşunun kanatlarına binip gider.</div><div>Aynı kuş getirir yeniden,</div><div>Sevinçli ve mutlu günleri..</div><div><br></div><div>Jean de La Fontaine</div><div><br></div><div>Mecit Ömür Öztürk</div><div>Dervişin Teselli Koleksiyonu 2<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEgjIv6x4iOgjDSMoOfugTmbvlwRpLWlimgsxLbRrgSgeU2xwv2P7wPhy4_rlOka6VsYZYbrOtHl5V-6uoGQNa9ytvoylF0PfiDgomV7-ESyHZpzN7B0pcMu1ABXTCDZPfSts_Vd7bVTq5PhmnMO0Fttg0flbX3kgMmRny2FpS1z-Us2Cat0jbSdsdCaJhs" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;">
<img border="0" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEgjIv6x4iOgjDSMoOfugTmbvlwRpLWlimgsxLbRrgSgeU2xwv2P7wPhy4_rlOka6VsYZYbrOtHl5V-6uoGQNa9ytvoylF0PfiDgomV7-ESyHZpzN7B0pcMu1ABXTCDZPfSts_Vd7bVTq5PhmnMO0Fttg0flbX3kgMmRny2FpS1z-Us2Cat0jbSdsdCaJhs" width="400">
</a>
</div></div><div><br><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEj5HlbrQgzsyp6Op8FFZDPEa6srlycsZ6NjZD475KuJKRcjxL2ghQ9ZNN2F7s2EuhBom4t0xb4tF8kbOTyA1wB4EQ6W_v6CgZAXdTITIKu6u2b7shFUagcAYwzoICXY_zTM15JqG08Ev6BtHthx1YCAproN1JmnZqWqeZBIAb25U6z0xQ7CZP6uTp_hgK8" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;">
<img border="0" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEj5HlbrQgzsyp6Op8FFZDPEa6srlycsZ6NjZD475KuJKRcjxL2ghQ9ZNN2F7s2EuhBom4t0xb4tF8kbOTyA1wB4EQ6W_v6CgZAXdTITIKu6u2b7shFUagcAYwzoICXY_zTM15JqG08Ev6BtHthx1YCAproN1JmnZqWqeZBIAb25U6z0xQ7CZP6uTp_hgK8" width="400">
</a>
</div><br><br><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEgbwUT_o9i3Ugb4_Wj8hMjcpZNZqE1jwNVVXLeawT4Qro8zRUib9lfmNExAX6CGCRcBbgG0lr62qvycrG6R2VcsE1zxV5iXIqdVi-5whDgQ-NEJWmAKU2DPtCMMihckAkJZlMBaVeVsHkOfVXWpkqYXbTsFtuyrX8Rsfqyd2qs80roumb7-g9uYt9y_fpc" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;">
<img border="0" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEgbwUT_o9i3Ugb4_Wj8hMjcpZNZqE1jwNVVXLeawT4Qro8zRUib9lfmNExAX6CGCRcBbgG0lr62qvycrG6R2VcsE1zxV5iXIqdVi-5whDgQ-NEJWmAKU2DPtCMMihckAkJZlMBaVeVsHkOfVXWpkqYXbTsFtuyrX8Rsfqyd2qs80roumb7-g9uYt9y_fpc" width="400">
</a>
</div><br><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEgc-8um3mrLbDE2b076IGz9jMgy2uFuwcvm_VE-h8_S1EH5GN-ByCW3fHo4G6570RldD-hU26xhPtA2GzC5L12lAvmKO1NEz0BR5n1O9MtNcg8qMc1Y4F16U9T5dhLl8ipxyPftQUkQ6niWSccgH5UQaJgbuQXMc-Wr13oEZXMIwlC1XRU7vbNZYekRMtw" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;">
<img border="0" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEgc-8um3mrLbDE2b076IGz9jMgy2uFuwcvm_VE-h8_S1EH5GN-ByCW3fHo4G6570RldD-hU26xhPtA2GzC5L12lAvmKO1NEz0BR5n1O9MtNcg8qMc1Y4F16U9T5dhLl8ipxyPftQUkQ6niWSccgH5UQaJgbuQXMc-Wr13oEZXMIwlC1XRU7vbNZYekRMtw" width="400">
</a>
</div><br><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEh-k_F64vxBzmP38kNT8K1PRI6jOF-rVJSqGoxKsVJwBINSjhGg1RsYr9jNnh8A3wfJnQnzqHCt1RulFi8Trl5AszzP-NzUUfKJ696XOUP_RMmQYWQ-hIK0lkX-kxv8vHiuXExdnGZQfUd7065zcjJmvWiGpsmdlkHalzOSCs2_edx5JMt2ca8y1prgVKQ" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;">
<img border="0" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEh-k_F64vxBzmP38kNT8K1PRI6jOF-rVJSqGoxKsVJwBINSjhGg1RsYr9jNnh8A3wfJnQnzqHCt1RulFi8Trl5AszzP-NzUUfKJ696XOUP_RMmQYWQ-hIK0lkX-kxv8vHiuXExdnGZQfUd7065zcjJmvWiGpsmdlkHalzOSCs2_edx5JMt2ca8y1prgVKQ" width="400">
</a>
</div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEhq6GmsYyrZiz5_aKe4PrnpErKgskFUANQGBNHs8Qg8j5zVCu05pOLmxGqUD1sRkb5W00pTnZTlONdOnXZ-mS_blylUNulb_kgyprE5kXp77ZdTQ1jc7jym8HXmuGQDIu1tMQOwBEpYhzNvgdT-9ze9GZ4lxtdKQsdTPKzM20z3pfb6lDpYZKx1ma3ZwZQ" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;">
<img border="0" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEhq6GmsYyrZiz5_aKe4PrnpErKgskFUANQGBNHs8Qg8j5zVCu05pOLmxGqUD1sRkb5W00pTnZTlONdOnXZ-mS_blylUNulb_kgyprE5kXp77ZdTQ1jc7jym8HXmuGQDIu1tMQOwBEpYhzNvgdT-9ze9GZ4lxtdKQsdTPKzM20z3pfb6lDpYZKx1ma3ZwZQ" width="400">
</a>
</div>29 Eylül 2022 okumalarımdan altını çizdiğim satırlar. </div>Ahmet Koyutürkhttp://www.blogger.com/profile/08039772760742250130noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-3471155774037006744.post-36460356974123943302023-08-21T14:08:00.008+03:002023-08-25T22:47:11.547+03:00ile<div><b>Bir tür ‘hesap’ çıkarmağa çalışacağım. Ama bir ‘bilanço’ olmayacak bu; sonuna ‘çizgi’ çekemeyeceğim, biliyorum. Bu ‘hesap’ sonucu bir ‘fatura’ çıkarmağa da niyetim yok -aslında, istesem bütün ‘maliyet’i kendi ‘hane’me yazabilirdim (kendimi suçlu bulmak, benim için olağan bir tutum -suçlamak kadar, en azından); ama, zaten ‘bedel’i ödediğime -ve ödeyeceğime- göre, buna da gerek yok.<br></b></div><div><br></div><div>***</div><div><br></div><div>İşin zorluğu burada hep : başka türden bir bilinçlilik gerektiriyor bizim ilişkimiz : hazır kalıplar, alışılmış düşünme ve davranma biçimleri hiç işimize yaramadıkları gibi, ket de vuruyorlar ilişkimize.</div><div><br></div><div>Her an, hep yeniden kurmamız gereken bir bilinç temeli üzerinde yürüyebilir ilişkimiz ancak. Bu aynı zamanda özgür bir temel : çünkü 'karar'ımız, 'isteğ'imiz, 'inanc'ımız hep bilinçli olarak ayakta tuttuğumuz şeyler olacağından; 'doğal' duygulara ve tutkulara dayanmadıklarından, onları her an kırıp atmak elimizde olacak.</div><div><br></div><div>Her an, 'artık istememeğe karar veriyorum', 'artık inanmayacağım', deyip, çekip gidebiliriz, ikimiz de</div><div>Sana o gün arabada söylediğim ve pek "kelek" bulduğun lafın anlamı da burada yatıyor: Bana kararsızlıkla gelmemelisin. geleceksen, özgürce ve bilinçli bir isteklilikle gelmelisin.</div><div>Bunların eksikliğinden dolayı yitirmedik mi yitirdiklerimizi?</div><div>- Dünyanın en zor işini yapıyoruz (ya da yapmağa çalıştık : hâlâ yapıyor muyuz? ... ) çünkü; o da şu: Şu boktan yeryüzündeki bütün düzenlemelerin engellemeğe çalıştığı, yasakladığı, cezalandıracağı bir ilişkiyi kurmak ve sürdürmek...</div><div>Bunu bilinçle ve özgürce isteme kararlılığına, hiçbir</div><div>kuşkuya yer tanımadan sahip olmazsak, nasıl kalkarız ki bu işin altından? ...</div><div><br></div><div>***</div><div><br></div><div><b>Şöyle bir ikilem yaşıyorum: Seni bütünüyle kendime istiyorum; ama senin özgür olmanı, bağımsız olmanı da istiyorum bana bağlı olmanı; ama, benden bağımsız olmanı... </b></div><div><b>Bunlar bağdaştırması olanaksız şeyler mi? </b></div><div><br></div><div>***</div><div><br></div><div>Bak, seni suçlayacak ( senin deyiminle “yargılayacak”) değilim —- kendimi zaten —- herzamanki gibi—- yeterince suçluyorum; ama ondan da kaçınmağa çalışacağım: Suçlu falan yok! -Çünkü, suç yok.</div><div><br></div><div>Güzeldi ve değerliydi yaşadıklarımız; kendilerine layık birer yer bulacaklar ikimizin de yaşamlarında: Hüzünleri eksik olmayacak__ama olsun: o l a c a k l a r ya!...</div><div><br></div><div>***</div><div><br></div><div><b>Yepyeni bir başlangıçtı, senin ile birlikte yaşamak istediğim, yaşamaya giriştiğim - yepyeni ve en baştan.-</b></div><div><b>Şimdi, bu hayalin ne denli olanaksız olduğunu kavrıyorum, yavaş yavaş (öteki evet "paldır küldür"dü!) - kişi geçirdiği koskocaman yaşamın yükünü omuzundan atıp, nasıl 'yepyeni'', 'en baştan' başlasın ki yaşama: sanki 'yeniden doğarak' - bunu istedim ben; olacağı yoktu - zaten (nitekim)olmadı da...</b></div><div><b>Olabilir miydi? - Bilmiyorum! </b></div><div><b>Ben hazır olduğumu söylüyorum; ama bundan da tam emin değilim - artık... </b></div><div><br></div><div>***</div><div><br></div><div>İki kişi, ilişkilerini o l d u r a c a k kadar kuramazlar ama öldürecek kadar bozabilirler, yaptıklarıyla. Bir de kendi haline bırakırlarsa, kurur gider ilişki- kendi kendine, ölür.</div><div><br></div><div>Şundan dolayı: İlişkinin uçlarında o kişiler vardır yalnızca- o, o ilişkidir; o iki kişinin ilişkisi… Biriciktir. – oysa, o iki kişinin daha bir sürü ilişkisi vardır, başka kişilerle. İşte, bu öteki ilişkiler, o kişiler yoluyla hep bulaşırlar onların ilişkisine- o zaman da saflığını yitirir, katışık hale gelir; bozulur, yazlaşır, ölür.</div><div><br></div><div>Demek ki, ilişki o iki kişinin yaptıklarıyla olamıyor, ama onlarsız da olamıyor- o iki kişinin kendisini sürekli bilinçlendirmelerini, yapmalarını, kurmalarını; başka yabancı şeyleri de sürekli ayıklamalarını, engellemelerini, uzak tutmalarını gerektiriyor.</div><div><br></div><div>***</div><div><br></div><div><b>"Birçok şeyi konuşmamız gerek" dedin. </b></div><div><b>Haklıydın: Önümüzde, sanki, çok zorlukla seçebildiğimiz, içinde nelerin bulunduğunu ise neredeyse hiç bilmediğimiz bir yeni alan açılmıştı daha önce hiçbir insanın dolaşmadığı bir balta girmemiş orman' gibi... 'Kâşifler' oluyorduk : ilk kez 'keşfedilecek' bir bölge vardı önümüzde.</b></div><div><b><br></b></div><div><b>Zaten, ta en başta (hatta, bir 'ilk tümce' olsun diye) şöyle düşünmüştüm:- </b></div><div><b>İlişkide neyin ortaya çıkacağını, ilişkiye giren kişiler önceden bilemezler-</b></div><div><br></div><div>***</div><div><br></div><div>Ve tabii yürümek - bu konuda kafamı nasıl bozmuş ol duğumu biliyorsun yürüme-birlikte yürüme... Daha ulu birşey bilmiyorum - Sevişmek bile bütün yakınlığıyla, yüceliğiyle, güzelliğiyle; ama patlayan ve sönen tutkusuyla heyecanıyla doyumuyla birlikte yürümekten daha üstün değil - hele bir de birlikte gidilecek bir yer (bir amaç bir erek) varsa...</div><div><br></div><div>Yürüyüş-</div><div><br></div><div>Ne kavram ama!...</div><div><br></div><div>***</div><div><br></div><div><b>"Korkuyorum - aynı şeyleri yeniden yaşamak istemiyorum" dedin: Önceden başkaları ile birlikte yaşadıkların vardı tabiî ki anılarında. Onlar şimdi yaşamaya girişme durumunda olduğun ‘yeniye' sanki, bulaşan, 'eski'lerdi. Oysa ilişki, ne kadar uzun sürmüş olursa olsun, sanki hep ‘yepyeni’ olmak zorundadır: Yeniliğini yitirip, bir kez eskilerin yinelenmesi hâline girerse, hiçbirşeye de yaramaz duruma düşer.</b></div><div><br></div><div>***</div><div><br></div><div>'Aşk' çünkü önemsiz; giderek değersiz birşeydir: kişinin 'başına' nedensizce, hatta, nesnesizce 'gelir' : n e d e n şu kişiye âşık olmuşsundur; kimdir âşık olduğun - belirsizdir - çünkü, yalnızca bir 'etkilenim', bir 'tutku'dur -işte : bir tutulmuşluktur...</div><div><br></div><div>Sevgi ise dünyanın en önemli; giderek de (enderliğinden mi acaba - herhalde... ) en değerli şeyidir-çünkü, kişinin bilinçle ve tam da belirli bir kişiye yönelik, bulunabileceği en yoğun ve en yalın-anlamlı; amaçlı - eylemidir.</div><div><br></div><div>Düşün: Sevgi, eylemdir.</div><div><br></div><div>***</div><div><br></div><div><b>- Şöyle düşün: Nasıl 'aşk' denen şeyin en son temeli ve nedeni yoksa, kişi de belirgin bir temel ve neden aramaksızın bir kişiyi sevmeğe karar verebilir - kendi dışından yönlendirilmeksizin, içinden çıkarak yönelebilir.</b></div><div><b><br></b></div><div><b>Peki bu, yapmacıklı -yapay giderek sahte- olmaz mı?" Hayır: yeter ki kişi gerçekten yapsın - kurar o zaman sevgiyi, sanki, yoktan vareder...</b></div><div><br></div><div>***</div><div><br></div><div><div>Sonra, "benim özgürlüğümü kısıtlama-" dedin.</div><div><br></div><div>- Bu çok temel (benim için en temel) belirlemeydi: İlişki, ilişkideki kişilerden birinin -hele, ikisinin birden- özgürlüğüne kısıtlıyorsa, hiçbir değeri yok demektir- hatta, tam bir değersizliğe düşmüş, demek…</div><div><br></div><div>İlişki, iki kişinin, birbirlerinin özgürlüklerini korudukları bir çerçeve olmalı- ilişkinin ‘dışı’na karşı, tabiî, ama, belki bundan da önemlisi, 'içi’ne karşı, yani kişilerin birbirilerine karşı…</div><div><br></div><div>Ama, nasıl?…</div><div><br></div><div>***</div></div><div><br></div><div><b>İlişkide utanca da yer yoktur. Utanç, temelde, kişinin kendini başkalarına olduğu gibi göstermekten kaçınmasıdır, oysa ilişki, iki kişinin kendilerini biribirlerine oldukları gibi göstermelerini gerektirir - her bakımdan...</b></div><div><b><br></b></div><div><b>Bunu yapmak çok zordur, biliyorum - belki de, son sınırında, olanaksız-; ama, sen de ben de, bunu doğallıkla, kendiliğinden yapabilecek duruma gelmedikçe, ilişki tam olarak kurulamaz.</b></div><div><b><br></b></div><div><b>İlişki ancak iki kişinin kendilerini karşılıklı ve tam olarak biribirlerinin ellerine teslim etmeleriyle kurulmağa başlanabilir çekincesiz, sakıntısız, utançsız...</b></div><div><br></div><div>***</div><div><br></div><div>(Ama sen, gene de dikkatli ol, ey Okur -</div><div><br></div><div>Burada yazdıklarım temelden yanlış, yanılgılı, ya da, en azından, yalnızca benim öznel düşüncelerim; dolayısıyla (sen benim burada yazdıklarımdan kendin için birşeyler çıkarmak istiyorsan), senin ilişkin için geçersiz, olabilir.)</div><div><br></div><div>***</div><div><br></div><div><div><b>Benim ile ilişkide olman, başkalarının gözünden bakınca, tedirgin ediyordu seni...</b></div><div><br></div><div>***</div></div><div><br></div><div>- İlişkimiz, oradaydı, vardı; ama, biz birarada değildik : sen benim yanımda değildin, ben de senin yanında</div><div><br></div><div>- İlişkimiz oradaydı; bizse, orada, değildik...</div><div><br></div><div>***</div><div><br></div><div><b>Sahici ilişkide hayranlığa yer yoktur; çünkü, sahici ilişkide, iki kişi, biribirini iyi tanır - ya da iyi tanımağa çalışır (lar)-; iyi tanınınca da, her kişide ne kadar 'büyüklük', yücelik varsa, bir o kadar da 'küçüklük', alçaklık olduğu görülür-görebilen, görür.</b></div><div><br></div><div>***</div><div><br></div><div>Sevmek, içini açmaktır.</div><div><br></div><div>***</div><div><br></div><div><b>"Lütfen merak etme lütfen, lütfen, lütfen" demişsin – kişinin elinde değildir ki merak etmemek, seviyorsa -</b></div><div><b><br></b></div><div><b>Senin o "lütfen"i üç kez yinelemen de bunun -bunu bildiğinin- göstergesi:-</b></div><div><b><br></b></div><div><b>Sevgi, çünkü, kişinin bütün yönelimlerini tek bir yere çevirir; bütün etkinliklerine tek bir yön verir: sevdiğine — sevdiği de, bunu, bilir...</b></div><div><br></div><div>***</div><div><br></div><div>Sevgi, bir kişinin, kendisini bekleyen bir kişinin kendisini beklediğini, bilmesidir.</div><div><br></div><div>***</div><div><br></div><div><b>Sana çok acı veriyorum" dedim, "-kötülük mü ediyorum sana?" - "Biribirimizi seviyoruz; bu yeter" dedin:-</b></div><div><b><br></b></div><div><b>'Acı vermek' - zorunlu muydu bu?...</b></div><div><b><br></b></div><div><b>Oysa ilişki hep hoş birşey olsun; sevinçli -sevinçle-yaşansın istenmez; dahası, gerçekten de öyle olmaz, öyle yaşanmaz, mı - bir 'mutluluk' kaynağı olarak?...</b></div><div><b><br></b></div><div><b>Öyle - ama şunu düşün:-</b></div><div><b><br></b></div><div><b>Kim(ler)den acı çekeriz, ve, kim(ler)e acı veririz? - Aldırmadığımız, boşverebildiğimiz, bizim için önemsiz insanların yaptıkları bize acı vermez; birisine acı verecek birşey yapmak için, oysa, ona önem vermemiz gerekir - yoksa, işte, aldırmayız, boşveririz...</b></div><div><b><br></b></div><div><b>Demek, ancak, sevdiğimize 'vere'biliriz, 'acı'yı...</b></div><div><br></div><div>***</div><div><br></div><div>Kişi ne kadar 'genç' olursa olsun, 'ilk' ilişkisi ilk ilişkisi değildir - ne kadar da 'yaşlı' olursa olsun, 'son' ilişkisi son ilişkisi, değil...</div><div>...</div><div>İlişkide anlamı belirleyen ve yer tutan, 'reel' zaman aralıkları ve uzam bölümleri değildir: her ilişkinin kendi bir iç' zamanı ve uzamı vardır; onların içinde oluşur - bu yüzden hiçbir ilişki, bir başka ilişkiden 'önce' ya da 'sonra' değildir; her biri, ötekilerle hem 'içiçe'dir, hem de onlardan 'apayrı'.</div><div><br></div><div>***</div><div><br></div><div><b>"Senden birşeyler beklerken, acı çektim; ama, seni bir yere oturttuktan sonra, rahatladım, acı çekmiyorum artık" dedin bana.</b></div><div><b><br></b></div><div><b>Bu 'memnun' da olmam gereken birşeydi, herhalde; ama, sana artık acı bile veremiyor muydum -senin bir 'yer'ine oturtulup kalmış, mıydım-</b></div><div><b><br></b></div><div><b>Bu düşünceydi, bana, acı veren...</b></div><div><br></div><div>***</div><div><br></div><div>"Boğuyorsun beni dedin, ben de seni aramamağa karar verdim- sonradan, bunu sana söyleyince de, "Ben seni hergün ararım" dedin.</div><div>İlişkinin yapısında yatan yoğun çalkantı çıkıyordu ortaya.</div><div><br></div><div>***</div><div><br></div><div><b>Aynı gün, peşpeşe, bana, "Seni istiyorum", ve, "Beni yalnız bırak" dedin; ben de öyle yaptım, "Seni bekleyeceğim" diyerek bekledim de, ama sen, gelmedin...</b></div><div><br></div><div>***</div><div><br></div><div>"Bilmiyorum ki..." dedin - pek çok durumda, pek çok konumda, ben de, öyle, neredeyse hep, bilinemezlikler içindeydim-</div><div><br></div><div>hep belirsizliklerle çevrilidir ilişki, diye düşündüm. sızarlar bile onun içine, diye.....</div><div><br></div><div>Sana ve bana ne kadar önemli bir iş düşüyor, o zaman, görüyorsun-</div><div><br></div><div>İlişkimizi, üstüne hep yeniden çullanan belirsizliklerden temizleyerek, hep yeniden, an hâliyle tutmak-bilinçlendirmek...</div><div><br></div><div>Onlar hep vardır, hep de çullanırlar ilişkimizin üstüne - bize de düşen, onlar hep yeniden ayıklayarak, onu hep yeniden kurmak...</div><div><br></div><div>***</div><div><br></div><div><b>Sık sık karşımıza çıkıyordu. "Unutamıyorum" - "Bunu asıl taşırım?"-"Aklıma geldikçe...", diyorduk, sen de ben de, kötü, zedeleyici, kırıcı; ilişkimiz açısından gereğinde yıkıcı olabilecek bir olgunun, olayın, eylemin anısıyla ilgili olarak - anılar ile ilişki arasındaki bağlantıyı düşünürdüm o zamanlarda:-<br></b></div><div><b><br></b></div><div><b>Anılar, garip ya işte, 'geçmiş şeylerin taşıyıcıları oldukları halde, şimdi-burada'ki ilişkinin en önemli temelini oluştururlar-'şu anda' kurduğumuz, hep, daha önce kurulmuşların üstüne kurulur, bunları 'şimdi'ye taşıyanlar da, anılardır. Bu bakımdan, her anı da, ilişki açısından, olumlu ya da olumsuz-ilişkinin kurulmasını destekleyici ya da köstekleyici- anlam yükleri taşır. Diyelim, senin ile benim, birlikte yaşadığımız hoş, güzel, mutlu olayların anıları, ya da, nahoş, çirkin, üzücü olayların...</b></div><div><b><br></b></div><div><b>Yani, belirli bir anlamda, bir ilişkiyle ilgili her anı, sanki bir duygusal etiket' taşır, onunla birlikte tutulur bellekte: "Ne iyi olmuştu..." / "Ne kötü olmuştu..."...</b></div><div><b><br></b></div><div><b>O zaman, 'anı' - 'ilişki' bağlantısında, ideal durum şu olurdu diye düşünebiliriz: İnsanda öyle bir anımsama (bellekte tutma/ bellekten silme) yeteneği olsaydı ki, ilişkideki iki kişi, her biri ayrı ayrı; ya da, konuşarak, anlaşarak, birlikte, ilişkilerine katılan anıları ayrıştırıp ayıklayarak anımsayabilselerdi-yani ilişkinin belleklerinde taşınan geçmiş duygu temelini -anlam yükünü- de kurabilselerdi...</b></div><div><br></div><div><b>Şöyle olabilirdi bu: Her anı, anlamının ilişkiye katılması -onu etkileme, yönlendirme, biçimlendirme özellikleri- açısından ele alınır, ilişkiyi yeğinleştirmesi/ yoğunlaştırması, yoksullaştırması/ zenginleştirmesi, alçaltması/ yüceltmesi bakımından değerlendirilir, bu değerlendirmenin sonuçları, ilişkinin bilinç temeline katılırken de, olumsuz anılar silinip, olumluları tutulabilirdi.</b></div><div><b><br></b></div><div><b>-Böyle birşeyin olamayacağı bir yana, acaba -bilgisel, zihinsel, hatta, psikolojik olarak- olanaklı olsaydı, olmasını istemek doğru olur muydu?</b></div><div><b>...</b></div><div><b>Bu yüzden kişilerin en çok çaba göstermeleri gereken şey, oluşturdukları ilişki konusundaki anılarına, hem kendilerinde, hem ötekinde, dikkat etmektir : kendi, neyi ne kadar çarpıttığına, ötekinin de anısında, neyin ne hâle girdiğine...</b></div><div><br></div><div>***</div><div><br></div><div>Birkaç kez, yapmak istediğin, yapmağa karar verdiğin, ya da yapacağın, birşeyden sözederken, birinci tekil şahısta konuştun: "...cağım"... Oysa bunlar ilişkimizi-yani beni de ilgilendiren şeylerdi. Sana 'ben' ile 'biz' arasındaki farktan sözettim:</div><div><br></div><div>***</div><div><br></div><div><b>"Beni vapura bindirecek misin?" diye sordun - "Evet Canım - herşeyi yapacağız birlikte" dedim ben de-</b></div><div><b><br></b></div><div><b>Oysa ne sen 'vapura binebilecek' haldeydin, ne de ben seni herhangi birşeye 'bindirecek' halde- uzaktan haberleşmek dışında, hiçbirşey yapamuyorduk, birlikte-nerede kalmıştı ki, 'herşey'i yapmak...</b></div><div><b><br></b></div><div><b>Gene de:</b></div><div><b>bekleyecektim,</b></div><div><b>bekleyecektin,</b></div><div><b>bekleyecektik...</b></div><div><br></div><div>***</div><div><br></div><div><div>''Ne kadar sürebilir bu?'' diye sordun, ilişkimizle ilgili; ben de, ''niceliği önemli değil, niteliği önemli'' dedim - sonra, ''hep böyle olabilecek miyiz - her şey öylesine değişiyor ki...'' dedin. Ben de ''Biz kendimiz - özgürce - değiştirebilirsek, olabilir'' dedim.</div><div><br></div><div>İnce bir dengeydi bu - saçma, belki, ama şöyle bir sonuca vardım, sonunda: -</div><div><br></div><div>İlişki için belirleyici olan, senin ile benim, zamansal olarak, n e k a d a r birarada bulunduğumuz değil, yaşamsal olarak, n e k a d a r şeyi birlikte geçirdiğimizdir - bunun da 'nicelik'le hiçbir ilgisi yoktur.</div><div><br></div><div>En uç durumu düşün: sen ile ben, hiç 'birarada' olmadan da 'birlikte' olabiliriz (biraz önce bunun üzerinde durdum:) - ben, tek başıma birşey yaparken seni düşünerek yapıyorsam, yaptığımı; sen de, tek başına birşey yaparken beni düşünerek yapıyorsan, yaptığını, birlikteyizdir.</div><div><br></div><div>Bu bir avuntu mu?</div><div><br></div><div>***</div></div><div><br></div><div><b>Kurulmuş, hazır bir ilişki, ilişkide olanlardan birinde meydana gelen bir değişiklikle başedemez-</b></div><div><b><br></b></div><div><b>Değişen kişi ile ilişkide olan kişi, ilişki ve öteki kişi konusundaki değerlendirmelerinde ve, dolayısıyla, eylemlerinde, ilişkinin 'eski kuruluş temeline dayanmak zorunda kalır-oysa, işte, öteki kişi, değişmesiyle, o temelin ötesine geçmiştir.</b></div><div><b><br></b></div><div><b>İlişki, artık, o değişikliği özümseyemediğinden, sanki, şaşkınlaşır, ortalıkta gezinmeğe başlar...</b></div><div><b><br></b></div><div><b>Bir de, bir adım ötesini düşün: 'Kişi denen varlık türünün, zaten, sürekli değişen -değişim içinde olan; yani olan ama oluşan (haydi, biraz daha sözcük-oyunu yapayım:)-olması değişme olan, bir varlık türü olduğunu (!) hesaba katarsak, ne oluyor, ilişki' denen varlık türü?...</b></div><div><b><br></b></div><div><b>(Görüyorsun, ey Okur, buralarda ne çok yanıtsız soru, ne çok çözümsüz sorun var - sana bir ipucu</b> <b>vereyim : bu kitabın sayfalarındaki boşlukları, oralara yazacak birşey bulamadığım için boş bıraktığımı varsay; ve, oralara yazılabilir olabilecek birşeyleri, kendin, düşün...)</b></div><div><br></div><div>***</div><div><div><br></div><div>Sana birkaç gün önce demiştim, "Sana hiç güvenmiyorum" diye - sen bana, "Sen bana tam olarak güvenmiyorsun dedikten sonra:-</div><div><br></div><div>Güven, ilişkide, çok temel bir yer tutar - tersinden başlayalım: Güvensizlik, naftalinlenmemiş yünlünün içine giren güve gibi (-ses benzerliği herhalde rastlantı!), delik- deşik eder ilişkiyi. İki kişinin karşılıklı güveni de temel taşı gibidir ilişkinin: onun üstünde sağlam durur.</div><div><br></div><div>Öte yandan, güvenin bir özelliği, sanki tek bir bütünlüklü tutum ('duygu' değil) olmasıdır; sanki, niceliği yoktur (-bak: yukarıdaki tümcede, "İki kişinin karşılıklı güvenleri" demedim: İki kişide aynı aynı bulunan birer 'duygu'-'güven duyma'- olduğu halde; ikisi için de bir ve aynı tutumdur bu; ya da ancak öyle olunca, güvendir), dolayısıyla, ya t a m olarak vardır, ya da h i ç yoktur.</div><div><br></div><div>- Bunu daha önce de (en başta) anlatmağa çalışmıştım sana:-</div><div><br></div><div>Şimdi, ilişkimizin -senin ile benim- ulaştığımız noktada, yokuş aşağı' iniş başlamıştı -'frensiz'...</div></div><div><br></div><div>***</div><div><br></div><div><b>"Birgün bir sevgilim olursa ne yaparsın?" diye sordun bana. Epey duraksadıktan sonra, "Bilmiyorum" dedim.</b></div><div><b><br></b></div><div><b>Bilmiyordum, gerçekten, ne yapabileceğimi.</b></div><div><br></div><div>***</div><div><br></div><div>"Kabullenme ve güvenme" üzerinde durmuşum (hep çıkıyordu bunlar, birer sorun olarak, ortaya, değil mi?) — sana güvensizlik duymamın —sana güvenmememin— kendime güvensizliğimin sonucu olabileceğini de düşünmüşüm:-</div><div><br></div><div>İlişkimizin sağlamlığına tam (gene!...) inansaydım, sana da tam güvenirdim — 'aldatılmak' da aklımın ucundan geçmezdi; kendime de, senin ile olan ilişkim içinde, güvensizlik duymazdım. Ama, işte, senin ilişkimizi —bizi— tam olarak, olduğu gibi ve olması gerektiği gibi, kabullenmekte eksik kaldığın sonucuna vardığım durumlarda; o 'kuşku kurdu' başuzatınca, bilgi eksikliğim, kıskançlık olup çıkıyordu.</div><div><br></div><div>İlişki, sallantılı hâle geliyordu.</div><div><br></div><div>***</div><div><br></div><div><div><b>Senin ile birlikte yapacağımız —yapacağımızı düşündüğümüz; biribirimize yapacağımızı söylediğimiz— ne çok şeyi yapmadık : bu da, herhalde, ilişkinin bir gereği:-</b></div><div><b><br></b></div><div><b>Olanaksızlıklarımız da katılır ilişkimize, olanaklarımız kadar—</b></div><div><b><br></b></div><div><b>Sen ile ben, ne çok şey hayal ettik, birlikte yapacağımız, yapmak istediğimiz, yapmamız gereken; ama 'hayal'in neredeyse sınırsız yayılım gücüne karşılık, ilişkinin 'gerçek'liği, çok belirgin, sınırlı, giderek dar bir uzam içinde oluştu.</b></div><div><br></div><div><b>Bu uzam da, işte, gittikçe belirginleşirken, sınırları açıklaşırken, garip ya, gittikçe daha sınırlı, daha dar bir hâle geldi...</b></div><div><b><br></b></div><div><b>— Çünkü kişiye —sana da bana da— tek bir ilişki yeterdi — olabilseydi...</b></div><div><b><br></b></div><div><b>— Ama, olamaz——</b></div><div><b><br></b></div><div><b>Hep çoğaltıp hep azaltır kişi, ilişkilerini — o yere; hiç çekincesiz, hiç kuşkusuz, kendisi olabileceği yere, ulaşamadan — kendisi de, hep çoğalıp hep azalarak...</b></div></div><div><br></div><div>***</div><div><br></div><div>İlişki, ötekinin, kişinin herşeyi olmasına yönelir hep; dolayısıyla, ilişkinin bu yanındaki kişinin ilişkide bulunduğu ve bulunabileceği yerlerden herhangi birinde başka bir kişinin bulunmasına, dayanamaz-iki kişinin yalnızca tek bir-biribirleriyle olan- ilişkilerinin bir başkasıyla olması olanaksız olduğundan dolayı da, sürekli, çekemezlikler, kıskançlıklar girer araya; giderek, ilişki kendi kendini kemirmeğe başlar.</div><div><br></div><div>***</div><div><br></div><div><b>"Bitirmek istemiyorum; ama, belki, sürdürdüğüm, bitmiş bir şeydir…"</b></div><div><br></div><div>***</div><div><br></div><div><div>Olanaksızlıktan yola çıkan ilişki, ne çok gerçeklik katetse de, yeniden olanaksızlığa varır, sonunda; son olanaksızlığı da, belki, ulaştığı en son gerçekliğidir.</div><div><br></div><div>***</div></div><div><br></div><div>"<b>Beni daha az sevdiğini hissediyorum" sonra, gene, "beni artık daha az seviyorsun" dedin bunu duymana yolaçan, aslında benim seninle ilgili olmayan bir 'ruh halim'di, ama ilişkimizi-benim ilişkimize bakışımı-da etkiliyordu bir tür karmaşa içinde olma duygusu-içinde, kendini tükenmiş hissetme; kendini sahteleşmiş hissetme gibi katkıları olan bir duygu.. </b></div><div><b><br></b></div><div><b>Bu duygu ilişkideki iki kişiden birinin üzerine çullanmışsa, ilişki tehlikededir:-</b></div><div><b><br></b></div><div><b>O da yorulur, bezginleşir.</b></div><div><br></div><div>***</div><div><br></div><div>"Ben buradan gideceğim" dedin- biraz sonra da, "yanlış yaşıyorum"...</div><div><br></div><div>"Nereye gidersen git, kendini yanında götürürsün" dedim ben de. - Kopuş noktaları belirginleşiyordu artık...</div><div><br></div><div>***</div><div><br></div><div><b>"Beni itiyorsun" diye seslenmişim sana, "nereden en iyi itebileceğini de, bilerek... Böyle bir ruh hali'ndeyken de şunu düşünmüşüm: "Beni sevip sevmediğinden bile emin değilim, artık-</b></div><div><b><br></b></div><div><b>Senden haber alamamak hem seni merak etmem açısından, hem de senin bana haber vermeyi önemsememen açısından, acı veriyordu.</b></div><div><b>Aldırmayabiliyordun-</b></div><div><br></div><div>***</div><div><br></div><div>Hani, çok önceleri, "Sadakat nedir?" diye sormuştun bana; ben de şöyle birşey söylemiştim;</div><div>'Sadakat', kişinin kendinde bir kişiye bir yer ayırması, ve o yeri hep onun için korumasıdır;</div><div>'sadakatsizlik' de, kişinin o yerin korunmasını savsaklamasıdır;</div><div>'ihanet' ise, kişinin, o yerine, başka bir kişiyi sokması-</div><div><br></div><div>***</div><div><br></div><div><b>Daha genel olan aldatma kavramına dönelim, şimdi şöyle düşün:-</b></div><div><b>İlişkide 'aldatma' olamaz, varsa da, ilişki artık yok demektir. M u t l a k (bak, bu sözcüğü bile kullanabiliyorum), tam bir dürüstlük ve açıksözlülük üzerine kurulabilir ilişki ancak bunlardan en küçük bir sapma bile, bütün ilişkiyi zedeler, yırtar, yokeder. Şunu düşün bir: Aldatabileceğin bir kişiyi sevebilir misin? - Aldatabiliyorsan, sevmiyorsundur-seviyorsan da, aldatmak elinden gelmez.</b></div><div><b><br></b></div><div><b>Giderek, kendini aldatmaktır çünkü, gerçek bir ilişkin olan kişiyi aldatman, ilişkinin olamamasıdır -senin de, sen, olmaman...</b></div><div><br></div><div>***</div><div><br></div><div>"Birisiyle konuştuklarını benden gizleme gereksinimi duyuyorsan, hiçbir ilişkimiz yok demektir" dedim sana:-</div><div><br></div><div>***</div><div><br></div><div><b>"Artık dayanamıyorum - kendimi faziletsiz hissediyorum" dedin, ben de, "Değersiz hiçbirşey yapmadık" dedim.</b></div><div><b><br></b></div><div><b>Nedendi o duygun? - Belki, şu: Senin ilişkiden beklediklerin ile benim ilişkiye kattıklarım, dengesizleşmişti- daha çoğunu bekliyordun; daha azını buluyordun...</b></div><div><br></div><div>***</div><div><br></div><div>İlişkimiz için, "Böyle sürerse kirlenecek" dedin; ben de, "Bunu söylemekle kirletiyorsun asıl" dedim:-</div><div><br></div><div>Bu kez de 'kir' - 'kirlilik'...</div><div><br></div><div>Ne zaman kirlenmiş hisseder kişi kendini?</div><div><br></div><div>***</div><div><br></div><div><b>İlişkiyi kurmak için ne az şey vardır, kişilerin ellerinde - oysa bozmak için ne çok bulunur, kendilerinde de, dünyada da, diye düşündüm, sonuna doğru giden ilişkimize bakarak. </b></div><div><br></div><div>***</div><div><br></div><div>Garip bir kararlılığın vardı-çekingenlikle çevrili bir kararlılık...</div><div><br></div><div>Bitirmek istiyordun ilişkimizi.</div><div><br></div><div>Epey konuştuk; ben, "Seni destekleyeceğim, ama bu yanlış" dedim : ileri sürdüklerine itiraz edemiyordum (özgürlük'ten ve yalnızlık'tan söz ediyordun), ama istemiyordum söylediklerinin doğru olmasını -sen, bana, kendi 'ilke'mi anımsattın (Bazı şeyleri (belki, her bir şeyi) yaşayıp bitirmek gerekir, yoksa, yaşanıp durdukça, bayatlarlar); bense, "S...yım ilkemin içine - ben seni seviyorum" dedim.</div><div><br></div><div>"Öyle yapmasaydık herşeyi tüketirdik" dedin. Ben de hak verdim sana-ama garip bir durumdu bu: İlişki artık yaşanmayarak nasıl olur da 'koruna'bilirdi yaşamakla gerçekleşmez miydi, ilkin?...</div><div><br></div><div>Ama işte, doğru yaşamak -yaşanmak- tüketir ilişkiyi -ilişki ancak yaşamakla varolur, ama, yaşandıkça da, tükenir-</div><div><br></div><div>Nasıl bir varlık yapısı gösteriyor, o zaman, bu durum:-</div><div><br></div><div>Tüketmek için mi varetmiştik onu?...</div><div><br></div><div>***</div><div><br></div><div><b>Sesin bezgin geliyordu - "Özledin mi?" diye sordum; "Bilmiyorum" dedin.</b></div><div><b><br></b></div><div><b>Bu, 'son'un gelmekte olduğunu imliyordu - hiç duraksamadan, hiç kuşkulanmadan, çekincesiz, "Özledim" diyemediğine göre, ilişkimiz tükenmeğe yüztutmuştu demekti.</b></div><div><br></div><div>***</div><div><br></div><div>"Sınıra dayandık" dedim sana- "İlişkinin kurulabileceği en uca - uçurumun kıyısına getirdi yol bizi şimdi geldiğimiz noktada, bizi buraya getiren yolu yadsımadan da, uçuruma düşmeden de, yürümeyi öğrenmeliyiz."</div><div><br></div><div>(Uçurum' eğretilemesi hep yeniden çıkıyordu ortaya, değil mi-ama bir bak şuna: 'uçmak fillinden geliyor, 'uçulacak / [birşeyin] uçurulabileceği ('uçurtma'!) yer' gibi bir anlama geliyor, galiba, 'uçmak fiili de herhalde 'uç'tan- 'ucuna gelmek...)</div><div><br></div><div>Bununla 'ara bir yol' bulalım, demek istemiyordum, biliyorsun: İlişkinin her bir ögesi yeterince kökten olmalıdır; ilımlılığa yer yoktur ilişkide - en küçük kaçınma, sapma, sulandırma öldürücüdür, ilişki için.</div><div><br></div><div>Ama sen "yalnızlığını istediği"ni söyledin - şunu kavradım o zaman uzunca bir süredir birlikte birşey yapmıyorduk - yapma yönelimlerimiz, kendi başlarına, ayrı yollar yürüyordu, artık.</div><div><br></div><div>Yani, ilişkinin temeli yitmişti.</div><div><br></div><div>"Peki" dedim ben de, "seni zorlamayacağım, sen kendin istersen geleceksin -ama bil ki gelmeni istiyorum."</div><div><br></div><div>***</div><div><br></div><div><b>"Aynılmalıyız" dedin - ben de. "Ayrılma tek kişilik bir edimdir, ayrılmak isteyen, ayrılır" dedim:-</b></div><div><b><br></b></div><div><b>Doğruydu da, tam doğru değildi: Bırakmaktır asıl tek kişilik edim olan, 'ayrılmak' ise, herhalde, her iki kişide de temelleri, nedenleri, yönelimi olması gereken birşey-iki kişi, ayrılır(lar); buradaki tekil/çoğul farkı da (en azından Türkçe'de) sınırda duran bir fark : Örneğin, üçüncü bir kişinin "onlar ayrıldı" demesi ile "onlar ayrıldılar" demesi arasındaki fark birincisinde, ikisinin ayrılmış olmaları ikincisinde de 'her birinin ötekinden ayrıldığı gibi bir bilgi içeriği var - yani, birincisinde, ikisinden birinin ötekinden ayrılması yeterlidir, 'ayrıl'ma için; ikincisindeyse ikisi birden, biribirlerinden ayrılırlar bu da, 'ayrılış'tır...</b></div><div><b><br></b></div><div><b>- Biz artık, ayrı olabiliyor idiysek, sen ile ben arasındaki şu 'i l e', artık, yok, demekti-</b></div><div><br></div><div>***</div><div><br></div><div>"Nereye gitmek istiyorsan, git" dedim sana - bu, hem bi 'temenni'ydi, hem de bir 'teslimiyet': Bana direnerek, benden kaçınarak, benim ile birlikte olmak istemeyerek bulunmayı seçebileceğin yerler konusunda, işte, başka bi şey yapamazdım:-</div><div><br></div><div>Gidebilecek idiysen, gidecektin; ben de, seni bırakabilmek idiysem, bırakacaktım</div><div><br></div><div>- ayrılacaktık...</div><div><br></div><div>***</div><div><br></div><div><b>"Birgün benim yüzümden acı çektiğinde -ki, çekeceksin- lütfen az çek..." dedin; bense, tutup, erkekler ile kadınların ilişkiden bekledikleri arasındaki fark konusunda ahkam kestim sana- tam bir budalalıktı, bu-</b></div><div><b><br></b></div><div><b>Bambaşka birşey düşündüğünü, çok sonra anlayabildim -sen düşündüğünü gerçekleştirdikten sonra....</b></div><div><b><br></b></div><div><b>Çektiğim çekeceğim-acının 'azal'mamasına çalışıyorum, şimdi</b></div><div><br></div><div>***</div><div><br></div><div>"Beni bir daha görmeyeceksin" demiştin, giderken-öyle de oldu</div><div><br></div><div><br></div><div>***</div><div><br></div><div><div><b>Seni hep yaraladım.</b></div><div><b><br></b></div><div><b>— O en başta farkına vardığım 'yaralılığın' da, birşeyler 'öğrenme'me yaramadı, işte...</b></div><div><b><br></b></div><div><b>Şimdi sayamayacağım kadar çok durumda sana söylediklerim, yaptıklarım (bazısını burada, bu kitap içinde dile getirmeğe çalıştım — biliyorsun onları), derinden acı verdi sana, biliyorum—</b></div><div><b><br></b></div><div><b>(Hani, bir akşam vardı, sen, inleye inleye, bitap düşüp — )</b></div><div><b><br></b></div><div><b>-Bunları affettirmem —senden özür dilemem— de, artık, anlamlı değil.</b></div><div><b><br></b></div><div><b>Bunların ne kadarı benim 'özel' - 'öznel'- budalalığımdan kaynaklanıyor, ne kadarı da ilişki denen şu garip şeyin kendi 'genel' —'nesnel'— niteliklerinden çıkıyor, bilmiyorum.</b></div><div><b><br></b></div><div><b>Tek bildiğim, başarısız olduğum—</b></div><div><b><br></b></div><div><b>(—Zaten, Ustam da, en başta alıntıladığım 'itiraf'ında, aynı şeyi söylemiyor muydu?!...)</b></div><div><b><br></b></div><div><b>Kuramadım onu, gereğince; sana da, yeterince, ulaşamadım -- bu 'beceriksizlik" yalnızca benden mi kaynaklanıyordu; onu da, bilemiyorum.</b></div><div><b><br></b></div><div><b>Muhtemelen, öyledir.</b></div><div><b><br></b></div><div><b>Ne sen, ne de ilişkinin kendisi—</b></div><div><b><br></b></div><div><b>Yalnızca ben sorumluyum, bu başarısızlıktan...</b></div></div><div><br></div><div><br></div><div>Oruç Aruoba / ile<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEiG8kQOTHtz1OZIQbcONO5HOVpjVOkstY3u37FXMqSYEXhHbwsvmihYZpOpLF2vomSlzFvZou-80XZsgql6Bfcf3GVisNDJP03cuJyuDiNnnIDzzMPaR6HNLQtzcRWdxUcpVP9VKJKycBgg6xudNVgVmwZqxX9MQA6ZXI7gasR8Fqg1bQzJFyAegGOb7QE" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;">
<img border="0" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEiG8kQOTHtz1OZIQbcONO5HOVpjVOkstY3u37FXMqSYEXhHbwsvmihYZpOpLF2vomSlzFvZou-80XZsgql6Bfcf3GVisNDJP03cuJyuDiNnnIDzzMPaR6HNLQtzcRWdxUcpVP9VKJKycBgg6xudNVgVmwZqxX9MQA6ZXI7gasR8Fqg1bQzJFyAegGOb7QE" width="400">
</a>
</div></div><div><br></div><div>"Yabancıdan da beter olma'nın ne demeğe geldiğini anladım", dedim sana, olmayacak bir raslantı sonucu, kaçınılamayacak bir biçimde yeniden yanyana geldiğimizde ve belirleyemeyeceğimiz bir süre yanyana durmak zorunda kaldığımızda - ne kadar zaman geçmişti, ayrılmamızdan...<div><br></div><div>'Soğuk' bile denemeyecek bir konuşma geçti aramızda sen, şakacı bir tutum takınmağa çalışıyordun; bense, suskunluğuma sığınıyordum - acı vericiydi, bütün hepsi...</div><div><br></div><div>Sonlara doğru, "Ne yapalım [bana taktığın özel adı yeniden kullanarak]" dedin, "O kadarcıkmış"— </div><div><br></div><div>Bu söz beynime saplandı hâlâ da orada duruyor- Sen, böyle birşey, söyleyebilmiştin, bana-</div><div><br></div><div>İlişkimiz için, böyle, diyebilmiştin-</div><div><br></div><div>Ne kalabilirdi ki, geriye?....</div><div><br></div><div>- Birden bir kötü düşünce düştü aklıma: Sen, acaba, benden, alabileceklerinin hepsini alıp, artık alabileceğin bir- şey kalmadığından mı, gitmiştin?...</div><div><br></div><div>Bazı söylediklerin bunu destekliyordu- Ama dayanılmazdı bu, benim için:-</div><div>Sen, nasıl olurdu da, beni tükettiğini düşünebilirdin-</div><div>ben, nasıl olurdu da, senin gözünde, tükenebilirdim?... Çevremde oluşan yoğun sessizlik de, aynı şeyi söylüyordu: sen, öyle yapmıştın:-</div><div>"O kadarcıkmış, işte" demiştin.</div><div>Kendi kendime uydurduğum birşey de değildi bu —</div><div>öyle</div><div>demiştin</div><div><br></div><div>Oruç Aruoba / ile</div></div><div><div>'Gürültü içinde sessiz, kalabalık içine yalnız"</div><div>Kaan Özkan, Notos Edebiyat Dergisi, Ağustos-Eylül 2010</div><div><br></div><div><b>Oruç Aruoba’nın metinleri her zaman yazılanla yaşanan arasındaki mesafeyi sorgulamaya yol açmıştır. Üstelik, bu mesafeyi kısaltmanın bir okurun düşeceği en büyük tuzağı hazırladığını bilmemize rağmen. Peki ama bir okur ya bu tuzağa bile bile düşmek istiyorsa? Ya aradaki mesafe, sanılandan azsa? İşte o zaman, insan kendi kendine şöyle sorular mırıldanıyor galiba:</b></div><div><br></div><div><b>Bu bir tahmin olacak elbette ama Oruç Aruoba’nın defterlerini okuyan herkes öznel bir tarihe şahitlik ettiği duygusuna kapılıyordur diye düşünüyorum. Yazdıklarınızı okumak, sizinle yan yana yürüyüp hayatı algılayışınıza tam da gözbebeğiniz hizasından tanık olmak gibi bir şey. Okurla aranızdaki bu yakın mesafeyi siz nasıl değerlendiriyorsunuz?</b></div><div><br></div><div>Okurlarım şimdiye dek ancak tek bir defterimi okumuş olabilirler; çünkü tek birini yayımladım—açılıp kapandığı, başlayıp bittiği belli olduğu için... Yoksa, aslında tek bir defterim var; yıllar içinde dallanıp budaklansa da, fiziki olarak şu kapaklar arasında, şu cilt içinde ayrı adlar almış da olsa, tarihsel sıra içinde, en azından gün-be-gün sürekliliği olan bir defter... Her yazar tek bir kitap yazar, dictum’undan önce, her yazarın tek bir defteri vardır, dictum’u daha da doğru herhalde. Kitaplarım, önce defterime yazdıklarımdan oluştu—önceden kitap olarak yazmayı tasarlayıp defterden ayrı olarak yazmağa giriştiğim kitaplardan hemen hiçbirini de bitiremedim..</div><div> “Öznel tarihe şahitlik etmek”—Evet, ama defterime yazarken, tuttuklarım güncel yapıp-etme kayıtları değil; onlarda yaşadıklarım yoluyla düşündüklerim, onlarda kaydadeğer bulduklarım...</div><div> “Gözbebeği hizası”-”yakın mesafe” konuları karışık: yazdıklarından hareketle bir yazara kişi olarak yaklaşmak zor iştir. Biryerlerde belirttiğim gibi, okur okuduklarının ardında bir kişi görür gerçi; ama bu, ‘asıl’ kişi ile çakışmayabilir, hatta bazen ona ters bile düşebilir. Bazı okurlarım gerçekten kendilerini bana “yakın” buluyorlar; ama bu benim kişiliğimden değil, onların kişiliklerinden dolayı öyle oluyor.</div><div><br></div><div><b>Okur karşısında bu kadar yalın olmak aynı zamanda bir sahiciliği de ifade etmiyor mu? Gerçi “sahici ben” diye halihazırda verili bir şey olmadığını bilerek ve sadece hesaplaşmanın apaçık yürütülmesini kast ederek soruyorum bu soruyu…</b></div><div><br></div><div>Yazdıklarımı hiçbirzaman “okur karşısında” yazmadım—yayımlanmaları birçok başka koşul gerektirdi. Wittgenstein’ın dediği gibi “kendimle kafakafaya vererek” yazdım; yazdıklarım çok sonradan ‘kitap’ olup iki kapak arasında, bir cilt içinde biraraya geldiler, “okur önüne” çıktılar.</div><div>“Yalınlık-Sahicilik” açısından, Simplex sigillum veri (Yalınlık hakikatın mühürüdür) diye bir eskil saygıdeğer deyiş vardır. O yalınlık düzeyine bazen ulaşabildiğim belki söylenebilir; ama bunun böyle olup olmadığını ben yargılayamam.</div><div><br></div><div><b>Bununla birlikte yaşanılanla yazılan arasında hep bir mesafe olduğunu/kalacağını da belirtiyorsunuz. Yazıyı var ya da vazgeçilmez kılan da bu mu sizce?</b></div><div><br></div><div>Yaşanan yazıldı diye değişmez; oysa öyle yazılmasını belirleyen öyle yaşanmış olmasıdır. Burada tabiî devreye dil girer—yaşanmışın düşünülmesi başka şeydir, düşünülmüşün yazılması, başka şey... Yalnızca şiirde düşünme ile yazma eşzamanlı olarak işler. Felsefede ise aralarındaki mesafe uzayabilir. Ben bunu epey kısa tutmağa çalışırım genellikle; bu yüzden olacak, kimileri düzyası olarak yazdıklarımı da “şiirsel” buluyorlar.</div><div> Bir örnek vereyim: Birgün, geri çeviremeyeceğim birisi, bana bir tavşan yavrusu armağan etti—hem de iki kez: birincisi ilk günün sabahına ölü çıkınca, ikincisini getirdi. Ben de ‘tavşan beslemeğe’ başladım. Ama ne yapmam gerektiğini bilemiyordum—örneğin, ne versem hemen büyük bir hızla yiyip bitiriyordu: bu yararlı mıydı; neyi ne zaman ne kadar yedirmeliydim?... Gidip Eminönü’ndeki ‘pet’ dükkânlarına sordum, “Tavşan Besleyene Kılavuz” gibi birşey var mı, diye; “Yok” dediler. Dönüş vapurunda, kafamdan geçen çeşitli düşünceler (... “havuç sever”... “güney balkonu”... “tahta kutular içinde”... “günde bir tane verebilirim”... gibi) arasından “Tavşan besleyen havuç da yetiştirmelidir.” tümcesi çıktı. Bu hoşuma gitti; bir de eğretileyebileceğim bir alan açtı; sonradan ‘aynı minval üzre’ yazdığım tümcelerle bütünlediğim kitabın ilk tümcesi oldu—tavşanımı, artık başedemediğim bir hale gelince, götürüp profesyonel yetiştirici olan birilerine verip bırakmak zorunda kaldıktan sonra, bütünlendi, yayımlandı.</div><div><br></div><div><b>Hani’deki “Yavaştır yaşamının anlamı” tümcesi, bugüne bir karşı çıkışın temsili gibi. Hızlandıkça anlamı/mızı mı yitiriyoruz bu çağda?</b></div><div><br></div><div>O tümce bir eleşiriden çok, bir saptama: Kişi yaşamını, yaşadıklarını ne kadar “hızlandır”dığını sanarsa sansın, yaşam hep kendi yavaş ve sanki ‘kendinden emin’ tempo’suyla, zamanında gelir ve yaşanır. Bu yüzden yaşamın tempo’sunu kurcalamamak gerekir. —Zen bilgeliği, “Herşeyin kendi yeri vardır” der: herşeyin kendi zamanı da vardır, diye ekleyebiliriz herhalde. Zaten değiştirilemez; ama değiştirmeğe—’önce’ye ya da ‘sonra’ya almağa—çalışmak da, birşeyleri bozabilir, zedeleyebilir, kırabilir.</div><div> O tümce bir de şunu belirtiyor, ya da öncelliyor: Yaşadığın birşeyin anlamını, o sırada, yaşarken bilemezsin, çoğunlukla; ancak senin anlamanın zamanı gelince anlarsın, o yaşadığının anlamını—bu da yıllar sonra gerçekleşebilir...</div><div><br></div><div><b>Ölümsüz olsaydık, yine de anlamlı olur muydu hayat — muhtemelen ertelediklerimizle?</b></div><div><br></div><div>Saçma bir soru—ama, bir sonraki soruyla bağlantı kurarak birşeyler geveleyeyim gene de: İnsan ölümsüz olmayı değil, ölümlü olmamayı ister (dinlerde, örneğin, sözkonusu olan, bu, şimdiki yaşamın sonrasız, bitimsiz olması değil; ölümden sonra, yaşamanın ‘başka bir yerde ve biçimde’ devam etmesinin olanaklı olmasıdır)... Hiçbir düşünme biçimi ölümü yadsıyamaz; ölümlülük insanın en temel ve en kesin verisidir—ölümsüz bir yaşam, bir saçmalıktır. Bazen düşünürüm, örneğin Homeros’un Olympos’daki Panteon’da ölümsüz tanrılar arasında olup-bitenlerle ilgili anlattıklarına komedi olarak bakabiliriz, trajedi olarak bakmak yerine—Zeus’a bir şaklaban olarak... Yaşam ancak ölümle anlamlıdır.</div><div><br></div><div><b>Yerleşik kanıların aksine, ölümle özgürlük arasında da bir ilinti kuruyorsunuz. Buna göre, özgürlüğün koşulu, yaşama olanağının ölümde görülmesine dayanıyor. Yaşama olanağı ölümde görülmediği takdirde nasıl bir tutsaklıkla karşı karşıya kalınır — bugün yaşadığımız “tutsaklıklar”a biraz benzemiyor mu?</b></div><div><br></div><div>Önceki sorudan devam edersek: “yerleşik kanılar” ne derse desin, bu “ilinti”yi kuran ilk ben değilim: Nietzsche ölüm bilinci üzerinde bütün bir erdemlilik/özgürlük kuramı geliştirir; Heidegger’de “ölümüne [doğru/için] varolmak” gibi bir kavram vardır. Ustam Bilgi Karasu da Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı’nda, iki ölüm olanağı ile özgürlük arasındaki ilişki üzerine, “efendi-köle” ilişkisi üzerinden bir irdeleme yapar.</div><div> İmdi, kişi ancak ölümün kesinliğini ve içeriksizliğini tam olarak yüklenirse, yüklenince, özgürleşme olanağına yaklaşabilir. Hem kişisel hem de toplumsal/tarihsel özgürlük biçimleri için geçerlidir bu. Çok çiğnenmiştir ama, Mustafa Kemal’in “Ya istiklal ya ölüm” ilkesi, üzerinde düşünmeğe değer: Bütün bir toplum, işgalcilerine karşı savaşmayı seçerek, toptan yokolmayı göze alarak, bağımsızlığını kazanmıştır. Bunun benzeşiklerini tek kişilerin yaşamlarında da görebiliriz.</div><div><br></div><div><b>Felsefenin kişisel bir çaba olarak başlayacağını, ama sonrasında bu yaşamsal merkezden uzaklaşıp salt hale geleceğini söylüyorsunuz. Bir filozof için nasıl bir süreç bu, arada yaşanan? Çünkü acılardan, kendine çelme takmalardan da bahsediyorsunuz…</b></div><div><br></div><div>Kurduğum tümceyi tam anımsamıyorum; ama “salt” sıfatını (senin kullandığın gibi; “mutlak” anlamında) kullandığımı sanmıyorum—belki, ‘bütün insanlar için geçerli’ demişimdir—’everensel’ sıfatını da pek sevmem...</div><div> Aslında bir sonraki soruyla aynı konuyu daha doğru soruyorsun; orada devam edeyim.</div><div><br></div><div><b>Tek bir insanın, kendine ait meseleler üzerinden uğraştığı/ortaya koyduğu felsefi yazılar genel’i, yani herkesi ilgilendirir bir hale nasıl gelebiliyorlar?</b></div><div><br></div><div>Burada sözkonusu olan, “tek bir insan” ile “genel” olarak insanlık arasında bir geçiş—sanki bir ‘tümevarım’—değil: sözkonusu olan, düşünen, kendi yaşamı üzerine düşünen bir kişinin, düşüncelerinin içeriğini, kendi yaşamının sağladığı yönelimden ayırarak—’genelleme’ ya da ‘soyutlama’ anlamında değil— bir insanlık durumu, bir insan yaşantısı olarak nesne edinmeğe; kavramağa ve kavramlaştırmağa çalışmasıdır. Bu iki “nesne edinme” aynı işlem olarak gerçekleşir—diyelim kişi kendi yaşamını allak-bullak eden birşey üzerinde; bunu da kendi ölümüne doğru, düşünürken, “Yaşam belirsizdir; oysa ölüm belirgin ve kesindir” gibi bir tümce kurabılır...</div><div><br></div><div><b>Gürültü ve patırtının içinde felsefe yapılabilir mi — ya da yazılabilir mi?</b></div><div><br></div><div>Yapılamayacağını söylüyorum—ama hep “gürültü-patırtı” içinde olduğumuza göre, felsefe düşünürünün ve yazarının onun içinde bir yer bulması gerekiyor. Bir yer—dostum Enis Batur’un alıntıladığım dizesindeki—“herkes uyuduktan sonra” vakti... Bu anlamda da “gürültü içinde sessiz, kalabalık içinde yalnız” olma olanağı...</div><div><br></div><div><b>Felsefeyle özellikle şiiri bir hayli yakın buluyorsunuz. Şiiri ayrıcalıklı kılan ne?</b></div><div><br></div><div>“Yakın” değil, neredeyse özdeş buluyorum. Şiir, felsefe için, tek ayrıcalıklı sanattır—bütün öteki sanat dallarını teker teker ve birlikte ele alıp, “genel” sanat içinde nasıl yanyana bulunduklarını ortaya koyabilince, şiir hep ayrı durur—hepsinin altında ya da üstünde, ama yanında değil... Şöyle: her bir sanat dalı kendine özgü “malzeme”siyle—kağıt, çizim, renk, taş, ses, vb— anlam kurar; oysa şiir anlamla anlam kurar—malzemesi de ürünü de anlamdır. Tabiî ki dili—sözcükleri ve tümceleri—kullanır; ama, bunlarla—onların anlamlarıyla—kurduğu, başka, yeni bir anlamdır. Kendine ‘verilmiş’ olan ‘doğal’, ‘gündelik’ dil içinde varolan, işleyen anlam birimlerini yeni bağlantılar içinde işleyerek, daha önce varolmayan anlam bütünlükleri kurar, yaratır. —Haydi bir küçük örnek: “duman”ın da “dağ”ın da ne anlama geldiğini biliriz; ya, bir dizede “dumanlı dağlar” kuruluşu geçince, ne anlarız—şair ne demektedir?...</div><div><br></div><div><b>Tümcelerinizden biri: “Felsefe yapmak, kişinin, gelmeyeceğini bildiği birisini beklemesine benzetilebilir.” Burada bir çaresizlikten çok, bir “rağmen”i okumak mümkün gibi geliyor bana?..</b></div><div><br></div><div>Ne “çaresizlik” ne “rağmen”—ikisinin de ötesinde birşey...—Haydi bir itirafta bulunayım: Bunu yaşamım içinde üç kez yaşadım: Issız bir deniz kıyısında; herkesin gittiği, otoyol kıyısındaki bir ‘ofis’te; ancak kar kaplı merdivenlerle ulaşılabilecek bir evde... Her seferinde, sevdiğim bir kişinin, oraya, bulunduğum yere gelmesini istedim, istiyordum; ama, bilerek: gelemezdi; isteseydi bile, orası zaten gelinemezdi; zaten benim orada olduğumu, onu beklediğimi, gelmesini istediğimi bile bilmiyordu—ama ben, beklentimden hiç vazgeçmeden, sürdürüyordum beklememi...</div><div> —Bazı haşarı öğrencilerim (sonradan anlattılar), “Bakalım nasıl bir işmiş bu” diyerek, herhalde kafa çekip tartıştıktan sonra, sabahın dördünde Barbaros Bulvarı’nın tepesine çıkarak, o saatte ‘gelmeyeceğini bildikleri’ Beşiktaş-Sarıyer dolmuşunu beklemişler...</div><div> Espri bir yana, felsefe gerçekten böyle birşeydir...—Bunu birkaç kitabımda çeşitli açılardan irdelemeğe çalıştım; ama, çok açık anlatabildiğimi sanmıyorum...</div><div><br></div><div><b>Okumaya-yazmaya/felsefeye-şiire bulaşmış birisi eğer sürekli yolda ise ve ömrü kendine doğru yürümekle geçecekse, bir başkası “ile” olabilmek ne kadar mümkün?</b></div><div><br></div><div>Çok zor ama olanaksız değil—yalnızca da “bulaşmış” olduklarımızda “ortak yanlan” var diye değil; belki tam tersi: iki kişi de ötekinin nasıl bir yolda ; nasıl bir “kendi”ye doğru yürümekte olduğunu anlamağa çalışarak (belki hiçbirzaman anlayamayacağını bilerek) yanyana yürümeyi yeterince güçlü bir biçimde isterlerse— —tuzağını görmedim sanma: Hayır, “aşk”tan sözetmiyorum; ama, “sevgi”den, ediyorum...</div><div><br></div><div><b>Bütün bu konuştuklarımız aslında hayatımızın bir özlemin peşinden gitmek olduğunu gösteriyor sanki?..</b></div><div><br></div><div>Özlem müthiş önemli bir ‘duygu’dur—bir ‘duygu’ olmadığını bile söylemek isterdim—bilgisel açıdan, düşün: orada olmayan bir kişiye yönelik bir ‘duygu’; “sevinç”le karşılaştır, birisini görünce ‘sevin’meyle... Hele, yukarıda üzerinde durduğum; “gelmeyeceğini bildiğin” olunca, özlediğin...</div><div><br></div><div><b>Ne kadar yerleşiktir Oruç Aruoba? Neredeyse bir seyyah denebilir mi onun için?</b></div><div><br></div><div>Çok fazla bilinçli olarak amaçlamadan, ama bir ‘yaşam eğilimi’ olarak, galiba, kendimi bütün yerleşikliklerimden kopardım yaşamım boyu: ‘ev kurmak’, ‘aile kurmak’ gibi aşamalardan da geçerek; seçtiğim ‘meslek’leri—en başta, bütün yaşamımı vermeyi amaçladığımı—da terkederek... Bir sayayım: Doğduğum evden—ve anne-babamın evlerinden—sonra, (hiçbiri benim “sahibi” olmadığım) on bir ev değiştirmişim... Bugünkü çağda hem anlamlı değil; hem de, kendine aykırı ‘finansiyel’ temeller gerektirirdi, ama, arada bir, istediğim yere süreceğim bir karavan; ya da, liman liman gezinebileceğim bir tekne düşlediğim olmuştur—hani, benim gençliğimde, Avrupa’ya gelip Almanya’dan ‘Volkwagen Bus’ satın alıp (burnundaki VW amblemini de ‘barış’ amblemiyle değiştirip, bir güzel de boyayıp) Katmandu’ya doğru yola çıkan Amerikalı “çiçek çocuklar”, hippy’ler vardı ya...</div><div> Başo’nun üç yüzyıl önce olabildiği gibi bir “gezgin” olmak isterdim, galiba—ama artık olanaklı değil— —zaten bacaklarım da, artık, yetersiz...</div><div><br></div><div><b>Gitmek mi, kalmak mı — hangisi mutluluktur? Hangisi olanaklıdır?</b></div><div><br></div><div>İkisi de olanaklı—zaten görüyorsun: İkisini de gerçekleştirenler, var. —Belki, anlamlı gördüğün yerde kalmak; anlamsızlaşan yerden, gitmek... “Mutluluk” pek önemsediğim birşey değildir.</div><div><br></div><div><b>Yol almaktan / Yol’a koyulmaktan neden bu kadar korkuyoruz? Geride bırakacaklarımızı arar olmak mı, yoksa karşımıza çıkacak olanlar mı bizi korkutuyor?</b></div><div><br></div><div>Alışkanlıkların sağladığı rahatlık, bu konuda en büyük ayartı—belki senin “mutluluk” diyebileceğin şey...</div><div> Heat diye bir film var; sıradan bir Hollywood yapımı; ama, benim oyunculuklarına önem verdiğim Robert de Niro ve Al Pacino’nun (galiba tek) ortak filmleri. Benim için önemli bir düşünce barındırıyor: Biri bir soyguncu, öbürü bir polis. Beriki ötekinin peşinde; bir noktada karşı karşıya gelip konuşuyorlar, biribirini iyi tanıyan kişiler olarak. Soyguncu, kendi ustasında ‘tevarüs’ ettiği bir yaşam ilkesini anlatıyor, polise: “Köşeden hararet (:heat: tehlike; peşinde olan, seni yakalamak isteyen silahlı kişiler) geldiğini gördüğün anda, beş saniye içinde, bütün bağlılıklarını terkedip ‘yürüye’bilecek durumda olmalısın.” —Bunu bir soyguncu ilkesi değil, bir yaşam ilkesi olarak alırsak, “Kendine aykırı bulduğun bir yeri hemen terkedebilir durumda olmalısın” diye ‘çevire’biliriz. Ben galiba buna benzer bir ilke uyguladım, yaşamımda: İsteyerek, hatta ‘seve seve’ girdiğim; ama, bir noktasında, kendime aykırı olduğunu, o hale geldiğini gördüğüm her bir ‘yer’i (pek öyle, “beş saniye içinde’ olmasa da) terkettim, ‘yürü’düm... Yani, amaç, “yola çıkmak/yol almak” değildi; “yerleşik” kalamamaktı—yoksa, çok ‘evcil’ bir adamımdır...</div><div><br></div><div><b>Yürümekten yorulduğunuz oldu mu hiç?</b></div><div><br></div><div>Hem de nasıl—yorgunluk, bezginlik, bıkkınlık belki en sık yaşadığım yaşantılardır; ama, hep, “kendimi ensemden tutup kaldıracak" gücü buldum kendimde şimdiye dek—şimdiden sonra, bilmem...</div><div><br></div><div>Oruç Aruoba / ile</div></div>Ahmet Koyutürkhttp://www.blogger.com/profile/08039772760742250130noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-3471155774037006744.post-38708462414662786532023-08-17T17:47:00.000+03:002023-08-17T17:47:56.618+03:00Son TrenBozkırın orta yerinde<div>diz çöküp toprağa</div><div>tren geliyor mu diye</div><div>kulak dayamış gibiyim</div><div>uzayıp giden raylara…</div><div>Gelen kapkara bir tren</div><div>hızla önümden geçerken</div><div>atlayıp ben de giderim</div><div>diye düşünürdüm eskiden,</div><div>her neresiyse gittiği yer.</div><div>Ses vermiyor şimdiyse raylar.</div><div>Sallanan son eller sallanmış,</div><div>uçup dağılmış son duman,</div><div>ne gelen var, ne giden,</div><div>kapanmış bütün garlar,</div><div>kalkıp gitmiş son tren.</div><div><br></div><div>(28 Ekim 2022)</div><div>Roni Margulies <div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEjVsvdx-UWapExKP32zq5JKxQxSiZghKYzOf9LGxLcQhSNMlUZ-2TUhnuIDWKb2XRZ9C_4Z4MWIYbb63lhMUTF_-lqxlw69uPIVtcCT4zaWAG95f60ZpQtYYhrDNDC7fI0BPXkmx1UoU4KjbWDy-oDOlp7oDSyvgYUbcqewu1vkpwyZchAcmoqddUi8MQ0" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;">
<img border="0" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEjVsvdx-UWapExKP32zq5JKxQxSiZghKYzOf9LGxLcQhSNMlUZ-2TUhnuIDWKb2XRZ9C_4Z4MWIYbb63lhMUTF_-lqxlw69uPIVtcCT4zaWAG95f60ZpQtYYhrDNDC7fI0BPXkmx1UoU4KjbWDy-oDOlp7oDSyvgYUbcqewu1vkpwyZchAcmoqddUi8MQ0" width="400">
</a>
</div><br><br></div>Ahmet Koyutürkhttp://www.blogger.com/profile/08039772760742250130noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-3471155774037006744.post-64617537454072138792023-08-17T17:42:00.000+03:002023-08-17T17:42:49.926+03:00Yolun Sonu<div>Uzun yol kaptanlarıyla</div><div>TIR şoförleri eskiden</div><div>çok garip gelirdi bana.</div><div>Git git bitmez yollarda</div><div>aylar yıllar boyunca</div><div>varamadan insan nasıl yol alır?</div><div>Şaşardım hep, nasıl sabreder,</div><div>nasıl dayanır sonsuz yollara?</div><div>Biliyorum ki şimdi oysa</div><div>(yaklaşırken yolun sonuna)</div><div>uzun yol dayanılmaz değilmiş,</div><div>yanlış düşünmüşüm onca zaman:</div><div>Hiç bitmemesi değil yolun,</div><div>bitmesiymiş korkutucu olan.</div><div><br></div><div>(30 Mart 2023, Perşembe)</div><div><br></div><div>Roni Margulies <div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEjMK3dpUOIQgwzrnuwZmzvI32hqgkxCRQyG0ncqls9G-zqW8B1qzJpwH_194t08Xvoo647ixqJzMSTJ-Eybt90lfBfwIbde2P6rbCrK27uSVdc7ksZF4hOkOJOWjk76_r8RQZUsK-ZQ3k6EHiVdYI0mwnwsbN1iVpzs7CD4zTNfwtX_2BRcQ9mR9MGGpvQ" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;">
<img border="0" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEjMK3dpUOIQgwzrnuwZmzvI32hqgkxCRQyG0ncqls9G-zqW8B1qzJpwH_194t08Xvoo647ixqJzMSTJ-Eybt90lfBfwIbde2P6rbCrK27uSVdc7ksZF4hOkOJOWjk76_r8RQZUsK-ZQ3k6EHiVdYI0mwnwsbN1iVpzs7CD4zTNfwtX_2BRcQ9mR9MGGpvQ" width="400">
</a>
</div></div><div><br></div>Ahmet Koyutürkhttp://www.blogger.com/profile/08039772760742250130noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-3471155774037006744.post-66088516260360133712023-08-17T17:20:00.001+03:002023-08-17T17:20:24.935+03:00Kamyonlar <div>Hafriyat kamyonları geçti dün önümden yine,</div><div>arka arkaya üç tane, dopdolu, tepeleme,</div><div>harf taşıyorlar bir yerinden kentin bir yerine.</div><div>Önde gidene g’ler yüklenmiş, e’ler ikincisine,</div><div>arkadakinde karışmış harfler birbirine.</div><div>Kim ısmarlar bunları?</div><div>Kim ne yapar bu kadar çok harfle?</div><div>Kamyon dolusu karmakarmaşık olasılık.</div><div>Teslim alıp birileri bu harfleri bir yerlerde</div><div>dönüştürebiliyor mu acaba anlamlı bir bütünlüğe?</div><div>Çok denedim, çok istedim, beceremedim ben. </div><div>Hep harf kaldı harfler elimde,</div><div>ne bir kelime oluşturabildim, ne de bir cümle.</div><div><br></div><div>(16 Aralık 2022)</div><div><br></div><div>Roni Margulies </div><div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEg0MaGAP_pMutFw_yxdXAgXdtvVNl9c72VOsBDyye4sEh-T07eeX9kTRsIqskMubuW60_Hp0aqUp89HZahYE_9zU42i8sV_y_r2_oOWvosEH2WghmAAPNX2wR5ytsNsjjEZKxoBU6kTobwsduUzR8_SDjAU1UTTT3R6xph2wcj4jY62ZYw0X1LUKUy9BU0" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;">
<img border="0" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEg0MaGAP_pMutFw_yxdXAgXdtvVNl9c72VOsBDyye4sEh-T07eeX9kTRsIqskMubuW60_Hp0aqUp89HZahYE_9zU42i8sV_y_r2_oOWvosEH2WghmAAPNX2wR5ytsNsjjEZKxoBU6kTobwsduUzR8_SDjAU1UTTT3R6xph2wcj4jY62ZYw0X1LUKUy9BU0" width="400">
</a>
</div><br></div><div><div>[Alper Görmüş] Yukarıda (25.11 tarihinde) “Kamyonlar” başlıklı ve hafriyat kamyonlarıyla ilgili bir şiir göndermiştim sana. Bu onun küçük oğlu:</div><div><br></div><div>Ö ve ü</div><div><br></div><div>Harfler döküldü hızla giden kamyonun kasasından,</div><div>uçuştular soğuk rüzgârda yerlerini arar gibi bir süre,</div><div>yol kenarına yığıldılar sonra. Bir ö çarptı gözüme,</div><div>ardından bir de ü gördüm. Dönüp sırtımı yürüdüm.</div><div>Bildiğim bir şeyin gerek yoktu altının çizilmesine.</div></div><div><br></div><div>Roni Margulies </div>Ahmet Koyutürkhttp://www.blogger.com/profile/08039772760742250130noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-3471155774037006744.post-60892816167338020002023-08-17T17:20:00.000+03:002023-08-17T17:20:04.985+03:00Birden<div>Tutunmuş ucuna uzun bir dalın</div><div>sorunsuz sandığı bir dünyada</div><div>usul usul salınırken rüzgârda</div><div>hafifçe sararmış bir yaprağın</div><div>kopup düşmesi gibi yere birden,</div><div>evlere yakın uçmayı seven</div><div>kıvrak, oynak bir güvercinin</div><div>hızla çarparak şeffaf camına</div><div>dışa doğru açılan bir pencerenin</div><div>baygın düşmesi gibi yere birden,</div><div>bana da bir şey oldu birden.</div><div>Nasıl oldu?</div><div>Ne zaman oldu?</div><div>Anlayamadım.</div><div>Hiç beklemiyordum.</div><div>Yaşlandım birden.</div><div><br></div><div>(27 Ocak 2023)</div><div><br></div><div>Roni Margulies <div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEjA6Nqpc05g1Tp5qNr9n5FlOV6doMPRieorWNQhzzBe3-YeB31WfbGOs4ksgsuF5XNEK_CJez8Z3hfEPbju-GHIBp5u2mSdtuNLLZkZgLk7xGKjmNDXygbBNb9yMHQPa2K7IpG4ZYya0HVyetGNgvv-h8-Difn6TAu-rOvb-FmG2z7G0lrMNlbAVT2fswI" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;">
<img border="0" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEjA6Nqpc05g1Tp5qNr9n5FlOV6doMPRieorWNQhzzBe3-YeB31WfbGOs4ksgsuF5XNEK_CJez8Z3hfEPbju-GHIBp5u2mSdtuNLLZkZgLk7xGKjmNDXygbBNb9yMHQPa2K7IpG4ZYya0HVyetGNgvv-h8-Difn6TAu-rOvb-FmG2z7G0lrMNlbAVT2fswI" width="400">
</a>
</div></div>Ahmet Koyutürkhttp://www.blogger.com/profile/08039772760742250130noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-3471155774037006744.post-78618007096141216392023-08-17T17:04:00.000+03:002023-08-17T17:12:01.076+03:00BAŞKASININ YÜZÜ Bekledim. Tüm kış üzerine basılıp duran, başını topraktan çıkarmak için bir işaret bekleyen, beklemekten başka yapacak hiçbir şeyi olmayan arpa filizleri gibi hissizce beklemeye devam ettim.<div><br></div><div>***<br><div><br></div><div>O sorunsuz geçen 8 yıldan sonra birbirimizden saklayacak hiçbir şey olmaması gerekirken, eğer bu sargılardan da kalın bir ifadesizliğin duvarları arasına hapsolmuşsam, artık senden bir şey istemeye de hakkım yoktu. Kimsenin kaybedilmemiş olanı geri istemeye hakkı yok. Yoksa, ilk baştaki asıl yüzümün de sonuçta bir çeşit kamuflaj olduğu fikriyle barışıp, daha fazla çabalamadan, durumu kabullenmek miydi doğru olan?</div><div><br></div><div>***</div><div><br></div><div>İşte bu şekilde, seninle aramızdaki yolu yeniden inşa etme arzusuyla, tam tersine seni yok etmeyi isteyen bir intikam hissi içimde durmaksızın birbirleriyle savaşıyorlardı. Sonunda ikisini birbirinden ayıramayacak duruma gelmiştim. Okumu sürekli sana doğrultuyor olmam benim için günlük bir alışkanlık halini almış ve aniden kalbimde bir avcının yüzü nakşolmuştu.</div><div><br></div><div>***</div><div><br></div><div>Yaralanmadan önceki yüzünüz şimdilik yakınlarınızın hatıralarında bir şekilde yaşamaya devam edecektir. Fakat zaman beklemez. Gitgide o hatıralar solacak.</div><div><br></div><div>***</div><div><br></div><div>Görünüşe göre bu yenilgi işinde giderek ustalaşmaya başlamıştım.</div><div><br></div><div>***</div><div><br></div><div>Bu da demek oluyor ki istesen beni hemen bırakıp gidebilirdin. Bunun benim için ne kadar korkunç bir şey olduğunu anlayabilir misin? Senin binlerce ifaden var fakat benim tek bir yüzüm bile yok.</div><div><br></div><div>***</div><div><br></div><div>Sana yaklaşmak ama aynı zamanda da senden uzaklaşmak istiyordum. Seni bilmeyi istiyor, aynı zamanda bilmeye karşı içimde bir direnç hissediyordum. Sana bakmayı istiyor, aynı zamanda bakmaktan utanç duyuyordum. Böylesi bir parçalanmışlık içinde, aramızdaki çatlak gitgide derinleşiyordu; bense kırık bir bardağı Avuçlarımın arasında tutup, dağılıp gitmesine engel olmaktan başka bir şey yapamıyordum.</div><div><br></div><div>***</div><div><br></div><div>Başkalarının nezaketi bazen sadece acı veren bir kendini borçlu hissetme duygusu yaratır.</div><div><br></div><div>***</div><div><br></div><div>Yüz denen şey son tahlilde ifade demektir. İfade ise... nasıl anlatmalı? Kısaca, başkalarıyla olan ilişkilerinizi gösteren bir denklem gibidir. Sizinle başkalarını bağlayan bir yol gibi düşünün. Bir heyelan olur da yolunuzun önü kapanırsa, ana yoldakiler, sizi metruk bir bina sanıp geçip gidebilirler.</div><div><br></div><div>***</div><div><br></div><div>Ben nasıl suya batıp çıkıyorsam, sen de tutunacak bir şeyler arayarak dalgalarla mücadele ediyordun belki de.</div><div><br></div><div>***</div><div><br></div><div>Plakların üzerindeki kanalları düşün. Bu kadar basit bir düzenekten bile onlarca tonda farklı ses aynı anda çıkabiliyorsa, insanın kalbinden iki farklı tonda ses çıkmış, çok mu? Elbette, bu beni şaşırtmamalıydı. Çünkü sen de pek çok parçaya bölünmüştün. Tıpkı benim gibi senin de varlığın çift taraflıydı. Eğer ben bir yabancının maskesini takmış bir başkasıysam, sen de kendi maskeni takmış bir başkasıydın. Kendi maskesini takmış bir başkası.</div><div><br></div><div>***</div><div><br></div><div>Kadınların, pergellerinin bir ayağını aşka sabitlediklerini söylerler. Doğruluğu biraz şüpheli olsa da, görünen o ki, kadınlar yalnızca aşık olduklarında mutlu oluyorlar.</div><div><br></div><div>***</div><div><br></div><div>Seni kaybetmek,sembolik olarak tüm dünyayı kaybetmek anlamına geliyor.</div><div><br></div><div>***</div><div><br></div><div>Muhtemelen kızgınsın, kendini aşağılanmış da hissediyorsun ama lütfen kendine hâkim ol ve gözlerini ayırmadan okumaya devam et. Bu ânı yara almadan atlatıp, bana doğru bir adım atmanı, nasıl çaresizce istediğimi bir bilebilsen. O mu beni yendi, yoksa ben mi onu? Her hâlükârda maskeli oyunun perdesi artık kapandı. Onu öldürdüm ve kendimi suçlu ilan ettim…</div><div><br></div><div>***</div><div><br></div><div>Ve çok iyi biliyordum. Artık senin üzerinde hiçbir hakkım olmadığı hâlde, bana zincirle bağlı bir kurban olduğun fikri, işime geldiği için uydurduğum koca bir yalandan ibaretti. Sen bu kaderi bir an olsun bocalamadan kendi isteğinle kabul etmiştin. Gülümsemeye geçerkenki o parıltın belki de en çok senin kendin üzerinde etkiliydi. Bu da demek oluyor ki istesen beni hemen bırakıp gidebilirdin. Bunun benim için ne kadar korkunç bir şey olduğunu anlayabilir misin? Senin binlerce ifaden var fakat benim tek bir yüzüm bile yok.</div><div><br></div><div>Başkasının Yüzü / Kobo Abe</div><div>Çevirmen: Barış Bayıksel / Monokl</div><div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEgbVQKFfNwUzvWJxM8A7hBztdwObMnyO7HEABxgCWycYS3TnuKNZa7a3_Tgkw8QG_NzFpJRRACmPnG1SBDvjBU_uyZJ8X9KXBglkVCU7y5t7oq51sBO7yEsY4d1p0TWFLaTIYsFqJjG4q5lZJCuMet6pmKBbiekKMvNXac9ySHvomQrwpd-SQMc2UtbLvo" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;">
<img border="0" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEgbVQKFfNwUzvWJxM8A7hBztdwObMnyO7HEABxgCWycYS3TnuKNZa7a3_Tgkw8QG_NzFpJRRACmPnG1SBDvjBU_uyZJ8X9KXBglkVCU7y5t7oq51sBO7yEsY4d1p0TWFLaTIYsFqJjG4q5lZJCuMet6pmKBbiekKMvNXac9ySHvomQrwpd-SQMc2UtbLvo" width="400">
</a>
</div><br></div></div>Ahmet Koyutürkhttp://www.blogger.com/profile/08039772760742250130noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-3471155774037006744.post-80105034383607618312023-08-16T15:05:00.001+03:002023-08-17T20:14:00.884+03:00ARKADAŞ ZEKAİ ÖZGER'DEN CAVİT KÜRNEK'E MEKTUPLAR<div> </div><div>Arkadaş Zekai Özger''den Mektuplar: "ama insanlardan umutsuzum, bıktım yıpranmaktan, eskimekten, yorgunum, şimdilerde dinlenmeliyim biraz, yeni serüvenlerin olasılığına atılamam. biraz toparlamalıyım kendimi."</div><div><br></div><div><br></div><div>MEKTUPLAR </div><div><br></div><div>İnsanları tanıdığımızda, izler kalır belleğimizde. Zayıf şişman, esmer sarışın, güzel çirkin gibi. Fiziksel özelliklerinden sonra gelir beyinsel veriler. Çünkü, fizik özelliklerin gözle görülür, elle tutulur kolaycılığı vardır.</div><div><br></div><div>Arkadaş'ı tanıdığım gün, sarı, soluk, kırılgan bir yaprakla tanıştığımı hemen anladım. Benzerler birbirini iter diye bir kanı geliştirilmiştir. Biz birbirimizi itmedik.</div><div><br></div><div>Tarih önemli mi? Belki yüzyıllar önce, belki dün, Arkadaş ile İzmir'de tanıştık. Birbirimizi sevdik. Hatta birbirimize “muhtaç” olduğumuz, biçim, öz ve gelecek umudu olduk. Aylarca mektuplaştık. O'nu ısrarla İzmir'e çağırıyordum.</div><div><br></div><div>“Gel, birlikte gidelim, bir deniz kenarı olalım” diyordum.</div><div><br></div><div>O, yaşamı boyunca hiç denize girmediğini, güneşte gövdesini yakmadığını yazıyordu.</div><div><br></div><div>“Gel” diyordum. “Bizi bir deniz bilir. Bir deniz bizi olduğumuz gibiliğimizle sarar, bağrına basar.”</div><div><br></div><div>Gelmedi...</div><div><br></div><div>Son mektupları, alınganlıklar ve haketmediğim suçlamalarla doluydu. Kendimi savunmadım. Suçlamalarında, elbette haklılık payı vardı. Ama, hangimiz yanlış yapmadık ki? Hala, neden yapıyoruz?</div><div><br></div><div>Birden kesildi arkadaşlığımız. Onu uzaktan izledim hep. Geçen günler, ona duyduğum sevgiyi azaltmadı. Ama, bir gün, ölümü mü, öldürülüşü mü, ne olduğunu bilemediğim bir kendime gelişle sarsıldım.</div><div><br></div><div>Yanlışlarımın en acı ve bağışlanması olanaksız olanıyla, deniz kıyılarında dolaşmaya çıkalı yıllar oldu.</div><div><br></div><div>Bir gün, onunla yeniden karşılaşacağımı umuyorum. Yanlışlığı, bir umut çiçeği gibi, tekdüze geçen günlerimle suluyorum. Mektuplarından küçük özetler çıkardım. Yüreğinin özsularıdır bu özetler.</div><div><br></div><div>Cavit Kürnek </div><div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEijTy54BBiKGureBeIHuJ-61Ccv2oTeurN574y69P1kmyO4geqHGemz3TGvQOkLinX9Fyv1yRdw0Qm_t-fxVmt4Sae8X-BXYa7BqPF-LMGL4kPHGMG-rbCYvwmmAtRNTb7YcumoyDwAbHoWPCh-UyjwXmW8hZt65yfwLm2iEWkjMblQAQ2MDRUKoKSxDYc" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;">
<img border="0" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEijTy54BBiKGureBeIHuJ-61Ccv2oTeurN574y69P1kmyO4geqHGemz3TGvQOkLinX9Fyv1yRdw0Qm_t-fxVmt4Sae8X-BXYa7BqPF-LMGL4kPHGMG-rbCYvwmmAtRNTb7YcumoyDwAbHoWPCh-UyjwXmW8hZt65yfwLm2iEWkjMblQAQ2MDRUKoKSxDYc" width="400">
</a>
</div><br><br></div><div>Mart 1969</div><div><br></div><div>– ben başkası için önemli bir insan olabilir miyim diyorum, ve artık başkası benim için önemli bir insan olabilir mi diyorum, ve artık ben kendim için bile önemli biri olabilir miyim diyorum.</div><div><br></div><div>– burnumda o hep kahrolası bordo kokusu, bir haftalık alkolik olmuştum, bir hafta her gece içiyordum, her gece içiyor ve her gece ağlıyordum.</div><div><br></div><div>– korkuyordum, kime yazsam kötü şeyler, çirkin şeyler yazıcaktım. kırıcı şeyler, oysa suçlu bile değildi onlar, suçlu ben miydim, neydi suçum, ne yapmıştım, günlerce bunu düşündüm, günlerce içtim ve bunu düşündüm, hayır ama. suçlu ben değildim, belki doğanın kötü bir oyununun değişmez oyuncularından biriydim, ben koymamıştım bu oyunu sahneye, bana yalnızca oynamam buyrulmuştu ve de iyi oynuyordum galiba ki rolüm yirmibir yıldır hiç değişmemişti,</div><div>hep yuh sesleri ve kötülük çiçekleri ile bezeli renksiz/ölü renginde ya da/buketlerle donalı o gala gecesinin hala bitmiyen oyununu oynuyordum, kalabalık korkunçtu, kalabalık korkunçtu ve iğrençti, 'niye bu denli güzel oynuyorsun' diyerek tükürüğe boğuyorlardı beni, biliyordum korkunç kıskançtılar ve benim oyunumu çekemiyorlardı, hepsi elimden almak istiyorlardı rolümü, ‘en az sencileyin başarılı oynarız’ diye bağırıyorlardı,</div><div>bırakmak istiyordum rolümü, istekliydim de buna, sahneden her çıkışımda kulise, rejisör o hep tiz ve kadınsı sesiyle 'git’ diye bağırıyordu, 'git, bu rol senin, bu oyun senin üstüne kurulu, sen başoyuncusun, git ve o berbat, bayağ rolünü sürdür, kimse sencileyin başarılı ve kötü oynıyamaz bu rolü’ diyordu, şaşırıyordum, hem başarılıymışım çok, hem kötü oynuyormuşum. böyle işte, suç benim de değildi, oynamam buyrulmuştu bana, oynuyordum.</div><div><br></div><div>– ama kalabalığı, o korkunç kıskanç, çirkin ve iğrenç kalabalığı hiç suçlamıyorum.</div><div><br></div><div>– deprem, burda her gün. bastığım her yer sallanıyor. /yoksa ben mi.</div><div><br></div><div>– aslında ben iyi değilim biliyor musun, kötüyüm, çirkinim, dost tutmıyan bir yüzüm var. benim yüzüm, korkutan hep. ve içimde hep o korku, ‘acaba’ diyorum... 'beni bir daha görse...'</div><div><br></div><div>– bak. dürüstçe söylemeliyim, senin her şeyini bölüşmeye hazırım, ve aldığım her payı bir giz gibi tutarım içimde, ama seninle her şeyimi bölüşebilir miyim./biriyle her şeyimi bölüşebilir miyim./elbette böyle güçlü bir dayanışmaya gereksinmem vardır benim de. ama insanlardan umutsuzum, bıktım yıpranmaktan, eskimekten, yorgunum, şimdilerde dinlenmeliyim biraz, yeni serüvenlerin olasılığına atılamam. biraz toparlamalıyım kendimi.</div><div><br></div><div>– elimde değil, böyleyim ben. acılarla geçen çocukluğum, yaşıyamadığım. ve o hep yaşıyamadıklarımla yoğrulu geçmişim, yeniyetmeliğim. gençliğimi eskiten rüzgar.</div><div><br></div><div>– herkesten ayrı şeyler bekleme benden, ah. ben herkesten biriyim./biri miyim./</div><div><br></div><div>– yazdığımız her tümce bir yüreğin bir yüreğe birşeyler sunması değil mi. sindirebilmeliyiz bunları.</div><div><br></div><div>– bursa'da doğmuşum, çocukluğum ve yeniyetmeliğimin ilk yılları bu kalleş kentte geçti, ben hiç çocuk olmadım diyebilirim, ya da bir çocuğun yaşıyabileceği hayatı hiç yaşamadım./ çocukluğum acılarla, yoksullukla ve hastalıklarla geçti./ benim hiç oyuncaklarım olmadı, anımsadığım tek oyuncak, babamın hastaneden çıktığı gün bana aldığı onbeş liralık bir bisikletti, sonra o da eskiciye satıldı, dingin, ağırbaşlı bir çocukmuşum o zamanlar da. hiç ağlamazmışım./ve galiba bu yüzden şimdi çok ağlıyorum./</div><div><br></div><div>– anlatıcak bir güzelliği olmadı çocukluğumun.</div><div><br></div><div>– lise üçteyken ailem ayrıldı bursadan. lisedeki son yılımı evli olan büyük ablamın yanında geçirdim./ablam ve eniştem cahildirler, yoksuldurlar ama bir işçi yüreği gibi temiz yürekleri vardır, üç kız çocukları var. ablam hep ’bir erkecik olsun' der. son umutları yeni doğumda.</div><div><br></div><div>– /çocukluğumda ve yeniyetmeliğimde hiç arkadaşım olmadı, (şimdi) ankarada üç yıldır korkunç bir yalnızlık içindeyim, intiharı (o hep bordo kokusu) düşündüğüm geceler çok oldu, ama bunu beceremiyecek denli güçsüzdüm./</div><div><br></div><div>– arkadaşlıklarımı eskitmem ben./sürekli arkadaşlıklarım hiç olmadı./</div><div><br></div><div>– her insan bir umuttur, ama her umut bir olasılıktır.</div><div><br></div><div>– artık yeni insanlar tanıma isteğim yok./hiç değilse şimdilerde yok./ üçgenin üç köşesi dolu./sahi benim bir üçgenim var. köşelerini hiç boş bırakmam, bazen kendileri düşerler, yenilerini buluncaya değin boş kalırlar o zaman, bu benim, “sevgi üçgenim” bana en çok yakın olan/yakın olduğum ya da/en çok sevdiğim üç insanla doldururum köşelerini üçgenimin./ şimdilerde bir köşesinde sen de varsın./</div><div><br></div><div>- yarın bolu'ya gidiyorum, boykot süresince evdeyim, artık güzel yemekler yiycem ve anneme ıhlamur ısıttırıcam.</div><div><br></div><div><br></div><div>13 Mart 1969</div><div><br></div><div>– kimseyi başkalarından duyduğum gibi tanımam, çünki kimse başkasını kendi tanıdığı gibi tanıyamaz./herkes kendini zor tanıyorken./</div><div><br></div><div>– kim ki kendini açığa komaktan korkmaz, o saygın bir insandır./ herkes kendi yorumunun cellatıdır biraz da./</div><div><br></div><div>– sevmek bir ince iş sonra.</div><div><br></div><div>sevgi, işte trajedinin kaynağı, yaşamın kökeni, insanı varkılan umut:</div><div><br></div><div>beni izimir'e çılgın gibi koşturan, bir güle baktıkça yürek kanatan, bir kuşa bakarken hüzünlendiren, bir kadınla yatarken çocuk gibi ağlatan, umudu dalında çürüten, acıyı dayanılır kılan, aşka merhem sürdüren, bir çıbanı irinle onduran, uyuz bir kediye baktıkça kanı kudurtan, 'hayır'lara 'evet'lerle direten, bir mektubu ısrarla bekleten, anneyi üreten, babayı coşturan, çocuğu güldüren, bir vagon penceresinden şaşkın baktıran, karı yüz derece sıcaklıkta donduran, güneşsiz bir gök gördükçe öldüren, öldüren, öldüren.</div><div><br></div><div>– sevgi, işte trajedinin ta kendisi.</div><div><br></div><div>– ah. kimler bilir bir yüreğin bir yüreği sevmesini.</div><div><br></div><div>– niye yeni insanlar tanımanın bana sevinç verdiğini anlatmaya çalışıyorum.</div><div><br></div><div>– ben çabuk severim insanı belki bundandır çabuk yıkılışım.</div><div><br></div><div>– alıştırdım kendimi ama. tanıdığım her insandaki o son'a. /o hep nasılsa gelecek olan son'un yenilgisine./alıştırdım kendimi, tanıdığım her insanda nasılsa geleceğini beklediğim o hep alıştığım, o hep beni yeni yeni yerlerimden yaralıyan son'un acılarına hazırladım kendimi.</div><div><br></div><div>– ben hedef tahtasıyım nasılsa bir kurşun da senden ne çıkar.</div><div><br></div><div>– bazı şeyler farkında olmadan alınır, vericinin güçsüzlüğünden çok alıcının antenlerine bağlıdır bu. ben herkeslerden birşey alırım, onların (kendimce) iyi, güzel yanlarını seçerim, yoksa da yakıştırırım, var gibi görürüm, küçük yanlarını yüceltirim, kendimde başkalaştırırım onları, yoksa nasıl dayanılır bu insanlara.</div><div><br></div><div>– o başaramadığın şeyin karşıtını dene bende, yani hiç istemediğin biçimde tanıt ilkin kendine./belki biraz öyleyimdir./sonra istediklerin gibi, ya da istediklerine yakın gibi durumlar bulursan sevin./ve sonra sev istersen./lütfen dene bunu, tanıdığın –hatta tanımadığın– bütün insanlar (eskiler de) iyi, doğru, dürüst, ince... değil, biliyorsun bunu sen de./böylece beni sana karşı daha özgür bırakmış olucaksın./</div><div><br></div><div>– ben de hayatımda bir kişiyi sevmiştim, sevgimin yüceliğinde bir yanılgıymış o./sevgili yanılgım benim./</div><div><br></div><div><br></div><div>29 Mart 1969</div><div><br></div><div>– her insan bir umuttur, ama her umut bir olasılıktır.</div><div><br></div><div>– sevgi öksüz bir çocuktur.</div><div><br></div><div>– aşkı iyi kullanmak gerek.</div><div><br></div><div>– yürek bayağ bir organ değildir./bazılarında bile olsa./yürekLER yoktur, yürek vardır, tek yürek, iyi, güzel, ama onu çirkinleştiren, kötüleştiren içinde taşıdığı kandır, kanın dolaşım biçimidir, kanın yürekten/duygudan/beyine/düşünceye/beyinden yüreğe vuruş biçimidir, ola ki bu yanlıştır, bir zorlamadır./herkesin damarları aynı genişlikte değildir.</div><div><br></div><div>Nisan 1969</div><div><br></div><div>– sahi bizim yüreklerimiz var bir de.</div><div><br></div><div>– böyleyimdir ben işte, üç mektupluk güzelliğimi, bir mektupta yitirtirim, sonra da büzülür, küfürler ederim kendi kendime, ilençlerim kendimi. – ince ve duyguluyumdur ben. öyle severim kendimi, birini anlıyabilmek için yeter mi bunlar, birine arkadaşlığı -dostluğu- o kutsal bakireyi verebilmek için yeter mi bunlar.</div><div><br></div><div>– mektubunu beklerken bir sevinci bekliyorum sanki, sanki küçücük gagalı, küçücük pençeli, kanatları beyaz bir kuşu bekliyorum, o kuş gelicek, avuçlarıma konucak, o küçücük gagasından birşeyler bırakıverecek, o hep beklediğim, o hep yıllardır beklediğim birşeyler. ah, biliyorum, sonra yine kaçıp gidecek ama kuş.</div><div><br></div><div>– Gittikçe zayıflıyorum, iskeletimin şiirini yazmalıyım.</div><div><br></div><div>– anneme söylemeliyim, beni yeniden doğursun.</div><div><br></div><div>– yok mu benim gözlerim.</div><div><br></div><div>– intihar eden adamın namazı da kılınmazmış.</div><div><br></div><div>7 Mayıs 1969</div><div><br></div><div>– ve görenlerin durmadan ağlıyor sandığı, grip gazisi gözlerim.</div><div><br></div><div>– uzat hadi yüreğini, sıkışalım, oldu mu.</div><div><br></div><div>– bu dünyadan arkadaş z. özger geçmedi.</div><div><br></div><div>Mayıs 1969</div><div><br></div><div>– ben her şeye neden gecikiyorum.</div><div><br></div><div>– hiç kimsenin soluğunu bu kadar yanımda duymamıştım.</div><div><br></div><div>– hiçbir şey olmadı, ve her şey başlangıç kadar güzel.</div><div><br></div><div>– bak bu yaz oraya, senin istediğin zaman gelebilirim, seninle, gider, bir deniz kıyısına çadır kurarız, iyi. olabilir gelirim. seninle peynir ekmek yer yaşarız. (peynir, kavun, ve rakı, seninle içeriz de.) Ama bunların hiçbirisi olmıyacak.</div><div><br></div><div>BEN yüzmeyi bilmem. denizi sevmem, çünkü yüzmeyi bilmem. bacaklarımı hiç mayo giyip güneşte yakmadım. ben mayo giymedim hiç. sağ bacağım topaldır benim ve incelmiştir. dokuz yaşındayken geçirdiğim hastalık. OSTOMYOLİT.</div><div><br></div><div>– off. ne zaman dinicek bu yağmur, ayakkabılarım da su alıyor.</div><div><br></div><div>– yazlık gömleklerimden birini/iki taneydi zaten/oda arkadaşım aşağı düşürdü, gecekondu çocuklarından biri aldı, evine kaçırdı, dün üstünde gördüm, bir de yelek giymiş, yakışmış kerataya, hoşuma gitti. iki mendilimi, dört çift çorabımı yıkamaktan bıktım.</div><div><br></div><div>– ben çok deniz oluştum, çok sandallar yüzdü bende, ama benim bana özgü, üstünde 'sarı kuş' yazılı sandalım olmadı, ve ben hiç, bir denizde yüzmedim.</div><div><br></div><div>– aslında hiçbirşey olağan değil, ne sen, ne ben olağanız, ne de sana ve bana benziyenler olağan, her şey olağanın dışında./öyle mi gerçekten/</div><div><br></div><div>– bu gece sana ihtiyacım vardı, sen yoksun, oysa yanıltıdasın belki de. kim bilir.</div><div><br></div><div>– evet bekle, benden bazı şeyler bekle, sana beklediklerini verebilmem için ömrümün 1/3 ünü verirdim./1/3 ü bana, 1/3 ü benim insanıma gerekiyor, (sahi ne demek 'benim insanım')/ – 'sarı kuş' yazılı sandala binmeliyiz./seni sandalda öpebilirim./ geceleri birlikte gezmeliyiz denizde, yıldızları saymalıyız, /yıldızlar sayılmaz, hasret uzakta./</div><div><br></div><div>– gece balıklar uyur mu. ben bilmem.</div><div><br></div><div>4 Temmuz 1969</div><div><br></div><div>– kurbanlar keseyim, kanlar akıtayım kara sineklerden, kara kedime bayram diye.</div><div><br></div><div>– hiç avunmadım 'yalnızlığımın tan rengi bilinci' ne.</div><div><br></div><div>– çok oldu, uyuştum, kaskatı kesildim.</div><div><br></div><div>– bi türlü beceremedim 'veda töreni' hazırlamayı, yapamadım.</div><div><br></div><div>– zaman neleri yitirmez ki. öpülesi bir ağzı nasıl da erkenden kırıştırır zaman, neler yaşar biran'ın içinde, neler döner, neler, nasıl da biçimlenir, ne yüzyıllar değişir, ne çağ aşınır.</div><div><br></div><div>– çok çabuk geçti an. oysa ne yüzyıllar değişti, ne çağlar aşında bende, her şey yaşadığım, her şey alıştığım, bildiğim, her şey benimle.</div><div><br></div><div>– bu kimin an'ı böyle.</div><div><br></div><div>– hani birşey vardı, biryerlerde duracak olan, hani artık hep o yerlerde duracak olan ve onu ordan alıp yere çalmak istesek de ne sen, ne ben başaramıyacaz bunu diye birşey. işte o şeyi, yeniden, saygıyla öpüyorum ben.</div><div><br></div><div>- onbir temmuzdan sonra yeniden ankara'da kimsesizliğimle umudumu tokuşturacağım, ve artık hiçbir yabancıdan mektuplar beklemiycem ve kendikendime mektuplar yazıcam.</div><div><br></div><div>- sevgili acı. bugün ne de güzelsiniz.</div><div><br></div><div>Arkadaş Zekai Özger <div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEhnOR6SU3vbjUssA3AGGNt70DtcODzDG4F0kB0y00kn73y7jGGwwR-ApzDzn7Smtk67QlliUiZQpYFg2o2pr3kkMeZ_9rXFOf-lDB3Vsh6pBK5tyhQaLJciBHp4DBpzn7HrWXWJ_W6iJmF6Vue85rS-5T_6dWnlhOKFrOf4w1GNN8bdOlBM1UGb1dy1rpA" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;">
<img border="0" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEhnOR6SU3vbjUssA3AGGNt70DtcODzDG4F0kB0y00kn73y7jGGwwR-ApzDzn7Smtk67QlliUiZQpYFg2o2pr3kkMeZ_9rXFOf-lDB3Vsh6pBK5tyhQaLJciBHp4DBpzn7HrWXWJ_W6iJmF6Vue85rS-5T_6dWnlhOKFrOf4w1GNN8bdOlBM1UGb1dy1rpA" width="400">
</a>
</div></div><div><br></div>Ahmet Koyutürkhttp://www.blogger.com/profile/08039772760742250130noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-3471155774037006744.post-42325643582307232092023-08-16T14:42:00.001+03:002023-08-24T00:55:38.430+03:00DENİZ KIZI İÇİN ŞİİRLER<div>sunu</div><div><br></div><div>bedenini bir dünya haritası gibi dizlerime</div><div>serip de, yollar aradım yürümek için</div><div><br></div><div>içime çekmek için hava, koklamak için çiçek</div><div>ve bir kadın, yaşamı benimle bölüşecek</div><div><br></div><div>sevdiğim şeyleri sevecek, bir incir ağacından</div><div>damlayan süt dolarken memelerine</div><div><br></div><div>çocuklar doğuracak, kara gözleri</div><div>dünyaya bıkıp usanmadan sorular soran</div><div><br></div><div>kendiyle yüzleşmekten çekinmeyen, doğayla</div><div>ve insanla sonuna dek barışkın…</div><div><br></div><div>yüzünü ak bir kitap gibi ellerimde</div><div>açıp da, umutlar aradım yaşama ilişkin</div><div><br></div><div>uçurumların yamacında kök salacak ağaçlar</div><div>boğulanlara uzanacak bir kol belki</div><div><br></div><div>bunun için sevgilim, seninle başlattım bu şiiri.</div><div><br></div><div>şiir 1</div><div><br></div><div>sen bir deniz kızısın, saçları</div><div>düşlerimin erimince uzayan</div><div>yağmurda kıpırtılı, güneşte gümüşsün</div><div>bir yakamoz ağı, geceyle atılan</div><div><br></div><div>sen bir deniz kızısın, doğanın</div><div>yüzgörümlüğü olsun diye bana sunduğu</div><div>allayıp pulladığı ayışığının</div><div>yelin, terkisine atıp kapıma koyduğu</div><div><br></div><div>sen bir deniz kızısın, yaşamla ölümü</div><div>iki kaşının arasında öpüşür buldum</div><div>yaşamı seçtiysem sensin nedeni</div><div>ölümdeki sonsuzluğa seninle erdim…</div><div><br></div><div>şiir 2</div><div><br></div><div>sen yollara yürürsen, çiçekler de yürür</div><div>şaşarım gülüşünün ardından güneş doğmazsa</div><div>bir çocuk, kapıları kırıp kırlara koşmazsa</div><div>o ufuk çizgisinin düşüncesiyle özgür</div><div><br></div><div>bedeni ışık olup da yüzüme akan düş</div><div>eğninde samanyolu, ülker, çobanyıldızı</div><div>o uzak kıyıların, mersinlerin kızı</div><div>deyin ki, şairin yüreğinde açan bir gülmüş…</div><div><br></div><div>şiir 3</div><div><br></div><div>günlerce gözlerinin aylasında</div><div>dağılıp, devindi bütün biçimler</div><div>kimi bir çocuk sevinci buldum orada</div><div>kimi de uçsuz bucaksız keder</div><div><br></div><div>günlerce gözlerinin aylasında</div><div>dönüp durdum bir gece kelebeği gibi</div><div>kanına sinmek için, o ipek soluğuna</div><div>işığına gömüldüm de yaktım kendimi…</div><div><br></div><div>şiir 4</div><div><br></div><div>seviyorum, ırmaklar gibi boşanıyor</div><div>bu sözcükler yüreğimden</div><div>deniz oluyor da sonra, köpürüp inleyen</div><div>bütün kıyılarımda saçların uzanıyor</div><div><br></div><div>seviyorum, hiç solmayan bir çiçeğe</div><div>dal olmanın sevincini duyar gibi</div><div>uçsuz bucaksız gökyüzü belki</div><div>senin kanatlandığın bir mavilikte</div><div><br></div><div>seviyorum, bu sevdanın seninle</div><div>bitmeyeceğine inanacak kadar</div><div>yüreğimi dolamadım ki ben telörgülerle</div><div>sen gidersen, sana benzeyenler var…</div><div><br></div><div>şiir 5</div><div><br></div><div>ellerini tutarken kanın sızıyor damarlarıma</div><div>gözlerinle gözlerim arasında incecik bir köprü</div><div>kuruluyor ve üstünde iki yürek düşe kalka</div><div>yürüyor, kirpiklerinin kıvrımlarına düğümlü</div><div><br></div><div><b>usuldan bir yağmur başlıyor sonra</b></div><div><b>bir damla düşüyor aramıza ve giderek bir ırmak</b></div><div><b>oluyor da, biz iki ayrı kıyıda</b></div><div><b>bakışıp duruyoruz el sallayarak…</b></div><div><br></div><div>şiir 6</div><div><br></div><div>bedeninin her noktasından söz alıyorum</div><div>öpmek için, uğurlarken seni ayrılığa</div><div>boğazımdaki taş güle dönüşüyor</div><div>öyle görünüyor, dudaklarımın ucunda</div><div><br></div><div><b>beni böyle anımsa, böyle düşün istiyorum</b></div><div><b>gülümseyen bir adam, ağlar gibi, sarsak</b></div><div><b>anla ki, yitik bir ülkeyi korumaya benzer</b></div><div><b>bir şairin sevgilisi olmak…</b></div><div><br></div><div>şiir 7</div><div><br></div><div>okyanusun taşması bile bir damlanın günahıdır</div><div>ki sen bir ırmaktın yaşamımda</div><div>bütün çelişkilerin barıştığı bir alan</div><div>aykırı bir düş, bütün karabasanlara</div><div><br></div><div><b>bir çiçeği sıkıştırıp dudağımın ucuna</b></div><div><b>tek bir söz söylemeden insanlara seni soruyorum şimdi:</b></div><div>o ki, yürek gönderlerine her sabah çektiğim bayraktır</div><div>ölümden sonra inandığım tek dünya… görmediniz mi?</div><div><br></div><div>şiir 8</div><div><br></div><div><b>seni gülüşü gül olup da açan kız</b></div><div><b>uzandığım her kapıda yüzümü saran esinti</b></div><div><b>seni, yürüyüşü yağmur, kokusu nergis</b></div><div><b>seni, turuncu düş, seni deniz mavisi…</b></div><div><br></div><div>eksik kalmış tek sözcüğü uzun bir şiirin</div><div>bir dalın açmamış o son tomurcuğu</div><div>yüreğime selamsız sabahsız girdiğin</div><div>belli, geçerek o dikensiz yolu</div><div><br></div><div>seni, yaz günleri topraktan tüten buğu</div><div>o bir anlık, bir solukluk yağmurlardan sonra</div><div>seni, sevincin yangını, acının külü</div><div>gittin artık, bu şiirler kaldı bana</div><div><br></div><div><b>gittin artık, ardında mavi bir tütsü</b></div><div><b>saçarak, geniş ufuklarından sonsuzluğun</b></div><div><b>ey kara sevdalarımın göçmen kuşu</b></div><div>diyemem istesem de, seni unuttum…</div><div><br></div><div>şiir 9</div><div><br></div><div><b>gene şiirlere dönmeliyim, dargın ve uzak</b></div><div><b>bir gülüşü parçalayarak içimde</b></div><div><b>yaşamım hep böyle sürüp gidecek</b></div><div><b>karşılıksız soruların bildik seyrinde</b></div><div><b><br></b></div><div><b>gene şiirlere dönmeliyim, yenilmiş</b></div><div><b>binlerce kez taşlanmış bir adam olarak</b></div><div><b>şiirde kazanan aşkta yitirirmiş</b></div><div><b>zar tutanlar gülebilirmiş ancak</b></div><div><b><br></b></div><div><b>gene şiirlere dönmeliyim, öyle kırgın</b></div><div><b>öyle yalnızım ki, sığmıyorum sözcüklere</b></div><div><b>gene şiirlere, şiirlere sevgilim</b></div><div><b>burgaçlar yaratarak yorgun beynimde…</b></div><div><br></div><div>şiir 10</div><div><br></div><div>yazıya dökülmemiş masallar, saza vurulmamış türküler gibisin içimde</div><div>unutulmaya yakın, bir köşede saklanan</div><div>uyanılmış düşler gibisin gecenin bir yerinde</div><div>sabah olunca kopuk kopuk anımsanan</div><div><br></div><div>yüreğime oyalar işledi sevdan, turuncu, mavi</div><div>ipekten portakallar, deniz köpükleri, ama</div><div>bütün turuncular donuk kırmızıya</div><div>ve bütün maviler mora dönüşüyor şimdi..</div><div><br></div><div>şiir 11</div><div><br></div><div><b>yardım et bana, çıkayım bu uçurumdan</b></div><div><b>biraz da senin ellerinle kurtulur dünya</b></div><div><b>sen beni seversen çocuklar büyür</b></div><div><b>karşılık bularak bütün sorularına</b></div><div><br></div><div>yardım et bana, çok acı çekiyorum</div><div>bu şiir her sözcüğüyle bir yara bende</div><div>nasıl ki, yayından fırlayan ok</div><div>yatağına gerisin geri dönerse</div><div><br></div><div>sensin, sevgilimsin, beni bilirsin</div><div>usandım artık dünyayı sorgulamaktan</div><div>yardım et bana, kendimle barışayım</div><div>kanıtlar devşirerek taştan, topraktan..</div><div><br></div><div>şiir 12</div><div><br></div><div>şair, sevmedi seni o esmer çiçek</div><div>bu sevdada konuşacak şimdi ne kaldı?</div><div>o havva ki, adem’i kaburga kemiğinden</div><div>bir kez olsun yaratmadı</div><div><br></div><div><b>şair, sevmedi seni o esmer çiçek</b></div><div><b>bedeni bir taş gibi gömülse de sularına</b></div><div><b>boğuldu bütün denizlerinde, bunaldı</b></div><div><b>ve birdenbire çekip gitti sonra</b></div><div><b><br></b></div><div><b>şair, sevmedi seni o esmer çiçek</b></div><div><b>o aykırı düşlerin senin, soruların gelini</b></div><div><b>yitirdi rengini, yadsıdı anlamını artık</b></div><div><b>hep kendine bakan bir ayna gibi..</b></div><div><br></div><div>şiir 13</div><div><br></div><div>burada bitiyor bir sevda, yenisi nerde?</div><div>başlar; ya da başlar mı bilmem?</div><div>kendi derinliğiyle dolan bir kuyu mu</div><div>yüreğim; kendi boşluğuyla yetinen?</div><div><br></div><div><b>burada bitiyor bir sevda, ele avuca</b></div><div><b>sığmayan kederle, kimi gülüşler ve bir</b></div><div><b>o kadar da unutulmaya yatkın anılar</b></div><div><b>bırakarak geride; belki de birkaç şiir..</b></div><div><br></div><div>sürüp gidecek yaşamım, kimi yerlerde</div><div>sanki yeniden okur gibi bir romanı</div><div>ve gülümser gibi yine aynı şeylere</div><div>sıkıntılı, dalgın; çoğunlukla acılı.</div><div><br></div><div>burada bitiyor bir sevda, kaldım işte</div><div>yine dağlar, uçurumlar arasında bir başıma.</div><div>burada bitiyor bir sevda, önsöz gibiydi</div><div>bir çağrıydı, daha nice yeni sevdaya…</div><div><br></div><div>şiir 14</div><div><br></div><div>onun dolaştığı yollara yağmur yağmasın</div><div>yıllar sonra bulayım ayak izlerini</div><div>onun saçlarını yel savurmasın</div><div>dursun kıvrımları öyle, öptüğüm gibi</div><div><br></div><div><b>nasıl unuturum ki gülüşü gül olanı</b></div><div><b>sevgilimdi, ya da ben öyle sanırdım</b></div><div><b>o gitti, elimde bir çiçek dağınıklığı</b></div><div><b>bütün yolların ucunda kalakaldım.</b></div><div><br></div><div>deniz, ona çok sevdiğimi söyle</div><div>bir gün gelir de kıyına böyle durursa</div><div>sularını kollarım bil, o ak köpüklerinle</div><div>onu bir de benim için okşa…</div><div><br></div><div>sonu</div><div><br></div><div>ben dünyanın yitiği, yaşamın üveyoğluyum</div><div>acıyım, acıdan da öte bir şeyim belki</div><div><br></div><div><b>bir kız sevdim gülüşü düşlere akan</b></div><div><b>benim dışımdaki her yerden gelirdi sesi</b></div><div><b><br></b></div><div><b>burgaçlandı birdenbire gözleri- boğuldum…</b></div><div><br></div><div>Ahmet Erhan <div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEiv5DTipKZaZpUBJOk8AoQqAY9hZ7KuGXerKSZldR62TXq8Ul329PxXOieuwyw9QR6_w5ONWagGElekgPlLo_5OerezvhNBqLjYr9n4QFmzbroJVUfJVFypLjkEfdW5qL5-ZT9YwkJs083qFSJNk1OHeA9mABcXSGDj4tKkxVdPWTRKpIogoXrlewA-ZLA" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;">
<img border="0" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEiv5DTipKZaZpUBJOk8AoQqAY9hZ7KuGXerKSZldR62TXq8Ul329PxXOieuwyw9QR6_w5ONWagGElekgPlLo_5OerezvhNBqLjYr9n4QFmzbroJVUfJVFypLjkEfdW5qL5-ZT9YwkJs083qFSJNk1OHeA9mABcXSGDj4tKkxVdPWTRKpIogoXrlewA-ZLA" width="400">
</a>
</div></div>Ahmet Koyutürkhttp://www.blogger.com/profile/08039772760742250130noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-3471155774037006744.post-37018401926698155622023-08-16T02:12:00.001+03:002023-08-24T18:18:09.823+03:00おしまいにするはずだった恋なのにしりきれとんぼにしっぽがはえる<div><b>「寒いね」と話しかければ「寒いね」と答える人のいるあたたかさ<font size="-2" color="#999999">(『サラダ記念日』)</font></b><br></div><div><br></div><div><br></div>Soğuk, değil mi? Diye <div>Seslenince, </div><div>‘Soğuk (Ben de üşüdüm.)!’ </div><div>diye </div><div>Cevap veren bir insanın olmasının </div><div>Verdiği sıcaklık. </div><div><br></div><div>Machi Tawara</div><div>Çeviri: Ayşe Nur Tekme <br></div><div><br></div><div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEjK3a39FDp2DNUGfhS4jjL_X_5skoLtbLl8Mv4ifJoA8k5xRD7hsW8n2uiklPcJvq1mAdvzCfvAeTb7rj_EzvEU7mn1A4c_XVTY4xySGNQqxtm2R5mgbkq_AZ0zbR3Fmn1JTqIz5A_TKDXEtiaDAdkh3KxLhu5WjfqeF6DB8LHB7jOh1_tl0BcjY0pwaH0" imageanchor="1">
</a><img border="0" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEjK3a39FDp2DNUGfhS4jjL_X_5skoLtbLl8Mv4ifJoA8k5xRD7hsW8n2uiklPcJvq1mAdvzCfvAeTb7rj_EzvEU7mn1A4c_XVTY4xySGNQqxtm2R5mgbkq_AZ0zbR3Fmn1JTqIz5A_TKDXEtiaDAdkh3KxLhu5WjfqeF6DB8LHB7jOh1_tl0BcjY0pwaH0" width="400"></div></div>Ahmet Koyutürkhttp://www.blogger.com/profile/08039772760742250130noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-3471155774037006744.post-79363917396477819732023-08-12T10:39:00.002+03:002023-08-12T10:39:25.913+03:00AZ KALDI KIŞA<div>Gitti son leylekler. Az kaldı kışa;<br></div><div>bir ayin sesiyle indi pancurlar;</div><div>içimde bir sızı, çöktüm bir taşa,</div><div>dönüyordu tepemde aç martılar:</div><div>Ürktüm de kumsaldaki tenhalıktan:</div><div>medet umdum aşkların anısından,</div><div>ne yazık, ne yazık! Siyahtı aşklar.</div><div><br></div><div>Sessiz, önünden geçtiğim bahçeler;</div><div>poyrazla kımıldıyor bir salıncak;</div><div>gidiyordum hayallerle beraber;</div><div>neyin imiydi birden düşen yaprak?</div><div>Dedeevini özledim içimden,</div><div>karaduta uzanmak pencereden;</div><div>çalarken komşuda eski taş plak.</div><div><br></div><div>Sırrın dibine bak! Igvadan ürkme,</div><div>diri ve ölü gör Eurydike'yi;</div><div>Gömülecek kendi efsanesinde</div><div>her insan, olgunlaştıkça ezgisi.</div><div>Ayna açıldı artık. su damıtık.</div><div>birikirken bellekte kalabalık;</div><div>anladım, kederdir her kalbin içi.</div><div><br></div><div>Gördüm kırık bir ayna parçasında</div><div>solgun yüzümü. Karaduygulu</div><div>bir suret: Zamanın kadranında</div><div>mıhlı, uyuyor eski bir uykuyu.</div><div>Baktım kalıntısına yanık köşkün,</div><div>küller parçası dantel bir örtünün:</div><div>sezdim varoluşa sinmiş korkuyu.</div><div><br></div><div>Lüksler yanan köy kahvelerinde</div><div>demiryolcularla rakılar içtim;</div><div>kendimi dinlerken kederlerinde,</div><div>yanayım, külüm kalmasın istedim.</div><div>Gövdeler gördüm han odalarında,</div><div>sallanıyorlardı ipin ucunda;</div><div>"yalnızlıktır en büyük dehşet" dedim.</div><div><br></div><div>Şimdi dinlerken bu tenha kıyıda</div><div>denizin iniltisini, kavradım;</div><div>insanın özü, çekilen kaygıda;</div><div>ben de düş üretmek için yaşadım.</div><div>Gördüm karabasansı olsalar da,</div><div>yıkımdan geçiyor çünkü kurtuluş da;</div><div>kitaplarda en çok bunu anladım.</div><div><br></div><div>Yaşadık: hem iyiydi tarih hem kötü;</div><div>bir bilgelik damıttık acılardan,</div><div>ordan kalma gözlerdeki ürküntü.</div><div>Ama mutluluk da sızdı yazlardan;</div><div>Kınalı'nın oralardayız işte,</div><div>gülüyor Oktay Bey. Edip dümende;</div><div>özgürdük, kurtulmuştuk yasaklardan.</div><div><br></div><div>Güzeldir bazan, anlık her aldanış!</div><div>Oysa tanklarla tutuluydu yollar;</div><div>kuşkuyla, veda doluydu her bakış,</div><div>"cemse"lere yüklenmişti kitaplar:</div><div>Nerde bulacaktık doğadan başka</div><div>özgürlüğü, yaşarken gözaltında?</div><div>Ve yazdık, akkor kesildi sayfalar: </div><div><br></div><div>Tuhaf: Bu kasvetli günde farkettim:</div><div>"yaşlanıyorum" diye geçirirken:</div><div>tutmuş çelik. ön bahçeye diktiğin.</div><div>Bir tebessüm kalsın sana benden:</div><div>bir güle değmiş gibi ol masamda,</div><div>her sabah o ciltlere dokundukça:</div><div>tozlarım evrende kımıldanırken.</div><div><br></div><div>Üşüdüm, lodosa çevirdi rüzgâr:</div><div>kumdu sanki, ayetler akıp gitti:</div><div>gönlümde açıyorken uçurumlar.</div><div>bilemedim en çok kimi sevdimdi.</div><div>Hazırım gelecek olan kargışa:</div><div>son leylekler gitti. Az kaldı kışa:</div><div><br></div><div>duydum: tıkır tıkır ölümün saati. </div><div><br></div><div>Ahmet Oktay<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEj9LdeKQFtbH0CJ_NfMAaeiDGdTeZqRvIz2r3-Jy4o8IDf4BBGh3AoNDa1F-NrT4d7I5V1nveNMyhuP5HBofyjCCreYtCaThs7u1uknBDHv5dPah1heH7T8JAfnoLT8c2xzVP79ovtBbB4ScZqd8NRFFtH7_xEe6qHMckHzm1yqMhwI5RZaovqMWsvDaZM" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;">
<img border="0" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEj9LdeKQFtbH0CJ_NfMAaeiDGdTeZqRvIz2r3-Jy4o8IDf4BBGh3AoNDa1F-NrT4d7I5V1nveNMyhuP5HBofyjCCreYtCaThs7u1uknBDHv5dPah1heH7T8JAfnoLT8c2xzVP79ovtBbB4ScZqd8NRFFtH7_xEe6qHMckHzm1yqMhwI5RZaovqMWsvDaZM" width="400">
</a>
</div></div>Ahmet Koyutürkhttp://www.blogger.com/profile/08039772760742250130noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-3471155774037006744.post-80807647587626272852023-08-12T10:39:00.001+03:002023-08-12T10:39:16.186+03:00BİR KEDERİ DUYUMSAMAK<div>Mutfağa girdim üçüncü sabah,</div><div>açık kalmış o günden indirdim perdeleri,</div><div>yansıyıp durdu bir kaşığın üstünde</div><div>aralıktan sızan güneş.</div><div>Çayı demledim, kurdum sofrayı,</div><div>pembe çiçekli fincan, tuzsuz</div><div>beyaz peynir, zeytin ve gül reçeli.</div><div>Tarifini kimden almıştın hiç sormadım.</div><div>Biraz gürültü ettim ekmeği keserken,</div><div>“dur kalktım, dağıtma ortalığı”</div><div>diye seslenmedin içerden.</div><div><br></div><div>Anladım</div><div>sessizliğin dilini öğreneceğim.</div><div>Bardağı, iskemleyi, saati dinlemeyi,</div><div>“Sözcükler gerek bana” dedim birden</div><div>“gecemsi, zamanlardan süzülmüş</div><div>bazaltsı yeni sözcükler”;</div><div>bağırıyor muydum, mırıldanıyor muydum?</div><div><br></div><div>Usulca topladım sofrayı, fincanını</div><div>çatal bıçağını sakladım mutfak</div><div>dolabının en alt gözüne. Yatak</div><div>Odasına geçtim. Yastığını, yakası oyalı</div><div>geceliğini dolaba kaldırdım, elinle</div><div>işlediğin örtülerden birini yaydım üstüne,</div><div>kilitledim kapağı. Bilmem açar mıyım bir daha?</div><div><br></div><div>Çalışma evime yöneldim: Üç dört adım,</div><div>Elpenor’u dinleyerek geçtim avluyu;</div><div>bunca yıl hangi sılayı özledim ben</div><div>hangi çehreyi? Torunum yok</div><div>bilmem yaşadım mı oğlumla?</div><div>Kitaplardan doğdum ben,</div><div>sayısız sayfadan edindim kederlerimi,</div><div>aşklarımı devşirdim dizelerden, öykülerden;</div><div>bir pelür kâğıdıyım artık</div><div>yürürken görünüyor içimin harfleri;</div><div>sonunda döneceğim yer</div><div>zamanla tozlanacak bir raf.</div><div><br></div><div>Sözcüklere tapındım. Anlam kendisiydi imgenin,</div><div>yaşadıklarım değil yazdıklarımdı gerçek;</div><div>öyle sandım kururken ırmak yatakları.</div><div>Üzünçle bakarken kışa yürüyen bahçeye</div><div>Anladım; Ipıssız kaldım artık;</div><div>bir sözcük değil sadece</div><div>çürüyecek bir gövdesi var ölümün.</div><div><br></div><div>Ahmet Oktay<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEhGUGH1Cgu3w5QCKDFPqc1V_FA3Kk9HtcTLvQ4FXYZGcWWBS1VkU_QQVgbn0zug1hB2rsawTzbmQrF2_CqQ9d_iKGgb2nVGnrGZrB5e9U2TKGG1R8QYTolkT4ZGKIFcWmY5zLg7KjkyvLAEuqPFZhcEKxHupgw_ST6dkd_VrMxQecZ2nPgWG98u7YlThCk" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;">
<img border="0" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEhGUGH1Cgu3w5QCKDFPqc1V_FA3Kk9HtcTLvQ4FXYZGcWWBS1VkU_QQVgbn0zug1hB2rsawTzbmQrF2_CqQ9d_iKGgb2nVGnrGZrB5e9U2TKGG1R8QYTolkT4ZGKIFcWmY5zLg7KjkyvLAEuqPFZhcEKxHupgw_ST6dkd_VrMxQecZ2nPgWG98u7YlThCk" width="400">
</a>
</div></div>Ahmet Koyutürkhttp://www.blogger.com/profile/08039772760742250130noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-3471155774037006744.post-27120113925437641352023-08-12T10:39:00.000+03:002023-08-12T10:39:01.807+03:00YILLIK BAKIM İnsan çekmecelerini de temizlemeli zaman zaman, Kalbini de! Çürüme içerdendir çünkü: Zarf ve Kabir, sararsa da kunt görünür. Mürekkep ve Beden kayıptır.<div><br></div><div>Sevinçli bir gündü ve hazırdım her türünden cenaze törenine. Daha dün birinden dönmüştüm ve mazî kadar uzaktım ölüden. Kimden duymuştum anımsamıyorum; ama şöyle bir özdeyiş yazmak istiyordum yatak odamın duvarına: Anılardan Kurtulun!</div><div><br></div><div>Ama anılarım neydi benim? Babamdan, amirlerimden, karımdan, polislerden ve komutanlardan kurtarabildiğim ne kalmıştı?</div><div><br></div><div>Nive erkeklerin de bir çeyiz sandığı yok acaba? Niye gömülmüyoruz onunla ve sevdiklerimizle? Ah! Mansur'u kiminle gömeceksiniz? Nesimi'yi kiminle gömeceksiniz? Kendi fetvasını veren Bedrettin'i kiminle? Onlar hâlâ kıyamdalar ve gül kokuyorlar.</div><div><br></div><div>Ben de tek hazinemi açtım: üç çekmece. Kurtulmak için. Mutad yıllık temizlik. Herkesin pisliğinden, kendi pisliğimden. İnsan etrafıdır elbet. Mansur uğulduyor işte</div><div><br></div><div>"Dostum ve üstadım İblis'le Firavun'dur".</div><div><br></div><div>Ahmet Oktay </div><div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEjcv0od9Gd2LSakNlnDWaoOlsMOXln7NpnUHG1U7czf_kRBQYSnhl3Amw-4SepeW2eMdgvu72FfwdcY0PKUjL-sum4EdLL7cOO0BIAhv7EsSAsfd73su8ZwpeuV4nxl1_KPIR3hDWginIUOOulOXOGgbqd4w3yd7DDMLMU_RK9EcgQS4x3t11nW2-TcNqE" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;">
<img border="0" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEjcv0od9Gd2LSakNlnDWaoOlsMOXln7NpnUHG1U7czf_kRBQYSnhl3Amw-4SepeW2eMdgvu72FfwdcY0PKUjL-sum4EdLL7cOO0BIAhv7EsSAsfd73su8ZwpeuV4nxl1_KPIR3hDWginIUOOulOXOGgbqd4w3yd7DDMLMU_RK9EcgQS4x3t11nW2-TcNqE" width="400">
</a>
</div><br></div><div><br></div>Ahmet Koyutürkhttp://www.blogger.com/profile/08039772760742250130noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-3471155774037006744.post-36185195002942814132023-08-10T19:55:00.001+03:002023-08-24T00:59:17.372+03:00BENİ ALIKOYMAK İSTERSEN EĞER (BAK GİDİYORUM) ELİNİ VER<div><b>Yine de sözlerine ve hafızana ihtiyacım var. Beni hatırla, tamam mı? Belki daha az korkarım, belki daha sakin uyurum.</b></div><div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEg5PICpW7MuAaOWtRW6_bCDH4GorQ0yoGnu89nkc-aAOBOp6IoIBYqrKeRgWs8ODC6CGAVndwU18JW5gePYL4cUWGtSURnfO7hpS4iqoTB4NSEhtkM_lI5JNWHPkogVvjPwpyTUmyQWFxVajAb0t-z77p8uz_clnK7A1Y0Zr1ylk2TFURb3Xv9RWvtb8n4" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;">
<img border="0" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEg5PICpW7MuAaOWtRW6_bCDH4GorQ0yoGnu89nkc-aAOBOp6IoIBYqrKeRgWs8ODC6CGAVndwU18JW5gePYL4cUWGtSURnfO7hpS4iqoTB4NSEhtkM_lI5JNWHPkogVvjPwpyTUmyQWFxVajAb0t-z77p8uz_clnK7A1Y0Zr1ylk2TFURb3Xv9RWvtb8n4" width="400">
</a>
</div></div><div><b>Ben öldüğümde bebeğim<br></b></div><div><b>güneşle ayrıldığımda</b></div><div><b>ve uzun, oldukça üzücü bir konu olacağım</b></div><div>beni alır mısın o zaman</div><div>kollarınla kucaklayacaksın</div><div>zalim bir kaderin kırdığını düzelteceksin</div><div><br></div><div>&&&</div><div><br></div><div>Ne zaman yaşamak istesem, </div><div>haykırırım daima </div><div>benden uzaklaştığında yaşam </div><div>ona sokulur</div><div>derim ki </div><div>– yaşam</div><div>benden henüz uzaklaşma </div><div>yaşam sanki bir sevgili</div><div>çekip gitmek isteyen –</div><div>boynuna sarılır</div><div>haykırırım ona </div><div>ölürüm gidersen.</div><div><br></div><div>&&&</div><div><br></div><div>Halina Poświatowska'nın bir insan olması gerekiyordu</div><div>ve güya ondan önceki kadar insan ölecek</div><div>Halina Poświatowska şu anda mücadele ediyor</div><div>kendi ölümü üzerine</div><div><br></div><div>&&&</div><div><br></div><div>bir kesinlik yok </div><div>varoluş varolmayıştır </div><div>ya ölüm? </div><div>biyolojik döngü </div><div>ya kesinliği? </div><div>yalan söylüyoruz, </div><div>kesinliği var derken </div><div>emin değiliz biz </div><div>yoksa nasıl yaşayabilirdik </div><div>her gün nasıl uyanırdık </div><div>şafak vakti nasıl öperdik </div><div>alıp yuvalarından düşmüş kuş yavrularını </div><div>henüz tüylenmemiş </div><div>nasıl bakardık güneşe </div><div>gözlerimizi nasıl kısardık </div><div>emin miyiz, değil miyiz yoksa? </div><div>emin olduğumuz ne </div><div>neye eminiz biz </div><div><br></div><div>&&&</div><div><br></div><div>o bizimle </div><div>yaban arısının vızıltısını dinliyor </div><div>saçlarımla oynuyor </div><div>senin parmaklarına dolaşmış </div><div><br></div><div>güneşi </div><div>seriyor başının altına hafifçe </div><div>sonra biraz çimeni </div><div>sonra bir afyon çiçeğini </div><div>bir ünlem işareti gibi </div><div>kırmızı </div><div><br></div><div>karşı çıkıyor canlılığımıza </div><div>eğiyor bizi toprağa doğru </div><div>kokuyla </div><div>sıcakla </div><div><br></div><div>ebedi biçimde alıkoyuyor </div><div>pürüzlü yüzeyinde toprağın </div><div>aşkla uyuşmuşları – ölüm. </div><div><br></div><div>&&&</div><div><br></div><div><b>kaç zamandır uçtu sözcüklerimden kuşlar </b></div><div><b>ve söndü yıldızlar </b></div><div><b>bilmiyorum nasıl adlandırmalı </b></div><div><b>korkuyu, ölümü ve aşkı </b></div><div><b>bakıyorum avuçlarıma </b></div><div><b>çaresizler </b></div><div><b>sarıyor biri diğerini </b></div><div><b>ve susuyor dudaklarım </b></div><div><br></div><div>isimsiz </div><div>gökyüzü büyüyor üzerimde </div><div>ve gitgide daha yakın olan </div><div>isimsiz </div><div>toprak çiçekleniyor. </div><div><br></div><div>&&&</div><div><br></div><div><b>beni alıkoymak istersen eğer (bak gidiyorum) bana elini ver </b></div><div><b>elinin sıcaklığı da alıkoyabilir beni </b></div><div><b>mıknatıslı özelliği vardır bir gülüşün de, </b></div><div><b>bir sözcüğün de </b></div><div><b>beni alıkoymak istersen eğer, adımı söyle </b></div><div><br></div><div>keskince çizilmiş sınırları vardır bir işitişin </div><div>ve bir kol çok daha kısadır gün ışığından </div><div>beni alıkoymak istersen eğer, acele etmelisin</div><div>haykır, başka türlü ulaşmaz bana sesin </div><div><br></div><div>lütfen, acele et, lütfen, alıkoyulmamış biçimde gidiyorum ve ne çıkar lanet etsen de bu toprağa ben gittikten sonra ne çıkar intikamcı ellerle bu toprağı ezsen de yazıp solmuş adımı savrulan kuma </div><div><br></div><div><b>beni alıkoymak istersen eğer (bak gidiyorum), elini ver </b></div><div><b>soluğunu üfle dudaklarıma (böyle kurtarılır boğulanlar) </b></div><div><b>büyük bir umudum yok, yalnızdım uzunca süre </b></div><div><b>ama yine de, bunu yap lütfen, benim için değil, kendin için </b></div><div><br></div><div>Halina Poświatowska<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEhQWx-cLoskseSkYQXARhAHDwdyUYy0w3iGj1AXGvJbaN26KNjZfZ2EadJnhSzWPMYyMhLhbGqb1M60M57yBF0vbDyrZ66--L7DhUIeipWNQ6HTLoi1minB_ZQooodYCJzJtY-oxxqZZxn8ToANb9ZoL6oXmh7FstqbnQtsh1J8m8zbE3WRG3FdeWv71mU" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;">
<img border="0" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEhQWx-cLoskseSkYQXARhAHDwdyUYy0w3iGj1AXGvJbaN26KNjZfZ2EadJnhSzWPMYyMhLhbGqb1M60M57yBF0vbDyrZ66--L7DhUIeipWNQ6HTLoi1minB_ZQooodYCJzJtY-oxxqZZxn8ToANb9ZoL6oXmh7FstqbnQtsh1J8m8zbE3WRG3FdeWv71mU" width="400">
</a>
</div></div>Ahmet Koyutürkhttp://www.blogger.com/profile/08039772760742250130noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-3471155774037006744.post-54773856110006178902023-08-09T18:10:00.007+03:002023-08-12T12:44:31.121+03:00İNSANLIĞIMI YİTİRİRKEN <div>Kadınlar bana erkeklerden katbekat daha anlaşılmaz geliyordu. Ailemde, kadınların sayısı erkeklerden fazlaydı. Akrabalarımın da kız çocukları çoktu, ayrıca şu "suçlu" hizmetçi kadınlar da vardı, yani küçüklüğümden beri kadınlar arasında oynayarak büyüdüm desem abartmış olmam. Fakat o <b>kadınlarla gerçekten ince bir buza basıyormuşum gibi duygular içinde iletişim kurmuştum</b>. Neredeyse hiç anlam veremiyorum. Bu benim için sislerin ardında, kuyruğunu yakalayamayan bir kaplan gibi hissettiren ve erkeklerin kamçılarının açtıklarından farklı, iç kanama geçirirmişçesine sancıyan, iyileşmesi zor bir yaraydı.</div><div><br></div><div><b>Kadınlar kendine çeker ve fırlatıp atarlar, kendilerini diğer insanlardan daha aşağı konumda ve silikmiş gibi gösterir, el ayak çekildiğinde sımsıkı sarmalarlar, </b>ölmüş gibi derin uyurlar, belki de uyumak için yaşıyorlardır. Bunlar haricinde de çocukluğumdan beri kadınlarla ilgili pek çok gözlemim olmuştu, <b>aynı insan türü olmakla birlikte, erkeklerle tamamen farklı canlılar gibiydiler, anlaşılmaz, açık vermeye gelmez bu canlılardan kendimi tuhaf bir şekilde sakınıyordum.</b> "Hoşlanılmak", hatta "sevilmek" sözcüğü de bana hiç uygun değildi. "İlgilenilmek" sözcüğü, içinde bulunduğum duruma daha uygun düşüyordu sanki.</div><div><br></div><div>Kadınlar, şaklabanlıklarla erkeklerden çok daha fazla rahatlıyor gibiydiler. Şaklaban rolü yaptığımda, nihayetinde erkekler pek uzun gülmüyorlardı; üstelik havaya girerek uzun uzadıya devam edersem benimle aynı yapıdaki erkeklere karşı açık vereceğimi bildiğimden, bunu mutlaka uygun bir yerde kesmeye dikkat ediyordum. Kadınlar, bu durumun farkına varmadıklarından, sonu gelmez şaklabanlıklarımı sürdürmemi arzuluyor, ben de bu sınırsız "bir daha"lara</div><div>uyarak, güçten düşene kadar sürdürüyordum. Gerçekten çok gülüyorlardı. Kadınlar eğlenmek için çok daha fazla çaba sarfediyordu sanırım. </div><div>....</div><div><br></div><div>Zayıf insanlar mutluluktan bile korkar. İplikle bile yaralanırlar. <b>Bazen mutluluk da insanları yaralayabilir.</b> Yaralanmadan önce çabucak o halden sıyrılmak için her zamanki şaklabanlık perdemi açmıştım.</div><div><br></div><div><b><u>"Para kesildiğinde, bağlar da kopar" sözü esasında tersine yorumlanmalı. Para bitince kadınların terk edip gideceği sanılmamalı. Erkeğin parası bitince, hevesini kendiliğinden kaybeder, gülerken bile güçsüzleşir. Sonra tuhaf bir şekilde kıskançlaşır, dengesizleşir ve nihayet adam kadını terk eder. </u>Yarı çıldırmış gibi uzaklaşıp terk eder anlamına geliyormuş </b>Kanazava Yayınları'ndan çıkan Daicirin sözlüğüne göre. Çok yazık. Bu durumu anlayabiliyorum.</div><div><br></div><div>Evet, böyle aptalca bir şeyler söyleyerek Tsuneko'yu kahkahalara boğduğumu anımsıyorum. Daha fazla kalmama gerek yok, kusura bakma, diyerek yüzümü bile yıkamaksızın yanından çabucak ayrılmıştım. Ancak o zaman, "para kesildiğinde, bağlar da kopar" gibi gelişigüzel söylediğim söz, daha sonra en büyük engellerimden biri haline gelecekti.</div><div><br></div><div>Sonraki bir ay boyunca, o gece bana o iyiliği yapan insanla karşılaşmadım. Aradan günler geçtikçe sevincim silikleşmiş, öylece geçiştirilebilecek bir yardım aksine korkunçlaşmış, elim kolum bağlanmış gibi hissetmiştim. O kafedeki hesabı o gün tamamen Tsuneko'ya yüklemiş olmam gibi sıradan bir durum bile aklımı gitgide daha sık kurcalamaya başlamıştı. Tsuneko'nun da o pansiyoncunun kızı ve kız lisesi öğretmeni gibi beni tehdit etmekten başka işe yaramayan kadınlardan biri olduğunu hissetmeye, ayrıldığımız günden bu yana geçen zamana rağmen, sürekli Tsuneko korkusu yaşamaya başlamıştım. Üstüne <b>birlikte bir gece geçirdiğim kadınlarla karşılaşınca, aniden müthiş bir kızgınlıkla saldırıya geçeceklerine dair kuşkulu bir hal ve karşılaşma korkusu baş göstermiş, </b>nihayetinde Ginza'dan uzak durma kararı almıştım. <b>Fakat korkaklığım, kurnazlığımdan ileri gelmiyordu. <u>Kadın denen canlının gece yatmadan öncekiyle sabah kalktıktan sonraki hali arasında arasında dağlar kadar fark olduğunu ve mutlak bir unutkanlık gibi mükemmelen bir yöntemle iki dünyayı birbirinden ayırarak yaşadıklarını henüz idrak edememiştim.</u></b></div><div><br></div><div>&&&</div><div><br></div><div>...katlanamıyorum. Üstelik o erkânlar, o seçkin beyefendiler benim sakil karakterim karşısında dehşete düşerek beni toplumdan aforoz ederler. <b>Terk ettiğim dünyaya geri dönemem. İnsanların o fesatlık dolu aptalca kibarlıklarıyla bana layık gördüğü tek şey ise bekleme odasında bir sandalye.</b></div><div><br></div><div>Bütün toplumlarda benim gibi zayıf ve kusurlu canlılar yok olmaya mahkûmdur. Bunun herhangi bir ideolojiyle veya başka bir şeyle alakası yok; bu dünyadan kendiliğinden silinip gitmek benim kaderim. Buna itiraz olarak öne sürebileceğim pek az şey var elimde. <b>Yaşamamı zorlaştıran şartların ayırdındayım.</b></div><div><br></div><div>Yaşamayı sürdürmek isteyenler, engeller ne olursa olsun, yaşayabilirler. Bu onlar için harika bir şey ve insanlığın zaferi denilen şeyin bu olduğunu söyleyebilirim. <b>Ama kendini öldürmenin günah olmadığında da eminim. Benim gibi bir bitkinin, bu dünyanın havasında ve ışığında yeşermesi çok zor. Devam etmek için bir şey eksik işte! Başka bir şey gerek bana. Şimdiye kadar, hayatta kalmak için elimden geleni yaptım.</b></div><div>...</div><div>Her toplumda, benim gibi yoz, uyuşuk insanlar, düşündüklerinden ötürü değil ama doğuşlarından ötürü yok olmaya mahkumdur. Ama yine de mazeretim var. <b>Yaşamımı zorlaştıran koşulların baskısı altında eziliyorum.</b></div><div><br></div><div>***</div><div><br></div>Naoji'nin intihar mektubu:<div><div><br></div><div>Abla;</div><div><b>Yapılacak bir şey yok. Gidiyorum. Yaşamak için bir sebep bulamıyorum.</b></div><div><b>Sadece yaşamak isteyenler yaşamalı.</b></div><div><b>Bir insanın yaşama hakkı olduğu kadar ölme hakkı da olmalı.</b></div><div>Düşündüklerim kimsenin aklına gelmemiş şeyler değil. İnsanlar bu basit ve ilkel düşüncelerden öylesine korkuyor ki açıkça dile getiremiyorlar sadece.</div><div>Gerçekten yaşamak isteyenler kendilerinde gereken kuvveti bulup bir şekilde hayatta kalmayı başarıyorlar ki bu insanlığın şanı dedikleri muhteşem bir şey. <b>Ancak ölmenin günah olduğuna inanmıyorum.</b></div><div>Benim gibi bir canlının bu dünyanın havasını soluyarak, güneşini hissederek hayatta kalması çok zor. Yaşamam için bir şeyler eksik. Yetmiyor. Bu zamana kadar yaşamak için elimden gelen her şeyi yaptım.</div><div><br></div><div>***</div><div><br></div><div><b>İnsanlarla bir araya geldiğimde ne kadar da itaatkâr oluyorum. </b>Söylemek istediklerimi, duygularımdan tamamen farklı şeyleri uydurup çene çalıyorum. Ama aslında bu hoşuma gitmiyor.</div><div><br></div><div>***</div><div><br></div><div>Ne yolla olursa olsun, güldürmeliyim; öyle yaparsam, onların dediği ‘yaşantı’nın dışında kalsam bile önemsemezler; her durumda, o insanların gözüne batmamalıyım; ben hiçim, rüzgarım, havayım” gibi düşünceler içimde birikirdi. Şaklabanlıklarımla ailemi hep güldürmüş, ailemden daha çok, daha anlaşılmaz ve korkutucu gelen hizmetçilerimize bile var gücümle şaklabanlık hizmeti sunmuştum.</div><div><br></div><div>***</div><div><br></div><div>"Para kesildiğinde, bağlar da kopar, deyince şaka yaptığını düşünmüştüm, ciddi miydin? Gelmedin. Bu nasıl ayrılık böyle? Parayı ben kazansam olmaz mı?"</div><div><br></div><div>"Olmaz."</div><div><br></div><div>Sonra o da yattı, sabaha karşı da ağzından ilk kez "ölüm" sözcüğü çıktı. Kadın da yaşamaktan yorulmuş gibiydi. Ben de öyleydim, dünyaya karşı korkularım, kaygılarım var; para, tavırlar, kadınlar, dersler... Düşündükçe daha fazla sabredip yaşayabileceğimi sanmıyordum, kadının önerisine kolayca uydum.</div><div>Bocaladığımı gören kadın da kalkıp keseme göz atarak, "Aa, sadece o kadar mı var?" dedi.</div><div><br></div><div>Bu sözler öylesinde söylendiyse de iliklerime kadar işleyen bir acı vermişti. İlk aşkım tarafından söylenmişti ama acı vermişti. O kadarı, bu kadarı yok. Üç bakır para işe yaramazdı. O âna kadar tatmadığım bir eziklik duygusuydu. Yüküyle yaşayamayacağım bir eziklik duygusu. O sıralarda, henüz zengin çocuğu olmanın kompleksinden kurtulabilmiş değildim sanırım. O an, kendiliğinden, gerçekten isteyerek ölmeye karar verdim.</div><div><br></div><div>...</div><div><br></div><div><b>O gece, Kamakura'da denize atladık. Kadın, kuşağını, kafede birlikte çalıştığı bir arkadaşının olduğunu söyleyerek, güzelce katlayıp kayaların üstüne koydu. Ben de paltomu çıkarıp aynı yere koydum ve birlikte denize girdik. Kadın öldü, ben kurtuldum.</b></div><div><br></div><div>Henüz lise öğrencisiydim, öte yandan babamın namı da hâlâ haber değeri taşıyordu ki, gazetelerde manşet oldu.</div><div><br></div><div>Beni sahildeki bir hastaneye kaldırmışlardı. Akrabalarımdan biri gelip sorunlarla işlemleri halletti ve babam başta olmak üzere memleketteki ailemin feci kızdığını, bu olaydan dolayı evlatlıktan reddedilebileceğimi söyledikten sonra geri döndü. Fakat ben bundan ziyade, ölen Tsuneko'ya sevgimle sessiz sessiz ağlıyordum. Gerçekten hayatıma giren insanlar içinde, sadece o fukara duruşlu Tsuneko'yu sevebilmiştim.</div><div><br></div><div>***</div><div><br></div><div><b>Yine de durum buysa buna nasıl tahammül ediyorlar? Her günü pes etmeden, umutsuzluğa kapılmadan, intihar etmeden hatta siyaset tartışmaya devam ederek nasıl atlatıyorlar. B</b>u kadar katı egoist olabilirler mi? İşlerin böyle olması gerektiğinden öyle eminler ki kendilerinden bir kez bile şüphe duymuyorlar mı? Eğer öyleyse sanırım katlanmak daha kolay olabilir.</div><div><br></div><div>***</div><div><br></div><div><b>Horiki, beni tam anlamıyla bir insan olarak görmüyordu içten içe. Onun gözünde aslında ölmüş olması gereken, utanmaz, şapşal bir hayalet, yani “canlı cenaze”den ibarettim.</b></div><div>...</div><div>Mutluluk fikrimin diğer herkesin mutluluk fikriyle çelişmesinden korkuyorum. Bu korku beni tüketiyor, bazen geceleri kıvranmama, acı içinde inlememe, deliliğin eşine gelmeme neden oluyor. Mutlu muyum? </div><div>...</div><div><b>Buna nasıl tahammül ediyorlar? Her gün pes etmeden, umutsuzluğa kapılmadan, intihar etmeden, hatta siyaset tartışmaya devam ederek nasıl atlatıyorlar?</b> Bu kadar katı egoist olabilirler mi? İşlerin böyle olması gerektiğinden o kadar eminler ki kendilerinden bir kez bile şüphe duymuyorlar mı? Eğer öyleyse, sanırım katlanmak daha kolay olabilir. Merak ediyorum, insanların böyle olup olmadığını ve onları mutlu eden şeyin bu olup olmadığını merak ediyorum.<br></div><div>...</div><div><b>Görünürde her zaman gülümsüyor olsam da içeride çaresiz bir mücadeleyle debeleniyordum, </b>bir ipte yürüyordum, ter içindeyim, onları eğlendirdikçe felaket ihtimali her an yaklaşıyordu.</div><div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEgM5zF3eLSwIhp6AFbb4nSZt0oHIkOhSzA_7-tlrErAIrS8K2grj1iD6gNXk-Be4u0BjMoZyWnDo0XLSHz43mUvKQbprCXu9f1BwqZgBvBvQXNy0HCvklsrw8YcNqt8DJbWMJ3J7yJR6A6w_35n3-IN10UMPweCv9ELbY0VAHo4YcyTsGYdUwo61vPgKpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;">
<img border="0" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEgM5zF3eLSwIhp6AFbb4nSZt0oHIkOhSzA_7-tlrErAIrS8K2grj1iD6gNXk-Be4u0BjMoZyWnDo0XLSHz43mUvKQbprCXu9f1BwqZgBvBvQXNy0HCvklsrw8YcNqt8DJbWMJ3J7yJR6A6w_35n3-IN10UMPweCv9ELbY0VAHo4YcyTsGYdUwo61vPgKpg" width="400">
</a>
</div></div><div>...</div><div><b><u>İnsan hayatı karşılıklı olarak kandırılıp hiçbir şeyin farkına varmadan birbirlerini incittiği ve bu tuhaflığın bariz bir şekilde ortada olduğu örneklerle dolu. Ancak benim karşılıklı kandırılmaya bir ilgim yok.</u></b></div><div>...</div><div>Hayatım boyunca, birinin beni öldürebilmesini hatırlayabildiğimden daha çok defa diledim ama asla başka birini öldürmeyi düşünmedim. Bunu yapmanın, o korkunç insanlara bir nebze mutluluk verebileceğini düşündüm. </div><div>...</div><div>Hiçbir zaman başım ağrıyacak kadar ders çalıştığımı da hatırlamıyorum. Okuldan nefret ederdim ben. Bir kere bile oturup uslu uslu kitabımı açıp da ders çalışmışlığım yoktu. Sadece eğlenceli kitaplar okuyordum o kadar. Evdekiler kitap okuduğum müddetçe ders çalıştığımı düşünürdü nasıl olsa. <b>Ne zaman gerçekleri kaleme alsam başıma kötü şeyler gelirdi. Annemle babamın beni sevmediğini yazdığımda rehberlik öğretmeni beni öğretmenler odasına çağırıp azarlamıştı.</b> Öğretmen kompozisyon için ‘Eğer Savaş Patlak Verirse’ konusunu verdiğinde ‘Savaş bildiğiniz üzere hepimizin korktuğu deprem, yıldırım, yangın ve tabii ki babamızdan bile daha korkunçtur. Bu yüzden eğer savaş patlak verirse derhal dağlara kaçacağım. Yanımda siz de gelin bence öğretmenim. Ben de insanım siz de insansınız, hepimiz korkarız öyle bir durumda’ yazmıştım. Bu sefer hem okul müdürü hem de rehberlik öğretmeni sorguya çekmişti beni.</div><div>...</div><div>Eziyet çekiyordum. İşimin… yazarlığın eziyetinden öte… yok, aksine, yazarlık bana keyif veriyordu; yazarlık değil de benim dünya görüşüm, sanat denilen şey, yarınların edebiyatı, yani başka bir deyişle yenilik denen şey, işte bunlarla ilgili henüz kafama oturmamış şeyler canımı sıkıyor, hiç abartısız beni acıyla kıvrandırıyordu. (...) Edebiyatımı aptalca bir saçmalık veya abartı olarak yorumlamayanlar arasında benim nihai tutarlılığa ulaşmak için ne kadar acı bir hayat sürdürdüğümün farkında olan kaç kişi vardır acaba? Ama yazar, edebiyatı hakkında tek bir kelime dahi dayatmamalı okurlarına. Yazarın yapabileceği tek şey, okurlarının samimiyetini beklemektir.</div><div>...</div><div><b>Bugünlere hep kendi savaşımı vererek gelmişimdir ama ne hikmetse bu savaşı hiçbir zaman kazanamamış, yalnızlığıma ve çaresizliğime hep yenik düşmüşümdür.</b></div><div>...</div><div>Aradan on iki yıl geçti… Bütün bu zaman içinde ne yaptım? Devrim beni hiç çekmedi. Aşkı da hiç tatmadım. Yeryüzünün en akıllı ve en yaşlı beyinleri bize devrimi ve aşkı en budalaca ve en iğrenç işleri olarak tanıttılar. Savaştan önce ve hatta savaş sırasında bundan emindik. Oysa bozgundan sonra yaşlı ve akıllı beyinlere inanmıyoruz ve yaşam hakkında söylediklerinin tam tersi gerçeğin ta kendisidir, diye inanıyoruz. <b>Devrim ve aşk, aslında yeryüzünün en iyi ve en hoş nimetidir ve değerli oldukları için yaşlı ve akıllı beyinlerin yalanın keskin üzümlerini üzerimizde çiğnediklerini düşünüyoruz. Ben tüm varlığımla şuna inanmak istiyorum: İnsan, Aşk ve Devrim için yaratılmıştır.</b></div><div>...</div><div>Canımı sıkan bir şey olursa genelde içime atıyorum onu. <b>Eğer bu can sıkıcı olay normalden de fazla acı veriyorsa onu gülümsemeyle saklıyorum.</b></div></div><div>...</div><div>Hiçbir şeyden tatmin olmaksızın, sürekli boş bir çaba içerisindeydim. Gerçek yüzümü o kadar çok maskeyle gizlemiştim ki o katmanlardan hangisi ne kadar üzgündü ayırt edemez hale gelmiştim. Bunun sonucu olarak acınası bir kaçış yöntemi buldum kendime: Yazar olacaktım. Artık başkaları da benim gibi bu tasvir edilmez huzursuzluğu hisseden insanlar olacaktı. Başkalarına bahsetmeden "Yazar olacağım, yazar olmalıyım," diye kendime telkin ediyordum. </div><div>...</div><div><br></div><div>Yalnızım.</div><div><br></div><div>Kendiyle ilgili anlattıklarından çok o tek sözcüğün tınısına yakınlık duyacağıma kesin gözüyle bakıyordum. Ama şu dünyadaki hiçbir kadından, bir kez bile o sözcüğü duymamış olmamı çok tuhaf buluyordum. Bu kadın da "yalnız" olduğunu söze dökmemişti. Ama suskun, vahim yalnızlığı bir karış kalınlığında bir zar gibi vücudunun çevresinde taşıyordu ve yaklaştıkça zar beni de sarmalayıp, taşıdığım nispeten Batılı havayla çok iyi kaynaşıyordu. "Suyun dibindeki kayanın üstüne yapışan, dalından kopmuş bir yaprak" gibi, benliğimi korkudan ve tedirginlikten uzaklaştırmayı başarabilmiştim.</div><div><br></div><div>...</div><div><br></div><div>Bir şekilde Şizuko'dan kaçıp kendi başıma yaşamak istiyor, çareler arıyordum ama tersine ona iyice bağlanıyordum. Evden kaçtığımda doğan sorunlara varana dek birçok konu bu Kai'li erkeksi kadının çabalarıyla hallolmuş, sonuçta Şizuko'ya iyice "boyun eğmek" durumunda kalmıştım.</div><div><br></div><div>Şizuko'nun girişimiyle, Dil Balığı, Horiki ve Şizuko görüşmüş; memleketimle bağlarım tamamen kopmuştu. Böylece "aydınlık günler" de Şizuko'yla birlikte yaşamaya başlamıştım. Ayrıca, Şizuko'nun çabaları sayesinde karikatürlerim de para etmeye başlamış, o parayla içkimi ve sigaramı kendim alabilir hale gelmiştim. Ancak melankolik, sıkıntılı halim katlanarak azıyordu. Çöktükçe çöküp, Şizuko'nun dergisi için aylık olarak yayınlanan karikatür dizisi "Kinta ve Ota'nın Maceraları"nı çizerken; aniden memleketimdeki evim aklıma geliyor, yalnızlığımdan kalemim kıpırdamıyor ve bazen yüzüstü kapanıp ağlıyordum. O anlarda beni kurtaran tek şey Şigeko'ydu. Şigeko, artıkk beni istemsizce "baba" diye çağırmaya başlamıştı. "Babacığım. Dua edince Tanrı'nın her şeyi vereceği doğru mu?"</div><div><br></div><div>Esas ben, o duayı etmek isterdim.</div><div><br></div><div><b>Tanrım bana güç ver! İnsanların özünü anlamama yardım et. İnsanlar diğer insanların üzerine bassalar da cezası yok. Bana bir öfke maskesi ver!</b></div><div><br></div><div>"Evet, öyle. Sana her şeyi verecektir ama bana vermez herhalde."</div><div><br></div><div>Tanrı'dan bile korkuyordum. Tanrı sevgisine değil, sadece cezalandıracağına inanıyordum. İnanç. Bu, sadece Tanrı'nın kamçısını yemek için boyun eğerek mahkeme kürsüsüne ilerlemek için gerekiyor gibiydi. Cehenneme inansam bile, cennetin varlığına bir türlü inanamıyordum.</div><div><br></div><div>Osamu Dazai<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEjXG-YkKltCsTHldJ4OsBewV938gLANOxrxPMwOaDFWOWUCuNHoSF5iDrb0V6rYikVbYK8nP7ayafn26FQ7q3rPDeCZIPHRqGm4mdJuGGGxWNZErSnKoq1ZfYWoyE_2-94Hts1khIQU6ZxIqYUunZdSRoq8FmoNSQB2f6oHFC1bidWItWJ4Ftp-1vpQJwo" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;">
<img border="0" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEjXG-YkKltCsTHldJ4OsBewV938gLANOxrxPMwOaDFWOWUCuNHoSF5iDrb0V6rYikVbYK8nP7ayafn26FQ7q3rPDeCZIPHRqGm4mdJuGGGxWNZErSnKoq1ZfYWoyE_2-94Hts1khIQU6ZxIqYUunZdSRoq8FmoNSQB2f6oHFC1bidWItWJ4Ftp-1vpQJwo" width="400">
</a>
</div><br></div>Ahmet Koyutürkhttp://www.blogger.com/profile/08039772760742250130noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-3471155774037006744.post-79827121132035318222023-08-09T17:58:00.000+03:002023-08-09T18:01:06.961+03:00Aftersun: İnsan Zihnine Atılan Duygu Tohumları<div><i>“Film ağır ağır ilerledi ve bitti. Hiç düşünmedim/düşünemedim üzerine… Aradan zaman geçti ve başladı karın ağrılarım.”</i></div><div><br></div><div>Filmi izlememin üzerinden iki gün kadar geçmişken kafamda dönüp durmaya başlayan sahnelerden, birinden diğerine savrulduğum duygulardan sonra kurdum bu cümleyi ve bu filmi daha iyi tanımlayabileceğimi düşünemiyorum. Çünkü <b>filmi izlerken sıradanlığı öyle bir seyrettim ki o an için bakışım, düşüncelerim, yorumlarım da donuklaştı.</b> Film biter bitmez film için “iyi filmmiş” ya da “kötü filmmiş” gibi bir yorum yapmadım. Hani bazen bir yere dalarsınız da gözünüzün önünden öylesine görüntüler geçer gider ya… <b>Çok dikkatlice izlememe rağmen tam olarak öyle bir hissiyat oluştu içimde. Ağır ağır bir şeyler aktı ve tam anlamıyla içinde değildim, o akışı kenarında durup izleyen kişiydim sanki. <u>Aradan geçen iki gün filmin aslında parça parça birçok tohumu zihnime attığını gösterdi</u></b>. Aftersun filmi hiç melankolik olmadan melankoliyi, hiç arabeske savrulmadan, duyguyu ajite etmeden özlem ve acıyı öyle bir işlemiş ki şimdi zihnime düşen tohumlar filizlendikçe filmdeki sahnelerle duygu geçişleri arasındaki mesafeler an be an ortadan kalkıyor ve öyle geçmişe dalmış gibi izlediğim filmin her sahnesi kafamda canlanmaya başlıyor. Bu noktadan bakıldığında Aftersun filmini özgün yapan şey Tarkovsky filmlerine benzer şekilde bittikten sonra kendini zihinde her an yeniden canlandırması. Bu anlamda rahatlıkla belirtebilir ki Aftersun filminin insanda yarattığı o güçlü hissin yıllarca insan zihninden silinme şansı yok gibi duruyor…</div><div><br></div><div>Buradan sonrası bol bol spoiler içerecek…</div><div><br></div><div><b>Aydınlık ve karanlığın ikileminde bir kız çocuğu; Sophie</b></div><div><br></div><div>2022 yılında izleyiciye sunulan, senaryosu ve yönetmenliği Charlotte Wells tarafından üstlenilen <b>Aftersun filmi aslında çok basit bir metne sahip. Yetişkin bir kadın yıllar önce babası ile yapmış olduğu bir tatilin kamera kayıtlarını izleyerek o tatili anımsıyor ve o andan itibaren bizleri Küçük İskoç kızı Sophie’nin gözünden gerçek ve rüyanın harmanlandığı sürece, doksanların sonu, iki binlerin başı Türkiye tatil yörelerinden biri olan Muğla’ya götürüyor.</b> Renklerinden kullanılan müziklere, insanların giyim kuşamından, hal hareketlerine kadar Türkiye’nin o muhteşem doksanları çok iyi işlenmiş ve filmin konusunu anlamaya gerek duymadan dahi doksanlar Türkiye’sini yaşamış biri için dikkat çekici görüntüler mevcut. Bu anlamda Charlotte Wells’in doksanlı yılları iyi gözlemleyip sinemaya da büyük bir başarıyla aktardığını belirtmek gerekir.</div><div><br></div><div><b>Film tam olarak hafızanın yarattığı boşluğa dolan duygu kırıntıları gibi</b>… Fakat bunu hiçbir şekilde yılışık bir duygusallıkla izleyicinin gözünün içerisine sokmuyor. Hatta film akarken çok fazla duygusal bir sahneye de rastlanmıyor fakat bilinçte açığa çıkardığı şeyler o kadar güçlü ki, düşünmeye başladığı andan itibaren filmin sertliği insanın aklından geçirdiği her şeye sirayet ediyor. Bu anlamda film o kadar başarılı ki, filmi izledikten sonra çocukken yaşamış olduğunuz anıların içerisine gizlenmiş olan duyguları da anımsamaya başlıyorsunuz.</div><div><br></div><div>Yönetmen Charlotte Wells bu filme dair vermiş olduğu röportajda filmin kurgu olmasına rağmen oldukça kişisel bir film olduğunu vurgulamıştı. Esasen filmi izlerken aynı zamanda Wells’in babası ile olan ilişkilerine dair ipuçları da veriyor. Ancak Wells kesinlikle bunu izleyicinin gözünün içine sokmamış. Bu basit bir konu olmasına rağmen insanda sürekli olarak bulmaca çözüyormuş gibi bir hissi de yaratıyor. Filmin bir başarısı da şurada yatıyor; bu filmi algılayabilmek için analitik zekâ tek başına çaresiz kalıyor. Hatta aksine, hislerin zihindeki yansımalarını iyi takip edebilmek gerekiyor ki tüm o akan durgunluk ete kemiğe bürünebilsin. Esasen Wells öyle bir film yaratmış ki, filmi anlayabilmek için öncelikli olarak hafızayla unutmaya yüz tutmuş duygu kırıntılarının yeniden bir araya gelmesi gerekiyor. Bunu senaryonun akışında da görebiliyorsunuz. Çekilen video kasetleri aslında bir araç temsiliyetine kavuşuyor ve Sophie’nin babasıyla tatil yaparken hangi görüntüleri gördüğünü anımsamasına destek oluyor ancak video öylesine soğuk ki, açığa çıkan sert duygularla bağını kurmadan bir anlama kavuşamıyor. Yönetmen Wells işte bu duyguları o görüntülerin içerisine büyük bir ustalıkla serpiştirmiş. Bir şekilde yakalıyorsunuz fakat buna rağmen <b>filmde her şey öylesine muğlak ki, bu görüntülerde esas yaşananların ne olduğunu anlayabilmeniz için üzerine uzun uzun düşünmeniz gerekiyor</b>. Çünkü bütün bu görüntüler bize Sophie’nin 11 yaşındaki halinden birer yansıma yalnızca. Dikkat ederseniz film içerisinde çok fazla yansıma görüntü var. Masadan yansıyan insan suretleri, aynadan yansıyan melankoli, sudan yansıyan paraşüt görüntüleri, kapalı, tüplü televizyonun ekranında akıp giden Sophie ve Babası Calum’un diyalogları ve daha sayısız benzer sahne. Filmin tamamı aslında belirli olayların Sophie’nin zihnindeki yansımasından ibaret ve yönetmen film içerisinde bu kadar çok yansıma görüntü kullanarak izleyiciye bunu hissettirmiş zaten. Fakat her ne kadar yansıma görüntüler, duygu geçişleri olsa da Sophie’nin duyguları o an yaşarken ki haliyle, aradan yıllar geçtikten sonra video üzerinden izlerken yaşadığı kırılma arasında ciddi bir çelişki var ve işte bu film tam anlamıyla o çelişkinin içinde doğmuş gibi.</div><div><br></div><div>Filmde <b>küçük Sophie yavaş yavaş ergenliğe doğru ilerlerken, karakteri olgun olmasına rağmen bir arayışın içerisinde ve bunu film boyunca babasına sorduğu sorulardan anlayabiliyoruz.</b> Henüz kafasında birçok şey muğlakken yaşadığı huzur da gözden kaçmıyor. Babasının içinde bulunduğu melankolik ruh hali, dönem dönem gitgelleri, karaoke yapılan sahnede olduğu gibi bazı sahnelerde çok güçlü verilmiş ancak <b>küçük Sophie’nin algıları bunu halen çocuksu olarak aldığı için gelip geçici bir şeyler olarak değerlendiriyor ve yaşadığı geçici huzursuzluk ertesi gün güneş doğunca yerini yeniden huzura bırakıyor. Fakat aradan yıllar geçtikten sonra babasının yaşlarına geldiğinde yaşadığı o görüntüleri izlerken yüzünde oluşan keder zamanın tahrip ettiği noktada oluşan bütün boşlukları dolduruyor. <u>Yıllar önce dünyayı henüz tüm gerçekliğiyle algılayamadığından yüzündeki o güzel gülümseme ve huzur, aynı görüntüleri izleyip o anı yaşadığında oluşan keder ile çelişik halde. Buradan duyguların zamana ve koşullara bağlı</u></b><u> <b>olarak değişkenlik gösterdiğini anlayabiliyoruz</b>. </u>Birçoğumuzda olmuştur bu durum. Yıllar önce büyük bir huzur yaşadığımız bir anının tüm çerçevesini görmeye başladığımız andan itibaren nasıl ters istikamete doğru bizi sürüklediğine şahit olmuşuzdur. Bu, hayatta algısal sorunlarla ilgili olarak doğan boşluklarla ilgilidir ve belirttiğim gibi bu film o boşluğun filmidir…</div><div><br></div><div>Biz filmi izlerken açılış sahnesinde yetişkin Sophie’nin gözünden izleriz aslında. O anlamda bütün filmin akışı yetişkin Sophie’nin zihninin bize açılmasıdır fakat yetişkin Sophie’nin bluğ çağındaki Sophie ile kurduğu bağ takdire şayandır. Çünkü aradan geçen onca yıllık zaman ister istemez insanın içinde bir şeyleri zedeler ve empati duyusu zayıflar. En çok kendi geçmişine duyduğu empati zayıflar. Yönetmen bu konuda empatiyi zayıflatmayarak, bu durumun nerede durması gerektiğini de güçlü bir şekilde vermiş. Yetişkin Sophie ile bluğ çağındaki Sophie arasında kurulan dengenin her ikisinde yarattığı ruh halleri bunun somut bir göstergesi…</div><div><br></div><div><b>Karanlıkta bir baba; Calum</b></div><div><br></div><div><b>Film boyunca kızıyla güçlü bir ilişki kurmak adına çaba sarf eden iyi bir baba görürüz…</b> Film tamamen Sophie’nin zihninden yansıyanların bize gösterilmesi olduğundan babasının tatil boyunca ondaki yansımasını izleriz. Kuşkusuz muğlaklığın ortadan tamamen kalkması bu filmi babasının bakış açısından yeniden çekilmesiyle mümkün olur fakat filmde Calum’un yaşadığı çalkantı, Sophie’ye yansıdığı kadarıyla dahi güçlü verilmiştir. Film bütün vermek istediğiyle değerlendirildiğinde <b>Calum’un karakterini güçlendirmemiş, yetişkinlikle çocukluk arasına sıkışıp kalmış ve toplumsal bir bakış açısıyla “bir baltaya sap olamamış” bir hali vardır. 19 yaşında henüz çok gençken yaptığı evlilik, 20 yaşındayken baba olması bunu değiştirmeyecektir. Calum işsiz, parasız kalmış, yaşama ‘doğru’ yerlerinden tutunamamış birisidir</b>. <b>Ve bunun sonucu olarak eşinden de ayrılmıştır fakat bir biçimde çocuksu bir dürtüyle onunla da iletişimini sürdürmektedir. </b>Film boyunca Sophie’ye olan ilgisi ve yaklaşımını ‘vicdan azabı’ olarak okumamak gerekir. Çünkü Filmin ilerleyen sahnelerinde Sophie’nin kapıda kalması aslında imgesel yolla aynı zamanda Calum’un sorumsuzluğuna, hayatı boş vermişliğine ve hatta umursamazlığına yorumlanabilir. Bu anlamda Calum aslında hayatın ne kadar zor olduğunu kendi karakterinde çok güçlü bir şekilde yansıtmaktadır. <b>Oysa yapılması gereken şey basittir; toplumsal düzleme ayak uydurmak ve toplumun iteklediği yöne doğru sürüklenmek. <u>Bunu yapmayan iki tür insan vardır. Birincisi mevcut düzeni benimsemeyen, toplumun dahi yaklaşımlarını sorgulayan ‘aykırı’ kişilik. İkincisi ise bu basit kurallara dahi uyabilecek kadar potansiyel açığa çıkaramayan ve bunun sonuncunda savrulma yaşayan insanlar</u>. Her ikisinin de intihara meyili vardır. Birincisi var olan sorunları görür ve o düzenin bir çarkı olmayı kendine yediremez ve hayat yaşanmaz hale gelir, ikincisinin ise düzene bir karşıtlığı olmamasına rağmen o düzende yaşamayı dahi beceremez.</b></div><div><br></div><div>Calum’un direngen tavrına dair filmde bir anlatıya denk gelmedim fakat ikinci karakter olabileceğine dair de yönetmenin açık bıraktığı bazı hususlar vardı. Bilinçli mi yapılmıştı yoksa yoğunlaşma eksikliğinden mi kaynaklanıyordu bilemiyorum. Karanlığa doğru emin adımlarla yürümek de bir yönüyle kararlılık ve direngenlik belirtisidir. Bilinçaltında bir yan insanın sürekli olarak korkmasını sağlar ve bu korku aynı zamanda yaşam dürtüsünü de belirler. Ancak filmin bir sahnesinde denizin bilinmez karanlığına doğru emin adımlarla yürüyen Calum’u görürüz. İmgesel yolla orada ulaşmak istediği hedef Calum’un bilinçaltındaki karanlıktır. Yol ise duyguları. <b>Buradan Calum’un yaşamdan el etek çekme hissine kavuştuğunu da çıkarabiliriz. Çünkü gün içerisinde kızıyla yaşadığı aydınlık saatlerde dahi Calum’da insanları rahatsız eden bir ruh hali aslında sürekli vardır. </b>Gözlüğün denizin dibine sürüklendiği sahnede, doğum günü kutladığında ve benzeri sahnelerde Calum’un git-gelleri izleyiciye yansır ve bu yansıma karaoke sahnesinde doruğa tırmanır. O kadar güçlü bir hal almıştır ki henüz yaşamı çocuksu hayalleriyle, gerçeklerin soğukluğu arasında sıkışmış olan Sophie’de bile tepkiye neden olur.</div><div><br></div><div>“<i>Paran olmadığı halde bir şeyler ödemeyi teklif etme.”</i></div><div><br></div><div>Bu söylem Sophie’nin bilinçaltında yaşadığı patlamanın dışavurumudur. Ve aynı gece Calum’u karanlığın ortasında denize doğru emin adımlarla, sendelemeden yürürken görürüz. Deniz’in imgesel olarak anlamı çok fazladır. Birincisi sudur, rüzgâr olmayan havalarda berraktır ve görüntüsü bile insanın ruhunu dinlendirir fakat gece olunca, yani güneşin sonrasında deniz de karanlığa gömülür. İnsan açısından artık berrak da değildir. Dibini göremez ve dibini göremediği her şey insan açısından ‘belirsizlik’ demektir. <b>Belirsizlik korkunçtur! Tam da bu yüzden belirsizliğe yürürken insanın sendelemesi, tereddüt etmesi gerekir ancak Calum öylesine yaralıdır ki güneşin sonrasında, karanlık her yere çökmüşken, hiçbir şekilde berraklığı olmayan, bilinmezliği çağrıştıran o karartıya doğru emin adımlarla yürür. Kuşkusuz bahsini etmiş olduğum şeylerin tamamı aynı zamanda ‘ölüm’ denen şeyin de tanımıdır.</b> <b><u>Calum ne kadar süre sonra olduğu bilinmese de kızıyla geçirdiği bu tatilin ardından yaşamına son vermiştir ve biz o an o tatilin Calum ile Sophie’nin birbirlerini son görüşleri olduğunu anlarız. Ve film hiçbir acı sahneyi göstermeden acının tohumunu da zihnimize atmıştır, orada kök saldıkça rahatsız eder bizi…</u></b></div><div><br></div><div>Calum’un karanlık yoğunluğa, yani aslında imgesel yordamla ölüme yürüdüğü sahnenin ardından filmin başındaki sahnelerin tamamı ete kemiğe bürünür. Kızıyla ilk buluştuğunda Calum’un balkonda ciğerlerini sigara dumanıyla doldururken karanlığa karşı sergilediği dans figürleri bir neşe belirtisinden ziyade yalnızlığa saygı duruşudur esasen. Muğlaktır kafasındaki düşünceler, tıpkı balkonda dans ederken kullandığı belli belirsiz figürlere yansıdığı gibi. <b>Sigara dumanı öyle bir yürür ki ciğerlerine, dans figürüne eşlik edercesine, Calum’un aldığı haz burada tam anlamıyla hayattan bıkmışlığıyla ilgilidir</b>. Yönetmen burada hiçbir ses kullanmamıştır. Ne bir hışırtı, ne bir rüzgar sesi, ne odada uyuyan Sophie’nin nefes sesi, ne bir ağaç yaprağı hışırtısı, ne komşu odalardan gelen televizyon sesi, ne yazlık olmasına rağmen mekanda dışardan gelen insan sesleri ne de sigaranın cızırtılı sesi… Mutlak bir sessizlik vardır bu görüntüde. <b>Calum hayatın seslerinden o kadar bıkmıştır ki, depresyon seviyesi doruklardadır. Sessizliğin dansını yapmaktadır ve bu sahne yine sessiz bir gecede karanlığın denizine doğru yürürken tamamlanır.</b></div><div><br></div><div>Kuşkusuz film “Aftersun” yani güneş sonrası karanlığından ibaret değildir. Mutlak bir karanlığa saplanmış halde olan Calum’un aydınlıkla Tai-Chi üzerinden kurmuş olduğu bir bağ vardır. Muhtemelen yönetmen bu argümanı ying yang felsefesinde olduğu gibi karanlığın içindeki küçük beyaz nokta -yani umut- olarak kullanmıştır. Filmin birçok sahnesinde Tai-Chi’ye dair görüntüler vardır. Bunun birisinde Sophie annesiyle telefonla konuşurken annesi Calum’un ne yaptığını sorduğunda son derece çocuksu bir saflıkla “ağır çekimde tuhaf ninja hareketleri yapıyor” dediği sahne. Bir diğeri önlerinde uzanan pırıl pırıl bir doğa karşısında Sophie ile yaptıkları Tai-Chi hareketleri sahnesi ve kapalı tüplü tv ekranında zaman ve yaş üzerine konuştukları görüntülerin yansıdığı zaman televizyonun hemen yanında üst üste dizili bir şekilde duran Tai-Chi kitapları. Calum’u filmin ilerleyen kısımlarında öylesine büyük bir kararlılıkla bilinmeze doğru yürürken görünce Tai-Chi’nin Calum için bir arayış olup olamayacağına karar veremedim fakat bir şekilde yaşama tutunmasına olanak sağladığına kanaat getirdim. Tai-Chi nefes, can ve yaşam enerjisini evrensel döngüye katma sanatının adı oluyor. Calum’un bu denli Tai-Chi’ye yönelmesinde var olan dengeyle arasında oluşan kopukluğun ilgisi var. Calum Tai-Chi üzerinden yeniden yaşama karışma amacı gütmekten ziyade yaşamdan ne kadar kopmuş olduğunu anlatıyor. Evrensel döngüden -insan açısından bunu toplum ile kurduğu bağ olarak da tanımlayabiliriz- bu denli uzaklaşıp kendi karanlığına gömülen birinin bunu en iyi ifade edebileceği alanın yeniden evrendeki akışa dahil olma felsefesini taşıyan Tai-Chi olmasında bir sakınca yoktur. Calum içindeki devasa boşluklar ve plazma halinde orada duran karanlıkla kavga halinde değildir fakat onunla uzlaşmış da değildir. Calum aslında bu karanlığı aslında yeterince umursamıyor ve bu yüzden akışı yeniden hissetme konusunda ona yol gösterecek olan Tai-Chi ile haşır neşir olmakta da bir beis görmüyor. <b>Çünkü Calum onu da umursamıyor… Bu umursamama durumu depresyonla beraber kendinden nefret etmesini de getiriyor. Bu yüzden <u>Calum artık net bir şeylerin arayışında değil, bulanıklık onu giderek daha çok girdabına çekiyor. </u>Bir sahnede, dışarı çıkma hazırlığı yaparken aynadaki görüntüsüne bakıyor ve görüntüdeki netlik dahi onu rahatsız ediyor. Çünkü Calum kendisinden dışarı yansıyan her şeyden nefret ediyor. Aynaya tükürerek hem kendinden yansıyanları bulanıklaştırıyor hem de kendine olan tepkisini kusmuş oluyor…</b></div><div><br></div><div>Filmde Calum’un hasta ruhunu tanımlayan çok fazla imge taşıyan görüntü var. Bulanık su, derin dalış, denizin dibi… Hepsi bize Calum’a dair ayrı ayrı özellikleri anlatıyor fakat bütün bunlar video kasetlerini izleyen ve babasının beraber tatil yaptıkları yaşında olan Sophie’nin bilincine yansımış olanlar. Çünkü Sophie kasetleri izlemeye başladığı andan itibaren bir yanda gözünün önündeki buz gibi gerçekleri görüyor, diğer yandan da bilinçaltı ve dolayısıyla rüyaları ve hayalleri devreye giriyor. Biz de Calum’un içinde bulunduğu ruh halini tamamen Sophie’ye yansıdığı, dahası Sophie’nin kendi algılarıyla yorumladığı haliyle izliyoruz. Bu da zaman kavramının felsefi yönlerini de devreye koyuyor. Zamanın göreceliği filmin hemen her yerine serpilmiş halde karşımızda duruyor. Daha filmin başında Sophie’nin kamera kayıtlarında 31 yaşında olan babasına 131 yaşındasın demesi aslında zamanın onu yorumlayan bilincin algılayış biçimine tesirini gösteriyor. Hepimizde vardır bu. <b>Küçük birer çocukken bizden 10 yaş büyük birine bakıp o yaşın hiçbir zaman gelmeyeceğini düşünürdük. Fakat o zaman dilimi geçip gittikten sonra geriye bakınca her şeyin bir çırpıda tükenebildiğine, 10 yılın çabucak geçip gittiğine şahitlik ettik. </b>Bu yüzden tükenenlerin başında da zaman geliyor…</div><div><br></div><div>Sophie’nin bir sahnede babasına “sen 11 yaşındayken şu anda ne yapacağını düşünüyordun?” diye sorması ve bunun karşısında Calum’un ani duygu durum değişikliği de zamansal kırılmanın algılarla belirlendiğini gösteriyor. <b>Çünkü Sophie bunu acı bir tecrübeyle yaşamın içerisinde zaten görecekti ve bunu görmüş olduğunun mesajı da son sahnede yine Sophie’nin yetişkin bir kadın olmuş halinde verildi. Bir yandan o tatilin görüntülerini izlerken yüzünde beliren derin keder, bu görüntüyü izlerken aşağı yukarı babasının en son gördüğü yaşında olması ve diğer yandan içerden gelen çocuk sesi babasıyla aynı kaderi taşıyıp taşımadığını göstermese de </b>algıların dönemsel olarak nasıl değişebildiğini oldukça güçlü bir şekilde ortaya koydu.</div><div><br></div><div>Filmin görüntü yönetmeni Gregory Oke’ye ayrıca parantez açmak gerekiyor. Çünkü her anlamda çok başarılı. Film boyunca gözümüzün önünde akıp giden görüntülerden kullanılan renklere kadar birbirini çok iyi tamamlıyor. Filmde bu anlamda sırıtan hiçbir şey yok. Gregory Oke dersine çok iyi çalışmış olmalı. <b>Eğer bu filmi izlerken Türkiye olduğunu ve zamanını bilmesek bile özellikle doksanlar Türkiye’sinde yaşayan insanlar filmin doksanlar Türkiye’sinin bir sahil kasabası olduğunu rahatlıkla anlayabilirdi. Bunu bu kadar güçlü şekilde başarabilmiş çok az sayıda Türk filmi vardır.</b> Gregory Oke bir yabacı olmasına rağmen atmosferi çok iyi yakalayıp sinemaya da çok güçlü aktarmış. Yine müzik seçimlerinden kullanılan seslere kadar her şey birbirini tamamlıyor gibi. Filmde gereksiz, eklektik duran tek bir sahne, tek bir söz yok. Örneğin karaoke sahnesinde sahneye çıkan Sophie’nin R.E.M’in Losing My Religion (inancımı kaybediyorum) şarkısını söylerken takındığı tavır ve mimiklerine bakalım… Babasının onunla birlikte sahneye çıkmamasının da bir tesiri mutlaka var ancak 11 yaşındaki hayat dolu bir kız çocuğunun Losing My Religion şarkısının sözlerini büyük bir coşkuyla söylemesi hayatın olağan akışına aykırı olur. Belki babası sahneye çıkıp söylese o şarkının hakkını daha iyi verebilirdi çünkü babası için anlaşılır bir durumdur “Losing My Religion”… Yine dinleyince birçoğumuzu geçmişe götüren Candan Erçetin’in “Gamsız Hayat” sözleri filme çok güzel kaynaştırılmıştı. “<b><i>Çok mu dertsiz duruyorum, uzaktan bakınca” </i></b>diye uzanıp gidiyordu Calum’un bulanık karanlığına… Queen’in efsanevi şarkılarından ‘Under Pressure’ da öyle… Sözleriyle filmin akışı arasındaki bağı kurmak hiç zor olmuyor.</div><div><br></div><div>Kısacası… <b>Aftersun muhteşem bir ‘sıradanlığa övgü’ filmi. Her saniyesi en ince ayrıntısına kadar düşünülmüş muazzam bir film. Uzun zamandır alt metni böylesine güçlü olan bir film izlediğimi anımsamıyorum!</b></div><div><br></div><div>Onur Dorpec</div><div>bubisanat.com<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEhBpJZbeCTYtnFw0viWojGsJlexwV-jCdKDWOao4BcciuPw1TcLA82QVprJN_89yS8C-4Kd8snxwZZF1VkhfCZLEvD0Ago7E9tLkWGSXGDr5o6GeG2W1fput215vUOiHw3ZR7283RNm24jR2jw9v63bZaCmbPj7vpNLtGm9nYzKalcdyXga0sF7kQ8GZG4" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;">
<img border="0" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEhBpJZbeCTYtnFw0viWojGsJlexwV-jCdKDWOao4BcciuPw1TcLA82QVprJN_89yS8C-4Kd8snxwZZF1VkhfCZLEvD0Ago7E9tLkWGSXGDr5o6GeG2W1fput215vUOiHw3ZR7283RNm24jR2jw9v63bZaCmbPj7vpNLtGm9nYzKalcdyXga0sF7kQ8GZG4" width="400">
</a>
</div></div><div><br></div>Ahmet Koyutürkhttp://www.blogger.com/profile/08039772760742250130noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-3471155774037006744.post-35045488276948815412023-08-09T12:33:00.000+03:002023-08-09T12:33:44.488+03:00KALP DERSLERİ<i>İnsan görüşmediği ama kalbinde yer ayırdığı, kalben hemhâl olduğu, onun da kalbinde yerinin olduğundan şüphe etmediği kimseyi ne zaman görse sevinç duyar, onu uzun bir zaman sonra da görse ona soğukluk hissetmez ama kalp selâmı kesmişse onu her gün de görse artık bir önemi kalmaz.</i><div><div><br></div><div> </div><div>Kalp, insanın âlemi, kâinatıdır. İnsanın yeri yurdu, içyüzüdür. Duygu ve düşüncelerin bağlı olduğu mihraktır. Hislerin uyandığı, serpildiği, olgunlaştığı makamdır. İnsanın hâl ve tavırlarına yön veren, onları biçimlendiren ve kişiyi kendisi kılan, kendine has güzelliklerini aşikâr eden, yüzüne, bakışına, sözüne bir ifade olarak yerleşendir.</div><div><br></div><div>Kalp, fiil olarak bir şeyi değiştirmektir. Bir insana/nesneye etki ederek onu bulunduğu durumdan başka bir hâle/yöne doğru değiştirmektir. Bu nedenle “kalbetmek” yani değiştirmek, çevirmek, dönüştürmek diye bir fiil türemiştir. Gün değişirken kalbeder, gece gündüze, gündüz geceye döner. İnsan yolun başında başka, ortasında başka, sonunda bambaşkadır. İnsanın yüzü, karakteri ve dünyası da kalbeder, değişir, dönüşür. Değişmeyenlerin kalbi pas tutar, katılaşır, taşlaşır.</div><div><br></div><div>DAİMİ BİR DEĞİŞİM</div><div><br></div><div>Kalp, insana âczini bildirir. İnsanlığın en güzeli, “Yâ mukallibe’l-kulûb” diye aman dilemiştir çünkü her yaratılan âcizdir, muhtaçtır. Kalp sürekli değişim içindedir, hâlden hâle geçer. <b>Kalp ışıldar, yeşerir, perdelenir, mühürlenir, kilitlenir, marazlanır, körleşir, kurur, çürür. Hiç kimse olduğu hâl üzere kâim değildir. Kalpleri evirip çeviren, onu değiştiren ve dönüştüren yegâne güç onu yaratandır. </b>Kimi kalpler vardır, değişirken bozulur. Kimi kalpler vardır, aslına rücu eder, tabiatına döner. Kimi kalpler de mühürlüdür; hayata, yağmura, berekete, tohuma, toprağa, güneşe, ırmağa rağmen etkilenmezler, onlara ne güzellikler tesir eder ne de dikenler onları gafletten uyandırır.</div><div><br></div><div>Kalbi karşılayan birçok kelime kullanırız. Hissettiğimiz duyguya ve acıya göre kalbimizde olan biteni anlatmak için bu kelimelerden birini seçeriz. Bazen gönül deriz ona, bazen tahammül mülkü deriz, bazen yürek, bazen sîne, bazen can evi deriz. Bir insanın kalbindeki sezgi kuvvetini ifade etmek için onun, gönül gözünden baktığını, basiret sahibi olduğunu söyleriz.</div><div><br></div><div>KUR’AN’IN KELİMELERİ</div><div><br></div><div>Kur’an’a göre kalbin çok geniş ve başka kelimelerle ifade edilen anlamları vardır. “Sadr”, kalbin yeri/mahalli anlamına gelir. Elmalılı, sadr kelimesinin kalpten kinaye olduğunu belirtir. Sadr, insanın ruh hâline göre genişler ve daralır. Müfredat’ında <b>Ragıp El-İsfahanî, Kur’an’da her nerede kalp kelimesi geçiyorsa orada muhakkak akla ve ilme işaret edildiğini ve ancak kalbi olanlara bir öğüt olduğunu söyler.</b></div><div><br></div><div>Sevgi, ıstırap ve acıdan yanıp tutuşan kalbe “fuâd” denir. Fuâd, kalbin samimiyeti ve içtenliğidir. “Dost yüzünü görmesem şu gözlerim nemdir benim” diyen Yunus, hasretle yanıp tutuşan bir kalbin dosta bakışını anlatır. <b>Kur’an’da fuâd, kalbin gördüğünü yalanlamaması, ihlâsla onu anlamasıdır</b>. Her şeyin özünü, en iyisi ve seçkin olanını ifade eden “lübb” kelimesi de Kur’an’daki kalp kavramını karşılayan başka bir kelimedir. Lübb olarak nitelenen kalp, insanın özüdür. Akletme, doğru düşünebilme ve idrak edebilme kabiliyetidir. Kur’an akletme ve kavrama yetisi yüksek olan insanları “Ulu’l elbâb” olarak niteler. Ulu’l elbab, akleden, fikreden, idrak eden şahsiyetlerdir. Onların kalp işleri tefehhüm, tefekkür, tezekkür ve tedebbürledir. Hisleri düşüncelerinden, düşünceleri hislerinden ayrı değildir.</div><div><br></div><div>Kalbin hududu ne kadar da geniş… <b>Kalp, aklı da kuşatacak denli “akletme” marifetine sahip. Çünkü kalp, Rahman’ın hiçbir yere sığmam ama oraya, kulumun kalbine “sığarım” dediği yerdir.</b> Bir işi kalp ile kalpten gelerek yaptığını söylemek, o işe ruhunu vererek, bütün içtenliğiyle yaptığının beyanıdır. Birine kalp ile yönelmek, Tanpınar’ın ifadesiyle bütün kâinatınla ona taşınmaktır. Onunla hemhâl olmaktır. <b><u>İnsan görüşmediği ama kalbinde yer ayırdığı, kalben hemhâl olduğu, onun da kalbinde yerinin olduğundan şüphe etmediği kimseyi ne zaman görse sevinç duyar, onu uzun bir zaman sonra da görse ona soğukluk hissetmez ama kalp selâmı kesmişse onu her gün de görse artık bir önemi kalmaz.</u></b></div><div><br></div><div>ŞAHSİYETİN ESAS GÖSTERGESİ</div><div><br></div><div>Gerçekte “kör” olan gözler değil, sînelerdeki kalplerdir. Kalp bir kez çürümeye, kurumaya ve bozulmaya yüz tutsun, insanın gözünün feri gider, hayatının ışığı söner. <b>Nuri Pakdil “İnsanın en çok kalbi temiz olmalıdır. Ne emek ne ekmek, önce kalbimiz bozuluyor çünkü” diyerek kalbin merkezi önemine ve insana şahsiyet kazandırmasına işaret eder. </b>İnsan hata eder, yanılır, yanlış yapar, kötü düşüncelere kapılır. <b>Kalp temizliği insanın kötülüğe ve yanlışa hiç bulaşmamış olması değil, gidişatını düzeltme gayreti içinde olmasıdır.</b></div><div><br></div><div>Gazali “Kalp, şahsiyetin esas göstergesidir” der. <b>Kalp manevi açısını yitirirse insanın şirazesi dağılır, yoluna sis çöker, görüş açısı bozulur, ruhu karanlıklarda kalır. </b>Gazali’ye göre kalbin maddi yönü hayvanda da vardır insanda da. Bu nedenle Gazali, kalbi ruh ile eş anlamlı kullanır. Mühim olan kalbin mahiyetine yaraşır şekilde davranmaktır yani insanın kalbine/manevi yönüne eğilmeyi ihmal etmemesidir. İnsan ruhunun ihtiyaçlarını karşılayabildiği ölçüde hakikate yürür. Emaneti yüklenen insanın anlam arayışı, varlığını ilim ve marifetle çiçeklendirerek, ilimle yolunu bulmaya çalışarak, kalbine eğilerek cevaplanabilir.</div><div><br></div><div>HERKESLE HEMRÂH OLUNMAZ</div><div><br></div><div>Ataullah İskenderî Tasavvufî Hikmetler’de, faydalı ilmin ışıklarının, insanın göğüs ve gönlünde yayılıp kalbinin üzerindeki madde ve masiva örtüsünü kaldırdığını söyler. İlmi artan insan, küstahlaşmaz, kalbi incelir, kavrayışı yükselir, içi haşyetle dolar. <b>Haşyet, insanın âcizliğini ve yaratılmışlığını bilmesi, yaratan karşısında kalbinin titremesi, ürpermesidir.</b> İlim, kalp derslerini talim eden ve kendini bilenlerin yolculuğudur. İskenderî’ye göre bir eşyadan diğer eşyaya koşan, maddede takılıp kalan yüzeysel insan, bir yol katedemez ve kısır bir döngüde sıkışıp kalır. Kalp, maddi olanın esaretinden kurtuldukça, eşya ile ünsiyetini de mana üzerine kurdukça anlama ve idrak kabiliyeti bakımından da gelişir.</div><div><br></div><div><b>İnsanın kendisiyle, başkalarıyla, sevdikleriyle, yaratanla kurduğu bağın mekânı kalptir. <u>Kalp bazen ansızın bir şeye ısınır veya bir şeyden soğur, niye öyle olduğunun esas sebebi de çoğu zaman bilinmez</u>. Kalp sezgiyle ısınır, sezgiyle soğur. Kalbin kendine göre akıl almaz, açıklanamaz, izah edilemez gerekçeleri vardır. </b>Kalp bazen neyi neden seçtiğini, onu niçin istediğini bilmez. <b>İnsan belki de en çok kalbinden yanılır ve gariptir ki insan, birine güvenmeyi, ona itimat etmeyi, ondan emin olmayı kalbiyle bilir, hisseder. İnsan kalbî yakınlık kurduklarıyla yürümek, yol almak, kendini değiştirmek ister.</b> Hemrâh aynı yol, istikamet ve niyet üzere olunan kişidir. Herkesle hemrâh olunmaz. Her yoldaş aynı izi bırakmaz, herkesle aynı mesafe yürünmez. <b>Yalnız kalp bağı sağlam olanlar birbirinin gönlündedir, onlara ayrılık olmaz.</b></div><div><br></div><div>Hatice Ebrar Akbulut <div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEjrtRwn1jXo5dQjAam6_pZoXLw8BER9qEkRJMcCmV0PYN3BhF-UwLo5dxu4luueBy5waPLeTKs7iHxY9tLSUeKa7lzT10Z9p9QuGXTYnEFn22Bxi7XsKo5BGFH-t3qU94fT6pR9dSYartZvGpKBEl_6-axJSejZW7n1Oqz9sW_cqwdxFBUAxTlQcbxnQJk" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;">
<img border="0" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEjrtRwn1jXo5dQjAam6_pZoXLw8BER9qEkRJMcCmV0PYN3BhF-UwLo5dxu4luueBy5waPLeTKs7iHxY9tLSUeKa7lzT10Z9p9QuGXTYnEFn22Bxi7XsKo5BGFH-t3qU94fT6pR9dSYartZvGpKBEl_6-axJSejZW7n1Oqz9sW_cqwdxFBUAxTlQcbxnQJk" width="400">
</a>
</div><br></div></div>Ahmet Koyutürkhttp://www.blogger.com/profile/08039772760742250130noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-3471155774037006744.post-63941763986904141222023-08-08T02:53:00.000+03:002023-08-08T02:53:20.955+03:00SualZincirlerle çekiyor işçiler<div>Güneşi, yatağımın başına.</div><div>Ben nasıl çıkarım bu kirli yüzle</div><div>Güneşin karşısına?</div><div><br></div><div>Kuşlar başucuma toplanmış,</div><div>Perdeleri açılıyor, sabahın.</div><div>Ben nasıl sokarım bu tembel vücudu</div><div>Bahçesine Allah'ın?</div><div><br></div><div>Kim gönderir satıcıları,</div><div>Kapımın eşiğine salar?</div><div>Ben nasıl alırım mallarını,</div><div>Ancak kendilerine yetecek kadar.</div><div><br></div><div>Gece örtülüyor üstüme</div><div>Uyutmak için zannederim,</div><div>Kim yaşatıyor beni hâlâ,</div><div>Cevap isterim.</div><div><br></div><div>Celâl Sılay<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEiAozrEgnMKrDm30pS02NObvW-cn7aYWjTaTHBs6Rkda2YRW8ADcxYARjwBhPgPpDAjk7Ez6NeONcKBxPqpB1cRVnaiHYnPrJuhPMA_yDWpWICIeWZLONCGZbnBNnXAOfJrgjw4tlVNJ66xmRynHeXJxzRmcv6C3vj4CsrJP6SX5j3-TAoM4Do8bUyhXYI" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;">
<img border="0" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEiAozrEgnMKrDm30pS02NObvW-cn7aYWjTaTHBs6Rkda2YRW8ADcxYARjwBhPgPpDAjk7Ez6NeONcKBxPqpB1cRVnaiHYnPrJuhPMA_yDWpWICIeWZLONCGZbnBNnXAOfJrgjw4tlVNJ66xmRynHeXJxzRmcv6C3vj4CsrJP6SX5j3-TAoM4Do8bUyhXYI" width="400">
</a>
</div></div>Ahmet Koyutürkhttp://www.blogger.com/profile/08039772760742250130noreply@blogger.com