Kaderi arıyorum
Yollarda.
Bana uzatmazlar mı yardım elini?
Yakalamak, hükmetmek, şekillendirmek için Kaderimi.
David Miynot’un neşredilmemiş şiirlerinden
Şarkı sona ermişti. Güftesi David’in, müziği bir halk melodisinindi. Han salonundaki müşteriler şarkıyı candan alkışladılar, zira şarabın parasını genç şair vermiş ti. Sadece kasabanın noteri olan M. Papineau başını sallıyordu: okumuş bir adamdı ve diğerleri gibi içmemişti.
Dışarda gece ayazı David’in kafasından şarap dumanlarını sildi. O zaman, sabahleyin Yvonne’la kavga ettiklerini ve o gece evini terkedip etraflarını saran büyük dünyada şan ve şeref aramıya gitmeğe karar verdiğini hatırladı.
Kendi kendine: “ Şiirlerim bir gün gelip de herkesin dilinde dolaşmaya başlayınca, herhalde bugün söylediği acı kelimeleri hatırlar,” dedi.
Meyhanedekilerden başka bütün kasaba halkı yataklarında idiler. David odasına girerek birkaç parçadan ibaret olan eşyasını topladı. Bir sopanın ucuna asarak V»moydan uzaklaşan yolu takib» başladı.
Babasının ağılda uyuklayan koyunların yanından geçti - her gün çobanlık ettiği, kâğıt parçaları üstüne şiirlerini yazarken dağılmalarına müsaade ettiği koyunların Yvonne’un penceresinde ışık vardı, ânî bir zaaf karan ın sarsar gibi oldu. Belki de o ışık Yvonne’un üzüldüğü nü, uykusu kaçtığını gösteriyor, ve hattâ kimbilir sabah olunca... Ama, hayır! Kararı kat’î idi. Vemoy ona göre bir yer değildi. Orada onun fikirlerini paylaşacak bir kişi bile yoktu.
Çiftçi sabanı kadar dümdüz yol, ayışığı ile aydınlanmış kırın ortasında üç fersah kadar devam etti. Köyde bir yolun hiç değilse Parise kadar gittiğine inanılırdı; şair yürürken bu ismi sık sık tekrarlıyordu. David, Vernoy’dan hiçbir zaman bu kadar uzaklaşmamıştı.
SOLDAKİ YOL
Üç fersah kadar gittikten sonra yol birdenbire karıştı. Daha geniş bir yolla birleşmişti. David, birkaç dakika kararsız durduktan sonra soldaki yolu seçti.
Bu geniş yolun tozları arasında az evvel geçmiş bir arabanın tekerlek izleri görülüyordu. Bunun doğruluğu yarım saat sonra dik bir tepenin altındaki derenin çamurlarına batmış bir arabanın görünmesiyle sabit oldu. Arabacı ile seyisler bağırıyor, dizginleri çekiyorlardı. Yolun bir kenarında siyah elbiseli, iriyarı bir adam, ve uzun, ince bir pelerine sarınmış, narin bir kadın duruyordu.
David seyislerin gayretlerinde beceriksizliklerini okudu. Sessizce işin idaresini eline aldı. Seyislere gürültüyü kesip, kuvvetlerini bir de tekerleklerde denemelerini söyledi. Sadece alışkın sesi ile arabacı hayvanları harekete geçirmeye çalışıyordu.
David kuvvetli omuzu ile arabanın arkasına dayandı; araba bir hamlede kuru toprağa çıktı. Seyisler yerlerine oturdular. David bir dakika kadar tereddüt ederek durdu. îriyarı adam elini salladı, “ Siz arabaya gireceksiniz.” Sesi de kendi gibi kalındı, fakat alışkanlık ve uğraşma ile düzgünleştirilmişti. Böyle sese itaatten başka yapacak şey yoktur. Emrin ikinci defa tekrarlanması ile genç şairin tereddüdü kısa sürdü. David arabaya girince kadının arka tarafa oturduğunu gördü. O, tam karşı tarafa oturacaktı ki, ses yine ona arzusunu yaptırdı. “Hanımın yanma oturacaksınız.”
Adam bütün ağırlığı ile karşılarına çöktü. Araba tepeye çıkmaya başladı. Kadın sessizce köşesine büzülmüş tü. David onun yaşını tahmin edemiyordu, fakat elbisesinden gelen levanta kokusu, şaire esrar perdesinin altında güzelliği gizli olduğunu hayal ettirdi. îşte çoktandır özleyip durduğu bir macera idi bu. Fakat anahtarı onun elinde değildi; zira ketum yol arkadaşları yol müddetince bir daha konuşmadılar.
Bir saat sonra David pencereden bakınca arabanın bir şehire girmiş olduğunu gördü. Sonra kapalı ve karanlık bir evin önünde durdular ve seyis inerek kapıyı sabırsızca yumruklamıya başladı. Yukardan bir pencere açılarak, takkeli bir baş uzandı.
“ Ne cüretle gecenin bu saatinde namuslu insanları rahatsız ediyorsunuz? Evim kapanalı saatler oldu. Zaten vakit de kârlı müşterilerin gelmesi için çok geç. Haydi gidin buradan.”
Seyis bağırdı, “Monsenyör Marki dö Beaupertuys’e derhal kapıyı açın.”
Yukardaki ses, “A h!” diye haykırdı. “Binlerce pardon, lord hazretleri, bilmiyordum -vakit o kadar geç ki evim lord hazretlerinin emrine amadedir.”
İçerden kilit sesi duyuldu ve kapı ardına kadar a- çıldı. Silver Flagon’un sahibi yarı giyinik, elinde şamdanı, endişe ve soğuktan titreyerek eşikte duruyordu.
David markinin arkasından indi. “ Bayana yardım et,” diye emredilmişti. Şair itaat etti. Kadının inişine yardım ederken avucu içindeki küçücük elin titrediğini hissetti. Sonra bir emir daha geldi, “ içeri girin.”
Hanın büyük yemek salonuna girdiler, içerde boydan boya tahta bir masa uzanıyordu. Adam masanın bir ucuna oturdu. Kadın yorgun bir tavırla duvar dibinde bir iskemleye çöktü. David, ayakta, nasıl müsaade isteyip yoluna devam edeceğini düşünüyordu.
Hancı yerlere eğilerek, “Lord hazretleri,” dedi. “Bu şerefi bahşedeceğinizi bilseydim, size çok şeyler hazırlatır dı m. F-ff-fakat şarap var, soğuk et var, b-b-beîki de./’
Marki tombul elinin beyaz parmaklarını kendine has bir tavırla açarak, “ Mum,” dedi.
“P-peki, lord hazretleri.” Yarım düzine kadar mum getirip, yakarak masanın üstüne koydu. “ Eğer efendimiz hususî bir Burgonya şarabı tatmayı arzu buyururlarsa... bir fıçı...” Marki parmaklarını açarak, “Mum,” dedi. “ Derhal lord hazretleri... şimdi getiriyorum efendim.”
Salonda birkaç düzine mum daha yandı. Markinin büyük cüssesi iskemlesinden taşıyordu. Boğaz ve bileklerindeki bembeyaz dantellerden maada tepesinden tırnağına kadar siyahlar giyinmişti. Hattâ kılıcının kabzası ile kını bile simsiyahtı. Yüzünde alaycı bir gurur ifadesi vardı. Yukarıya kıvrılmış bıyıklarının uçları neredeyse gözlerine değecekti.
Kadın hiç kımıldamadan oturuyordu. David, onun dokunaklı bir güzelliğe sahip genç bir kız olduğunu gördü. Markinin gürleyen sesi onu bu bikes güzelliğin tema şasından uyandırdı.
“Adın ne, necisin?’’
“David Mignot. Şairim.”
Markinin bıyıkları gözlerine daha ziyade yaklaştı.
“Neyle geçinirsin?”
“Ayni zamanda çobanım. Babamın sürülerine bakarım,” diye David cevap verdi. Başını dimdik tutuyordu ama yanakları kızarmıştı.
“O halde iyi dinle şair ve çoban efendi. Bu akşam talihin çok açıkmış. Bu hanım benim yeğenim. Matmazel Lucie de Varennes’dir. Asil bir aile kızıdır, ve senede on bin frank şahsî geliri vardır. Güzelliğini ise işte kendin görüyorsun. Eğer hoşuna gittiyse derhal senin karın olacaktır. Sözümü kesmeden dinle. Bu gece onu evvelden vâdetmiş bulunduğum nişanlısı Kont de Villenaur’un şatosuna götürdüm. Misafirler gelmiş, rahip bekliyordu; asil ve zengin bir insanla'evlenmesi için herşey tamamdı. Mihrabın önünde bu hanım, birdenbire dişi bir peor par gibi bana döndü ve beni zalimlikle itham etti, ve orada aptallaşan rahibin gözü önünde onun için verdiğim sö zü bozdu. Ben de o anda, şatodan çıktığımız zaman ister prens, ister hırsız olsun ilk rastlayacağım adamla onu evlendireceğime söz verdim. Sen, çoban, işte bu adamsın. Matmazel bu akşam mutlaka biriyle evlenecek. Sen olmazsan bir başkası. Karar vermek için on dakikan var. Beni suallerle kızdırma. On dakika, çoban. Geçmeye başladı bile.’’
Markiz beyaz parmakları ile masanın üstüne vuruyordu. Beklemenin perdesi arkasına çekildi. Sanki bü yük bir ev muhtemel bir taarruza karşı kapı ve pencerelerini kapatmıştı. David konuşacaktı ama, adamın bu tavrı cesaretini kırdı. Kadının iskemlesine doğru giderek selâm verdi.
“Matmazel,” dedi. Bu kadar zerafet ve güzellik kar şısında kelimelerin böyle kolaylıkla akmasına şaşmıştı. “ Çobanlık ettiğimi söylediğimi duydunuz. Bazı zamanlar şair olduğumu tahayyül ederim. Eğer güzele hayran olmak, güzeli korumak şairliğin bir imtihanı ise, bu tahayyülüm şimdi kat kat kuvvetlendi. Size bir yardımda bulunabilir miyim, matmazel?”
Kız alçak bir sesle: “Mösyö,” dedi. “Namuslu ve kibar bir kimseye benziyorsunuz. Bu adam benim amcamdır, babamın kardeşi ve dünyada yegâne akrabam. O, annemi severdi, anneme benzediğim için de benden nefret ediyor. Hayatımı dehşet içersinde geçirtti. Bana bakan nazarlarından korkuyorum, bugüne kadar ona itaatsizlik göstermeye cesaret edememiştim. Fakat bu gece beni benden üç misli yaşlı bir adamla evlendirmeye kalktı. Hiddetini sizin üstünüze çektiğim için affmızı rica ederim. Tabiî ki size zorlayarak yaptırmak istediği bu işi reddedeceksiniz. Fakat müsaade edin de nazik kelimeleriniz için size teşekkür edeyim. Çoktandır kimse benimle böyle konuşmadı.”
Şimdi şairin gözlerinde nezaketten başka bir şey daha vardı. Hakikaten şair olmalıydı; zira Yvonne unutulmuştu, bu yeni güzellik onu tazeliği ve fazileti ile kendine bağlamıştı. Onun büyüleyici kokusu çobanı tuhaf hislerle dolduruyordu. Ateşli bakışını kızın yüzüne çevirdi. Kız susamışçasma ona baktı.
David: “On dakika,” dedi. “Hayatım boyunca malik olaraıyacağım bir şeye sahip olmak için on dakikam var. Size acıdığımı söylemiyeceğim matmazel; hakikat bu de ğildir; sizi seviyorum. Sizden şimdiden benisevmenizi isteyemem, fakat müsaade edin de şu zalim adamdan sizi bir kurtarayım, zamanla aşk da gelebilir. Bir istikbalim olduğunu zannediyorum, daima çoban olarak kalmıyaca- ğım. Şimdi sizi bütün kalbimle koruyacak, hayatınızı daha neşeli yapmıya çalışacağım. Kaderinizi bana emanet edebilecek misiniz, matmazel?”
‘‘Ah! Bana acıdığınızdan kendinizi feda etmeye kalkıyorsunuz.”
‘‘Aşktan, matmazel. Vakit de hemen hemen doldu.” ‘
‘Pişman olacak, benden nefret edeceksiniz.”
‘‘Sizi mes'ut etmek, size lâyık olmak için bütün ömriimce uğraşacağım.”
Kızın ince, küçük eli onunkinin içine kaydı.
‘‘Size emniyet edeceğim,” diye fısıldadı. “ Hayatımı size emanet edeceğim. Ve -ve aşk- belki de sizin düşündüğünüz kadar uzakta değildir. Söyleyin ona. Bir kere onun gözlerinin kudretinden kurtulayım, herşeyi unutabilirim.”
David gidip markinin önünde-durdu. Siyah şekil kı mıldadı ve alaycı gözler büyük saate çevrildi.
“İki dakika kaldı. Bir çobanın zengin, güzel bir kızı kabul etmesi için sekiz dakika lâzım geliyor, ha? Söyle çoban, matmazelin kocası olmaya razı mısın?”
David, gururla: “Matmazel, karım olması teklifine razı olmakla bana şeref vermiştir.” dedi.
Marki, tebessümle: “ İyi söyledin,” dedi. “Çoban efendi sende asil bir ruh var. Matmazel daha kötü birine de rastlıyabilirdi. Şimdi kilise ile şeytanın müsaade ettiği nisbette acele işimize bakalım.”
Kılıcının kabzasiyle masaya vurdu. Hancı dizleri titreyerek geldi. Bu büyük lordun kaprislerini evvelden tahmin ümidiyle kucak dolusu mum getirmişti. Marki, “Bir rahip çağır,” dedi. “Anlıyor musun? Rahip. On dakika içinde buraya gelmeli, yoksa...”
Hancı elinden mumları atarak gerisin geriye koştu.
Rahip, yarı uykulu bir halde geldi. David Mignot ile Lucie de Varennes’i karı koca ilân etti, Marki’nin attığı altın parayı cebine yerleştirerek gecenin karanlığında kayboldu.
Marki meş’um parmaklarını hancıya sallıyarak: “ Şarap,” dedi.
Şarap geldiği zaman: “Kadehleri doldur,” diye emretti. Mumlarla aydınlanmış masanın başında ayakta duruyordu. Kin ve gururdan meydana gelmiş kapkara bir dağ gibiydi. Yeğenine baktıkça gözlerinde eski aşkın zehire dönmesi gibi bir şey parlıyordu.
Kadehini kaldırarak: “Mösyö Mignot,” dedi. “ Size şunu söyledikten sonra içeceğim: eş olarak hayatınızı mahvedecek birini almış bulunuyorsunuz. Onun damarlarında akan kan değil, annesinden miras kalan yalandır. Size utanç ve endişe getirecektir. Ona miras kalan ve bir köylüyü bile ayartmaya tenezzül eden şeytan, gözlerinde, derisinde ve ağzmdadır. işte sizin mes’ut bir hayat için malik bulunduklarınız. Kadehinizi kaldırın Matmazel, nihayet sizden kurtuldum.”
Marki şarabını içti. Kızın dudaklarından bir hıçkırık fırladı. David, kadehi elinde ilerîiyerek, Marki ile yüzyüze geldi. Tavrında pek çobana benzer bir hâl yoktu.
Sakin bir sesle: “Biraz evvel ‘Mösyö” demekle bana şeref verdiniz. Matmazelle evlenmemin düşündüğüm bir iş için hiç olmazsa biraz beni size eşit kıldığını ümit edebilir miyim?”
Marki: “ Evet, çoban, haklısınız,” diye alay etti.
David, kendisi ile alay eden gözlere elindeki şarap kadehini fırlatarak: “ O halde belki de benimle düelloya tenezzül edersiniz,” dedi.
Büyük lordun öfkesi, borudan fırlayan bir nağme gibi âni bir küfürle fırladı. Kara kınından kılıcını çıkararak, titreyen hancıya seslendi: "Çabuk şu ahmak herife bir kılıç getir.” Sonra kızm kalbini donduran bir gü lüşle ona döndü: “Bana çok iş çıkarıyorsunuz, madam,” dedi. “Anlaşıldı; bir gece içinde sizi hem kocaya vermeli, hem de dul bırakmalıyım.”
David: “Ben kılıç oyunları bilmem,” dedi. Karısının önünde böyle bir itirafta bulunduğu için yüzü kıpkırmızı olmuştu.
Marki alayla tekrar etti: “Ben kılıç oyunları bilmem. Köylüler gibi odunlarla mı döğüşeceğiz? Hey, François, tabancalarımı.”
Seyis arabanın silâhlığından kabzaları gümüş kaplı iki tabanca getirdi. Marki bir tanesini masanın üstüne, David’in yanma fırlattı. “ Masanın öteki ucuna geç,” diye bağırdı. “Bir çoban bile tabancanın tetiğini çekebilir. Bir De Beaupertuys’nin silâhı ile ölmek şerefi pek az çobana nasip olmuştur.”
Çobanla Marki uzun masanın karşısında birbirlerine döndüler. Hancı dehşet içinde havayı yumrukluyor, ve bağırıyordu: “M-mm-monsenyör, Allah aşkına... benim evimde yapmayın... kan dökmeyin... beni mahvedeceksiniz...” Marki’nin bakışı onu susturmaya kâfi geldi.
Beaupertuys markisi: “ Korkak,” diye bağırdı. “Diş lerini tıkırdatmayı bırak da, bize işaret verecek misin, onu söyle.”
Hancının dizleri yerde idi. Ağzını bile açamıyordu. İşitmiyordu bile. Yine de el hareketleriyle evinin ve ticaretinin selâmeti içirı yalvarıyordu.
Kadın, berrak sesiyle: “Ben söylerim,” dedi. Gidip David’i öptü. Gözleri parıl parıl yanıyordu; yanaklarına renk gelmişti. Duvara dayandı, iki adam tabancalarını nişanlayıp onun saymasını beklediler.
“ Un... deux... trois!”
İki ses de birbirine o kadar yakın geldi ki, mumlar sadece bir defa titrediler. Marki gülümseyerek duruyordu. Sol elinin parmakları masanın üstüne açılmıştı. David dimdik kaldı, başını yavaşça çevirerek gözleriyle karısını araştırdı. Sonra asıldığı yerden düşen bir elbise gibi yere yığıldı.
Dul kadm bir dehşet ve ümitsizlik çığlığı kopararak, David’in üzerine eğildi. Yarasının yerini buldu, sonra eskisi gibi gamlı, solgun bakışı ile başını kaldırdı. “Tam kalbinden,” diye fısıldadı. “Ah, tam kalbinden vurulmuş.”
Markinin kalın sesi gürledi: “Haydi, arabaya yürü bakalım.” Gün doğmadan elimden çıkmış bulunacaksın. Bu akşam tekrar evleneceksin. Hem de ilk karşımıza çıkacakla, kadınım, ister köylü olsun, isterse haydut. Eğer yolda kimseye rastlamazsak, kapımı açacak köylü ile.
Haydi, gir arabaya bakalım.” Amansız ve iriyarı marki, tekrar pelerinin esrarına bürünmüş olan kadın, elinde silâhlarla seyis, hep birden arabaya doğru yürüdüler. Ağır tekerleklerin sesi, uyuyan köyün içinde yankılar yaparak uzaklaştı. Silver Flago’nun salonunda yirmi dört mumun ışığı masanın üstünde dansedip göz kırparken, çılgına dönmüş hancı maktul şairin cesedi etrafında dönerek ellerini uğuşturuyordu.
SAĞDAKİ YOL
Üç fersah kadar gittikten sonra yol birdenbire karıştı.
Daha geniş bir yol'ıa birleşmişti. Davit, bir kaç dakika
kararsız durduktan sonra sağdaki yolu seçti.
Yolun nereye gittiği hakkında bir fikri yoktu. Fakat.
Davit, o gece Vernoy’yı arkasında bırakmaya karar vermişti.
Bir fersah daha gittikten sonra pek yakın bir mazide
büyük bir eğlentiye sahne olduğu belli olan büyük
bir şatonun yanından geçti; taş kapının önündeki tozlu
yolda misafirleri götüren arabaların tekerlek izleri görülüyordu.
Üç fersah daha gittikten sonra David yoruldu. Yol
kenarında otlar arasına yatıp uyudu. Sonra kalkıp meç
hul istikametine doğru yürümeye devam etti.
Böylece beş gün yürüdü; tabiat’m o hoş kokulu yataklarında
yahut küylülerin saman yığınları arasında
uyuyor, onların misafirperver kara ekmeklerinden yiyor,
İrmaklardan, keçi çobanlarının testilerinden içiyordu.
Nihayet bir köprüden geçerek, o, düuyamn bütün
gerikalan şehirlerinin hepsinden daha çok şair ezmiş veya
taçlandırmış, şehrine ayak bastı. Birzamanlar nüfuzlu
ve mühim şehirlileri barındıran bu sokak şimdi düş
künlere terkolunmuştu.
Yüksek evler hâlâ yıkılmış bir aseletin kalıntılarına
sahiptiler; fakat şimdi çoğu toz ve örümcekler tarafından
istila edilmiş durumdaydılar. Geceleri kılıç şakırtı
ları, ve meyhaneden meyhaneye dolaşan kabadayıların
gürültüleri işitilirdi. David burada kıt parasîyla münasip bir yere yerleşti. Gecenin mum ve gündüzün ilk ışıkları
cnu kâğıt ve kalemi başında buluyordu.
Bir öğleden sonra, koltuğu altında ekmeği, peyniri
ve bir şişe sulu şarabiyle dışardaki basit dünyaya yaptı
ğı yemek seferinden dönüyordu. Yukarı çıkarken, merdivenlerde
bir şairin bile hayalini durdurabilecek güzellikte
bir kadına rastladı - rastladı değil de buldu, zira kadın
duvara dayanmış duruyordu. Önü açık' bol siyah bir pelerinin
altında işlemeli elbisesi görünüyordu. Gözleri dü
şüncelerinin her değişişinde başka bir şekle giriyorlardı.
Bir an, küçük bir çocuğunkiler kadar yuvarlak ve mâsum,
sonra bir çingeneninkiler kadar çekik ve büyüleyici oluyorlardı.
Bir eli hafifçe elbisesini kaldırarak yüksek ök-
çeli, açık bağlan yana sarkan, küçük ayakkabılarım meydana
çıkardı. O, o kadar İlâhî, eğilmeğe o kadar gayri mü
sait, cezbedip emretmiye o kadar lâyıktı ki. Belki de
David’in geldiğini görmüş, onun yardımını beklemişti.
Ah, acaba mösyö merdiveni işgal ettiği için onu affedecek
miydi? Fakat şu ayakkabı! - Ah, şu yaramaz ayakkabı!
Fakat heyhat! Bir türlü bağlı durmuyordu ki.
Acaba mösyö bir lütuf gösterir de...
Hırçın bağları, bağlarken şairin parmakları titriyordu.
Onun varlığının tehlikesinden kaçacaktı ama bir çingeneniki
kadar uzayıp büyüleyen gözler onu yerine mıhladı.
Şarap şişesine sarılarak duvara dayandı. Kadın gü
lümseyerek: “O kadar iyilik ettiniz ki,” dedi. “ Acaba
mösyö bu evde mi oturuyor?”
“E-ee-evet madam, öyle sanırım madam.”
“Belki de üçüncü katta, o halde?”
“Hayır, madam. Daha yukarda.”
Kadın, parmaklarım hafif bir sabırsızlık hareketiyle
oynattı.
“Affedin. Sormakla düşüncesizlik ediyorum. Acaba
mösyö bu kusurumu hoş görecek mi ? Ona nerede oturdu
ğunu sormakla pek kaba bir harekette bulundum.”
“Madam, böyle konuşmayın. Ben yukar...”
“Hayır, hayır, söylemeyin. Hatâ ettiğimi şimdi anbyorum.
Fakat bu eve ve içindekilere öyle bir yakınlık
hissediyorum ki. Bir zamanlar ben de burada yaşardım.
Şimdi sık sık buraya gelir, o mes’ut günlerin hayâlini
kurarım. Müsaade ederseniz, bu da benim mazeretim olsun.”
Şair kekeliyerek: “Mazerete ihtiyaç yok,” dedi. “Ben
size söyliyeyim; en üst katta oturuyorum.”
Kadın başını çevirerek: “ Ön odada mı?” diye sordu.
“Arka odada, madam.”
Kadın sanki ferahlamış gibi içini çekti.
Yuvarlak ve masum bakışını takınarak: “ O halde sizi
daha fazla meşgul etmiyeyim, mösyö,” dedi. “ Evime
iyi bakın. Heyhat! Şimdi sadece hâtıraları bana kaldı.
Allaha ısmarladık, mösyö, nezaketiniz için lütfen teşekkürlerimi
kabul edin.”
Arkasında bir tebessüm ve lâtif bir rayiha bırakarak
uzaklaştı. David merdivenleri uykuda yürüyormuş gibi
çıktı. Biraz sonra uyandığı halde, tebessüm ve rayiha
onunla beraber kaldı, ve hiçbir zaman tamamen onu terketmedi.
Hakkında hiç bir şey bilmediği bu kadın ona,
gözlere gazeller, aşk şarkıları, kıvırcık saçlara kasideler,
ince ayaklardaki terliklere methiyeler yazdırdı.
Hakikaten şair olmalıydı, zira Yvonne unutulmuştu.
Bu yeni güzellik onu tazeliği, fazileti ile kendine bağlamıştı.
Sihirli parfümü onu tuhaf hislerle dolduruyordu.
Bir gece ayni evin üçüncü katında bir odada üç kişi bir masa başında toplanmışlardı. Odanın bütün mobilyasını
üç iskemle ile üzerinde bir mum yanan masa teşkil
ediyordu. Şahıslardan biri, siyah elbiseler giymiş, iri yarı
bir adamdı. Yüzünde istihzalı bir gurur ifadesi vardı. Yukarı
kıvrılmış bıyıklarının uçları neredeyse alaycı gözlerine
değecekti. Diğeri, gözleri bir çocuğunkiler kadar
yuvarlak ve mâsum, yahut bir çingeneninkiler kadar çekik
ve büyüleyici olan fakat şimdi herhangi bir suikast-
çınınkiler gibi haris ve sinsi bakışlı genç ve güzel bir kadındı.
Üçüncüsü atılgan, cesur ve sabırsız, ateş ve çelik
teneffüs eden bir muharipti. Ötekiler ona Yüzbaşı Desrolles
diye hitap ediyorlardı.
Yüzbaşı Desrolles yumruğunu masaya indirerek: “Bu
gece,” diye haykırdı. “Bu gece kiliseye giderken. Bu hiç
bir işe yaramıyan plânlardan bıktım artık. İşaretlerden,
şifrelerden, parolalardan, gizli toplantılardan nefret ediyorum.
Hain olacaksak hiç olmazsa namuslu olalım. Eğer Fransa ondan kurtulacaksa, onu alenen öldürelim, tuzaklar
hazırlıyarak değil. Tekrar ediyorum; bu gece kiliseye
giderken. Ben kendi elimle yapacağım bu işi.”
Kadın ona sıcak bir bakışla baktı. Kadınlar her ne
kadar yaradılıştan fesatçı iseler de böyle cesaret karşısında
daima boyun eğerler.
İri yarı adam bıyıklarını burarak; kalın sesiyle: “Aziz
Yüzbaşım,” dedi. “Bu hususta sizinle hemfikirim. Beklemekle
bir şey kazanmıyacağız. Saray muhafızlarının
teşebbüsümüzü muvaffakiyetle sona erdirecek mühim bir
kısmı bizim tarafımızdadır.”
Yüzbaşı Desrolles masayı tekrar yumruklayarak:
“Bu gece,” dedi. “ Söylediklerimi işittiniz marki. Bu işi
kendi elimle bitireceğim.”
İriyarı adam, yavaşça: “Fakat şimdi bir mesele var,” dedi. "Saraydaki taraftarlarımıza bir haber gönderip bir
parola hususunda anlaşmalıyız. Kralın arabasına en sadık
adamlarımız refakat etmeli. Bu saatte güney kapısı
na kim gidebilir ki. Ribout orada vazifelidir. Onun eline
bir haber ulaştırabilirsek herşey yoluna girmiş demektir.”
Kadın: ‘‘Ben bir haberci gönderebilirim.” dedi.
Marki kaşlarını kaldırarak: “ Siz mi, Kontes?” diye
sordu. “ Sadakatinizi hepimiz biliyoruz ama...”
Kadın ayağa kalkıp ellerini masaya dayıyarak: “Dinleyin,”
diye haykırdı. “Bu evin tavanarasında çobanlık
ettiği koyunlar kadar saf ve temiz bir köylü yaşıyor. Üç
dört kere merdivende rastladım. Buluştuğumuz odaya
yakın bir yerde oturmasından şüphelenerek sorguya çektim.
Eğer, istersem o benimdir. Odasında şiirler yazıyor
ve zannedersem beni düşünüyor. Ne dersem onu yapacaktır.
Saraya haberi o götürür.”
Marki, iskemlesinden kalkarak kadının önünde eğildi.
“ Cümlemi bitirmeme müsaade ediniz, Kontes,” dedi.
“Diyecektim ki, sadakatiniz büyük, ama zekâ ve cazibeniz
bundan kat kat üstün.”
Suikastçılar böyle meşgulken, David, amourette d’escalier’sine
beyitler düzmekte idi. Kapısının ürkek bir darbe ile vurulduğunu işitti, gidip açtı. Karşısında, gözleri
bir çocuğunki kadar mâsum ve kocaman, sevgilisi, sanki
başı bir dertte imiş gibi soluyordu.
“Mösyö,” diye inledi. “Büyük bir felâket içindeyim.
Sizin iyi ve hakikatli olduğunuzu biliyorum. Başka kimseyi
de tanımıyorum ki. O sokaktaki serserilerin arasından
nasıl da geçebildim ? Mösyö, annem son nefesinde. Dayım
kralın saray muhafızları alayında yüzbaşıdır. Ona
bir haber götürmeli. Acaba...”
David, gözleri ona bir hizmette bulunma arzusu ile
parıldayarak, sözünü kesti: “Matmazel, ümitleriniz kanatlarım
olacaktır. Siz bana onu nasıl bulacağımı söyleyin.”
Kadın, David’in eline mühürlü bir zarf sıkıştırdı.
“Güney kapısına gidin; anladınız mı? Güney kapısına; oradaki muhafızlara ‘Şahin yuvasını terketti’ deyin.
Sizi içeri bırakırlar. Sonra sarayın güney kapısına
gider ve parolayı tekrarlarsınız. Mektubu, ‘İstediği zaman
hücum etsin’ diye cevap veren adama teslim edersiniz.
Bu bana dayım tarafından verilmiş bir paroladır.
Şimdi memlekette karışıklık olduğundan, krala bir suikast
yapılacağından çekindikleri için böyle tedbirler alı
yorlar. Eğer bu hizmeti yaparsanız annem son bir defa
kardeşini görmüş olur.”
David, heyecanla: “Verin,” dedi. “Fakat böyle geç
bir saatte evinize yalnız dönmenize müsaade etmeli miyim?
Ben...”
“Hayır, hayır, siz koşun. Geçen her dakika çok kıymetlidir.”
Kadının gözleri çingeneninkiler gibi uzamış,
büyüleyici bir eda takınmıştı. “Başka bir zaman bu iyiliğiniz
için size teşekkür etmiye çalışırım.”
Şair mektubu gömleğinin içine koyarak, koşa koşa
merdivenlerden indi. Kadın da aşağıdaki odaya döndü.
Marki’nin kaşlarının sorduğu suale: “ Gitti,” diye
cevap verdi. “Koyunları kadar aptal ve hızlı haberi verrniye
koştu.”
Masa, Yüzbaşı Desrolles’ün yumruğu altında tekrar
sarsıldı.
“Allah cezasını versin,” diye Yüzbaşı haykırdı. “Tabancalarımı
unutmuşum. Başkasına da emniyet edemem.”
Marki, pelerinin altından parıl parıl, gümüş kakma kabzalı bir tabanca çıkararak: “Bunu alın,” dedi. “ Bundan
iyisini bulamazsınız. Ama iyi muhafaza edin, çünkü
üstünde armam kazılı. Zaten benden şüpheleniyorlar. Ben
bu gece Paris’ten çok uzaklarda olmalıyım. Sabah beni
kendi şatomda bulmalı. Buyurun, Kontes.”
Marki mumu söndürdü, iki adamla kadın yavaşça
merdivenlerden inerek Rue Conti’yi dolduran kalabalığın
araşma karıştılar.
David koşuyordu. Sarayın güney kapısında göğsüno
bir mızrak dayandı. David: “ Şahin yuvasını terketti” diyerek
bunu itti.
Muhafız: "Geç arkadaş,” diyerek ona yol verdi. “Âma çabuk ol.”
Sarayın merdivenlerinde bir kaç kere daha yakalamak
istediler ama, sihirli parola her seferinde muhafız
lan geri itiyordu. Aralarında biri ilerleyip: “ istediği zaman...”
diye söze başlamıştı ki, muhafızların arasında bir
kanşıklık beklenmiyen bir hâdisenin vukuunu gösteriyordu.
Sert bakışlı biri, asker adımlariyle arkalarından ge
çerek David’e yaklaşıp elinde tuttuğu mektubu aldı. David’i
de içeri çekerek: “Benimle gel,” dedi. Sonra mektubu
açıp okudu. Oradan geçmekte olan subay üniformalı
birine seslendi: “Yüzbaşı Tetreau güney kapısındaki
bütün muhafızları tevkif ettirip yerlerine sadık adamlarımızdan
yerleştir.” David’e dönerek: “ Sen beni takip et,”
dedi.
Uzun bir koridordan geçerek, koskocaman bir salona
girdiler. Matem elbiseleri giymiş kederli tavırlı bir
adam, düşünceli düşünceli deri kaplı bir iskemlede oturuyordu.
David’i getiren adam söze başladı.
“Efendimiz, size demiştim ki, lâğımlar nasıl fare kaynarsa
bu saray da casus ve hain doludur. Siz bunu benim vesvesem sanmıştınız. İşte bu adam kapınızın dibine
kadar onların göz yummaları ile gelebildi. Elinden aldı
ğım bir mektubu getiriyordu. Gayretlerimin lüzumsuz olmadığına
inandırmak için size getirdim.”
Kral iskemlesinde kımıldayarak: ‘‘Ben onu sorguya
çekerim,” dedi. David’e baktı; sanki gözlerinde bir perde
vardı. Şair diz çöktü.
Kral sordu: “ Nerelisin?”
“ Eure-et-Loir eyâletinin Vernoy kasabasından, efendimiz.”
“Paris’te ne arıyorsun?”
“ Şair olacağım, efendimiz.”
“Vernoy’da iken ne iş yapardın?”
“Babamın koyun sürülerine bakardım, efendimiz.”
Kral tekrar kımıldadı, gözündeki perde kalkmıştı.
“Ahh! Çayırlarda mı?”
“Evet, efendimiz."
“Çayırlarda, kırlarda yaşardın; sabah serinliğinde
otlar arasında uzanırdın. Sürü dağılır; susayınca akan
çaydan kana kana içer, gölgede tatlı kara ekmeğini yer;
dallar arasında öten ardıç kuşlarını dinlerdin. Değil mi,
çoban?”
David içini çekerek: “ Öyle, efendimiz,” dedi. “Çiçeklerin üstünde vızıldayan arıları, hem de belki karşı tepede
bağlarda çalışan işçilerin şarkılarını da.” dedi.
Kral, sabırsızlıkla: “Evet, evet,” dedi. “ Ama daha
ziyade ardıç kuşlarını dinlerdin. Ne kadar da güzel öterlerdi,
değil mi?”
“Hele Eure-et-Loir’da her yerden dalıa güzel, efendimiz.
Yazdığım birkaç mısrada cıvıltılarını tasvire çalışmıştım.”
Kral, merakla: “O mısraları tekrarlıyabilir misin?"
diye sordu. “Ne kadar zaman oldu ardıç kuşlarının ötüş
lerini dinliyemiyorum. Onların şarkılarını tasvir edebilmek
bir krallığa sahip olmaktan daha iyidir. Sonra geceleri
koyunları ağıla kapatır; sulh ve sükûn içinde ekmeğinin
başına otururdun. O mısraları tekrarlıyabilecek
misin, çoban?”
David, hürmetkâr bir arzu ile: “ Söyliyeyim, efendimiz,”
dedi.
“Koyunlarma bak, tembel çoban,
Nasıl sevinçle zıplıyorlar
Rüzgârda nasıl dansediyor çamlar
Dinle, nasıl çalıyor kavalını pan.
Biz seni çağırıyoruz dallar arasından
Uçuyoruz sürünün üzerinde
Yuvalarımızı ısıtacak yün ver bize
Dallarında............”
“Eğer efendimiz arzu buyururlarsa,” diye sert bir
ses sözünü kesti. “Bu şaire birkaç sual de ben sorayım.
Vaktimiz çok dar. Eğer selâmetiniz için endişem fazla
görünüyorsa, affınızı dilerim, efendimiz.”
Kral: “Dük d’Aumale’in sadakati ispat olunmuştur,”
dedi. İskemlesine gömüldü, gözlerine yine bir perde inmişti.
Dük: “ Önce getirdiği mektubu size okuyayım,” dedi.
“Bu gece veliahtm ölümünün yıldönümüdür. Eğer,
âdeti veçhile gece yansı oğlunun ruhuna dua etmek üzere
kiliseye giderse, şahin, Rue Esplanade köşesinde hü
cum edecektir. İşler yolundaysa sarayın güneybatı köşesindeki
üst odanın penceresine kırmızı bir lâmba koyun.”
Dük, sert bir sesle: “Köylü,” dedi. “Okuduklarımı
işittin. Sana bu kâğıdı kim verdi?”
David samimiyetle: “ Dük cenapları,” dedi. “ Söyliyeceğim.
Bir kadın verdi. Annesinin ağır hasta olduğunu,
bu mektubun dayısını onun yanma getireceğini söyledi.
Mektubun mânasını anlamadım ama, yemin ederim ki
çok güzel ve iyi bir kadındı.”
Dük emretti: “Kadını tarif et, hem de anlat bakalım
nasıl oldu da seni avlıyabildi ?”
David, ateşli bir gülümseme ile: “Tarif mi edeyim?”
diye sordu. “Kelimelerin mucizeler yaratmasını emrediyorsanız.
Peki o halde, o, güneş ışığı ile koyu gölgeden
yaratılmıştır. Bir geyik kadar narin ve seyyaldir. Yüzü
ne baktığınız zaman gözleri durmadan değişiyor, bir an
yuvarlak; sonra güneşin iki bulutun arasından görüldü
ğü gibi yarı kapanık oluyor. Geldiği zaman cenneti beraberinde
getiriyor; gidince kıyamet kopuyor, arkasına
yaban gülü tomurcuklan rayihası bırakıyor. Bana evime
Rue Conti’de yirmi bir numaraya geldi.”
Dük, krala dönerek: “Zaten birkaç zamandanberi
gözlemekte olduğumuz ev,” dedi. “ Şairin tasvirine medyunuz,
rezil Kontes Quebedaux’yu tanıdık.”
David, safça: “Efendimiz ve dük cenapları,” diye
söze başladı. “ Aciz kelimelerimin bir haksızlık yapmadıklarını
umarım. O kadının gözlerine baktım; hayatımı
ortaya koyarım ki o bir melektir. Mektuba şu kadar bile
ehemmiyet vermem. O bir melektir.”
Dük, sabit nazarlarla ona bakarak, ağır ağır: “ Sana
bunu ispat ettireceğim,” dedi. “Kralın elbiselerini giyip.
srabar ile bu gece kiliseye sen gideceksin. Kabul ediyor
musun?”
David gülümsedi: “ Onun gözlerine baktım,” dedi.
“Benim ispatım orada. Siz nasıl isterseniz yaparım.”
Saat onbir buçukta Dük d’Amnale pencereye kırmışa ışığı kendi eliyle koydu. Onikiye on kala da, kralın elbiselerini
giymiş David, başı pelerinin içinde gizli, ağır
ağır kendini bekleyen arabaya yürüdü. Dük onun içeri girip
oturmasına yardım etti. Araba kiliseye doğru hızla
yol almaya başladı.
Rue Esplanade köşesindeki bir evde Yüzbaşı Tetrau
ile yirmi adamı, suikastçıları bekliyorlardı.
Fakat, herhalde bir sebebi olacak suikastçılar plânlarını
değiştirmişlerdi, Araba Rue Christopher’e yakla
şınca, Desrolles’le kralı öldürecek olanlar hücum ettiler.
Muhafızlar şaşırdıkları halde, cesaretle dövüştüler. Yüzbaşı
Tetrau gürültüyü işiterek imdada koştu. Fakat, bu
arada, çılgın Desrolles, arabanın kapısını açarak, silâhı
nı içerde gördüğü kara hayâlin üstüne boşalttı.
Sokak, yeni gelen kral muhafızlarının kılıç şakırtılarıyla
inliyordu. Ürken atlar arabayı çekip götürmüşlerdi.
Yastıkların üstünde Monsenyör Marki de Beaupertuys’-
nin silâhından atılan bir kurşunla öldürülen sahte kral
ve şairin cesedi yatıyordu .
ANA YOL
Üç fersah kadar gittikten sonra yol birdenbire karıştı. Daha geniş bir yolla birleşmişti. David, birkaç dakika kararsız durduktan sonra, dinlenmek için bir kenara oturdu.
Bu yolların nereye gittiğini bilmiyordu. Her ikisinin ucunda da tesadüf ve tehlike dolu geniş dünya vardı. Orada öyle otururken, Yvonne’la birlikte, kendilerinin dedikleri yıldız gözüne ilişti; kararım çok acele verip vermediğini düşünmeye başladı. Bir iki acı söz söylendi diye, onu ve evini bırakıp gitmek doğru mu idi? Aşk, hakikatte delili olan kıskançlık tarafından kırılabilecek kadar nazik miydi? Sabah, gecenin kalp ağrılarına daima şifa getirirdi. Uyuyan Vernoy’lılarm gittiğini öğrenmeden geri dönmeye vakti vardı. Onun kalbi Yvonne’- undü; şimdiye kadar yaşadığı bu yerlerde şiirlerini yazabilir, aradığı saadeti bulabilirdi.
David ayağa kalkarak, yorgunluğunu ve kendini megl:ul istikametlere çeken çılgın hislerini silkti. Geldiği yola döndü. Vernoy’ya yaklaştığı zaman içindeki seyahat arzusu sönmüştü. Ağılın yanından geçti; koyunlar yabancı bir ayaksesi işitince kımıldanmaya başladılar, bu alışkın olduğu ses kalbini doldurdu. Sessizce küçük odasına girdi, ve ayağının yeni yolların tehlikesinden kaçtı ğına müteşekkir, yatağına uzandı.
Kadın kalbini ne de iyi biliyordu! Ertesi akşam Yvonne yolun aşağısında, gençlerin toplantı yeri olan çeşmenin başında idi. Göz ucu ile David’i araştırıyordu, amma ağzı merhametsiz bir tavırla kıvrıimıştı. David, bu bakışı gördü, ondan önce bir af, sonra beraber eve dönerken de bir öpücük kopardı.
Üç ay sonra evlendiler. David’in babası kurnaz ve zengindi. Üç fersah ötede bile lâfı edilen bir düğün merasimi yaptırdı. İki genç de kasabanın gözdeleriydiler. Sokaklarda alaylar çayırda danslar tertip ettiler. Misafirleri eğlendirmek için, Dreux’deıı bir cambaz ve bir kuklacı getirttiler.
Bir sene sonra David’in babası öldü. Koyun sürülerde ev David’e kaldı. Zaten kasabanın en evine düşkün kızı ile evlenmişti. Yvonne'un süt güğümleri, bakır tencereleri parıl parıldı, oradan geçerken güneş altında gözlerinizi kamaştırırdı. Bahçesindeki çiçek tarhları o kadar düzgün, o kadar cana yakındı ki, gözleriniz tekrar tabiî haline dönerdi. Tâ P£re Gruneau’nun nalbant dükkânının arkasındaki atkestanesi ağacının yanından, söylediği şarkılar işitilebilirdi.
Bir gün geldi ki, David çoktandır kapalı duran bir çekmeceden bir tabaka kâğıt çıkararak kaleminin ucunu çiğnemeye başladı. Yeniden ilkbahar gelmiş, kalbine dokunmuştu. Mutlaka şair olmalıydı, zira Yvonne artık unutulmuş gibi idi. Toprağın bu yeni güzelliği onu kendisine büyücülüğü, zarafeti ile bağlamıştı. Ağaçlarının, çayırlarının rayihası ona tuhaf bir şekilde tesir ediyordu. Eskiden her gün koyunlarını otlatmıya çıkarır, akşam hepsini sağ salim getirir, ağıla sokardı. Fakat şimdi bütün gün ağaçların gölgesinde yatıyor, kâğıt parçalarının üstüne kelimeleri diziyordu. Koyunlar dağılıyor, ormandan inen kurtlar her gün birkaçını kapıyorlardı.
David’in şiir stoku arttıkça, koyunları azalıyordu. Yvonne aksi aksi konuşmaya başlamıştı. Güğümleri ile tencereleri, parlaklıklarını onun gözlerine vererek, matlaşmışlardı. Şaire sürüyü ihmalinin eve zarar getirdiğini işaret etti. David koyunlara bakacak bir çocuk tutup, kendini evin tepesindeki küçük odaya kilitleyerek, şiir yazmaya devam etti. Çocuk da tabiaten bir şairdi, fakat hislerini dökecek bir mecrası olmadığından, vaktini uyku ile geçiriyordu. Kurtlar şiirle uykunun aynı şey olduğunu farketmekte gecikmediler, ve sürü daha ziyade azalmıya başladı. Bununla mütenasip bir şekilde Yvonne’- un huysuzluğu çoğalıyordu. Bazan bahçeye çıkar, David’in yüksekteki penceresi önünde bağırırdı. O zaman sesini, Pere Gruııeau’nun nalbant dükkânının arkasındaki atkestanesi ağacının yanından işitebilirdiniz.
Burnunun işaret ettiği herşeyi gören ihtiyar, akıllı, işgüzar, kasabanın noteri olan M. Papineau, bunu da görmüştü. David’e gitti, cesaretini bir tutam enfiye ile tazeliyerek, dedi ki:
“Azizim Mignot, babanın evlenme vesikasını ben imzaladım. Onun oğlunun iflâs kâğıdını imzalamak benim için çok ağır olacak. Fakat sonun budur, oğlum. Eski bir dostun sıfatiyle söylüyorum. Şimdi sana söyliyeceklerimi can kulağı ile dinle. Görüyorum ki, şiir yazmaya merak sarmışsın. Dreux’de bir arkadaşım var, bir mösyö Bril, Georges Bril. Baştan aşağı kitaplarla dolu bir evde yaşar, Okumuş bir adamdır; her sene Paris’e gider; birkaç de kitap yazmıştır. Eski Roma lâhitlerinin ne zaman bulunduklarını, yıldızlara nasıl isim taktıklarını, kuşların niçin gagaları olduğunu söyleyebilir. Sen nasıl koyunlann melemesinden anlıyorsan, o da şiirin mâna ve şeklinden öyle anlar. Ona bir mektup yazayım, sen götür şiirlerini onun önünde oku. O zaman yazmaya devam etmen mi, yoksa dikkatini karma ve işine vermen mi lâzım geldiğini anlarsın.”
David: “Mektubu derhal yazın,” dedi. “ Bunu daha evvel söylemediğinize çok üzüldüm.”
Ertesi sabah gün ağarırken, David, koltuğu altında kıymetli şiir destesi, Dreux yoluna düzüldü, öğle vakti, ayağının tozlarını Mösyö Bril’in kapısında temizliyordu. O okumuş adam, M. Papineau’nun mektubunun mührünü koparttı, muhtevasını, güneşin suyu çektiği gibi, gözlerde emdi. David’i içeri çalışma odasına aldı, bir kitap denizi ortasındaki küçük bir odaya oturttu.
Mösyö Bril vicdan sahibi bir adamdı. Parmak kalınlığındaki şiir demetinden ürkmedi. Okumaya başladı. Hiçbir tanesini atlamadan okudu; meyvenin çekirdeğini arayan bir kurt gibi sonuna kadar okudu.
Bu arada David, bu kadar kitabın arasında titreyerek oturuyordu. Bu deniz kulaklarında uğultular meydana getiriyordu. Burada seyahate çıkacak ne haritası, ne de pusulası vardı. Dünyanın yarısı kitap yazıyor herhalde diye düşündü.
Mösyö Bril son sahifeyi de bitirdi. Sonra gözlüklerini çıkararak mendiliyle sildi.
“Eski dostum, Papineau nasıl, iyi mi?” diye sordu.
David: “ Çok iyi,” diye cevap verdi.
“ Kaç koyununuz var, Mösyö Mignot?”
“ Dün saydığım zaman üç yüz dokuzdu. Sürüm bü yük bir talihsizliğe uğradı. Eskiden sekizyüz elli tane idi.”
“ Bir karınız, bir eviniz vardı, huzur içinde yaşıyordunuz. Sürüleriniz sizi geçindirecek kadar bir şeyler getiriyorlardı. Onlarla çayırlara çıkıyor, temiz havada ya şıyor, hoşnutluğun tatlı ekmeğini yiyordunuz. Dallarda ötüşen ardıç kuşlarını dinleyip orada tabiatın kucağında yatmaktan başka yapacak işiniz yoktu. Buraya kadar haklı mıyım?”
David: “ Evet, öyle idi,” dedi.
Mösyö Bril, gözünü kitap denizi üzerinde gezdirerek devam etti: “Bütün şiirlerinizi okudum. Şu pencereden bakın Mösyö Mignot; söyleyin bana ne görüyorsunuz?”
David dışarı bakarak: “ Bir karga görüyorum,” dedi.
Mösyö Bril: “ Bu kuş bana kaçındığım bir işi yapmakta yardım edecek,” dedi. “O kuşu tanırsınız, Mösyö Mignot, göklerin filozofudur. Kaderine boyun eğdiği için mesuttur. O alaycı gözü, o sallantılı yürüyüşü ile ondan neşelisine rastlayamazsınız. Çayırlar ona arzu ettiğini verirler. Tüylerinin diğer kuşlarınki gibi güzel renkli olmadığına üzülmez. Tabiatın ona verdiği sesi işittiniz. Sanır mısınız, Mösyö Mignot, ki bülbül ondan daha mesuttur?”
David ayağa kalktı. Karga acı acı bağırdı.
David ayağa kalktı. Karga acı acı bağırdı.
Yavaşça: “ Teşekkür ederim, Mösyö Bril,” dedi. “ O halde bütün bu kargalar arasında bir tane bile bülbül yoktu demek?”
Mösyö Bril içini çekerek: “Olsaydı kaçırmazdım,” dedi. “Her kelimesini okudum. Şiirlerinizi yaşayın oğlum; artık yazmaya çalışmayın.”
David, tekrar: “Teşekkür ederim,” dedi. “Ben şimdi koyunlarıma dönüyorum.”
Okumuş adam: “Eğer benimle yemek yerseniz, size sebeplerini anlatabilirim,” dedi.
Şair : “Hayır,” diye cevap verdi. “Koyunlarıma dönmeliyim.”
Şiirleri kolunun altında, Vernoy’ya doğru ağır ağır yürümeğe başladı. Kasabaya gelince, eline ne geçerse satan Yahudi Zeigler’in dükkânına uğradı.
“Dostum,” dedi. “Ormandaki kurtlar çayırlardaki koyunlarımı parçalıyorlar. Onları korumak için bir silâh almalıyım. Böyle bir şeyin var mı?”
Zeigler, ellerini iki yanına açarak: “Bugün benim için çok kötü bir gün, dostum Mignot,” dedi. “Anlaşıldığına göre sana değerinin onda birini bile getirmeyecek olan bir silâhı satmam lâzım gelecek. Daha geçen hafta bir adamdan satın almıştım. O da kralın emriyle satışa çıkarılan bir şatodan almış, Şato adım bilmediğim, krala karşı suikast hazırlamış büyük bir lordun imiş. İçlerinde çok güzel silâhlar vardı ama, bu -ah, bu tabanca, bir prense lâyık olan bu tabanca!- dostum sana sadece kırk franga mâlolacak, emin ol böyle yapmakla on frank kaybetmiş oluyorum. Yahut istersen büyüle bir tüfek...”
David, parayı tezgâhın üstüne atarak: “Bunu alıyorum,” dedi, “Dolu mu bari?”
“On frank daha verirsen hem doldurur, hem de bir kurşun hediye ederim.”
David tabancayı ceketinin altına saklayarak evine girdi. Yvonne evde değildi. Son zamanlarda hep komşulara dedikodu yapmaya gidiyordu. Fakat mutfaktaki ocakta ateş yakılmıştı. David şiirlerini ateşe attı. Yanarlarken bacada sert bir ses çıkarıyorlardı.
Şair: “ Karganın şarkısı,” dedi.
Sonra tavan arasına. giderek kapıyı kapattı. Kasaba o kadar sessizdi ki, kocaman tabancanın sesini herkes işitti. Hepsi eve koşuştular, kapısının aralığından duman çıkan oda onları yukarı çekti.
Bir adam şairin cesedini yatağına yerleştirdi. Kadınlar hep bir ağızdan konuşmaya başladılar, biri Yvvonne’a haber vermiye koştu.
İlk gelenler arasında olan M. Papineau silâhı yerden alarak ihtisas ve üzüntü karıştığı bir tavırla kabzanın gümüş kakmalarını gözden geçirdi.
Sonra alçak sesle rahibe izah etti: “ Monsenyör marki de Beaupertuys’nin arması.”