Mutfağa girdim üçüncü sabah,
açık kalmış o günden indirdim perdeleri,
yansıyıp durdu bir kaşığın üstünde
aralıktan sızan güneş.
Çayı demledim, kurdum sofrayı,
pembe çiçekli fincan, tuzsuz
beyaz peynir, zeytin ve gül reçeli.
Tarifini kimden almıştın hiç sormadım.
Biraz gürültü ettim ekmeği keserken,
“dur kalktım, dağıtma ortalığı”
diye seslenmedin içerden.
Anladım
sessizliğin dilini öğreneceğim.
Bardağı, iskemleyi, saati dinlemeyi,
“Sözcükler gerek bana” dedim birden
“gecemsi, zamanlardan süzülmüş
bazaltsı yeni sözcükler”;
bağırıyor muydum, mırıldanıyor muydum?
Usulca topladım sofrayı, fincanını
çatal bıçağını sakladım mutfak
dolabının en alt gözüne. Yatak
Odasına geçtim. Yastığını, yakası oyalı
geceliğini dolaba kaldırdım, elinle
işlediğin örtülerden birini yaydım üstüne,
kilitledim kapağı. Bilmem açar mıyım bir daha?
Çalışma evime yöneldim: Üç dört adım,
Elpenor’u dinleyerek geçtim avluyu;
bunca yıl hangi sılayı özledim ben
hangi çehreyi? Torunum yok
bilmem yaşadım mı oğlumla?
Kitaplardan doğdum ben,
sayısız sayfadan edindim kederlerimi,
aşklarımı devşirdim dizelerden, öykülerden;
bir pelür kâğıdıyım artık
yürürken görünüyor içimin harfleri;
sonunda döneceğim yer
zamanla tozlanacak bir raf.
Sözcüklere tapındım. Anlam kendisiydi imgenin,
yaşadıklarım değil yazdıklarımdı gerçek;
öyle sandım kururken ırmak yatakları.
Üzünçle bakarken kışa yürüyen bahçeye
Anladım; Ipıssız kaldım artık;
bir sözcük değil sadece
çürüyecek bir gövdesi var ölümün.