MECİT ÖMÜR ÖZTÜRK İLE RÖPORTAJLAR

Güçlü İmanla Her Türlü Korku Yenilir

Kitaplarıyla okurunu insanın iç dünyasına doğru bir yolculuğa çıkaran Mecit Ömür Öztürk’le konuştuk. Çok okunan ve sevilen kitaplarının hem hikayesini anlattı. Öztürk Korkma Hep Varsın kitabında da ele aldığı ölüm korkusuyla başa çıkmanın yolunu şöyle açıklıyor: “Fakat bunlardan daha önemlisi, genel anlamda kişinin imanının kuvvetlendirilmesidir. İman, ölüm ötesinin varlığını da içine alan çok geniş bir meseledir ve imanın güçlendirilmesi karşısında sadece ölüm korkusu değil, yaşamdaki fazladan her türlü korku ve endişeden kurtulmak mümkün olabilir. Kuvvetli bir iman, bağışıklık sistemi güçlü bir beden gibi, hastalıkların tedavisi ile uğraşmaz, daha hastalanmadan işin önünü almış olur. “

Yeni Şafak / Pazar Eki
Kasım 2021

– Dervişin Teselli Koleksiyonu, Haletiruhiye, Yaşamın Gizli İşaretleri ve son çıkan kitabınız Korkma Hep Varsın… Çok sevilen çok okunan kitapların yazarısınız. Kendi yazma serüveninizi nasıl tanımlıyorsunuz?

Yazma konusunu kendim için bir mükellefiyet gibi görüyorum. Bir ödev gibi… Okuduğum ve kendi ruhuma ilaç gibi gelen klasik eserlerin, özellikle maneviyatla ilgili olanlarının günümüze yansıtılmasıyla ilgili bir ödev…

Yaşam ilerliyor ama insan ilerlemiyor, bilakis ruh haliyle daha da çöküntüye doğru gidiyor. Bilim ve teknoloji ileriye doğru giderken insanın ruh halinin sürekli gerilere, olumsuza doğru gitmesi karşısında çözümler aramak gerekiyor. Bu çözümlerden biri de “eskiler ne diyordu, benzer durumlarda ne yapıyordu, böyle konulara nasıl yaklaşıyordu, bu zorlukları nasıl aşıyordu?” sorusunun yanıtlanmasında yatıyor. Bana da -ruhumdan geldiğini hissettiğim bir yönlendirmeyle- kadim düşüncelerin, klasik kitapların dünyası içerisinde bir kazı yapma işinde çalışmak nasip oldu. Ödevimi severek yapıyorum ve bunu yaparken manevi olarak bir tatmin de yaşadığım için yazmaya, çalışmaya devam edebiliyorum. Bu yolda öncelikle kendimi iyileştirmeye çalıştığıma inandığım için hayat boyu araştırmaya ve yazmaya devam etmeye niyetliyim. Fakat yine de bu bir nasip işidir…

– Korkma Hep Varsın zamanlama açısından çok ilginç bir dönemde çıktı. Pandemi nedeniyle çokça kayıp yaşandı, ölüm gerçeğiyle yüzleşme, ölüm korkusu duyma daha kolektif bir düzlemde yaşandı. En baştan soralım. İnsan ölümden neden korkar?

Ölümle ilgili korkunun temel üç tane kaynağı olduğunu düşünüyorum. Biri, ölümle yokluk meselesini eşitlemedir. Yani ölümle birlikte yok olmaktan korkmaktır. İkincisi, ölüm sonrasında yaşamın devam ettiğine inanmakla birlikte bunun kötü veya karışık bir devam olacağı yönündeki düşüncedir. Üçüncüsü de ecelin takdir edilmiş özel ve belirli bir tarihi olduğunu bilmemekten veya buna tam ikna olamamaktan kaynaklanan endişelerdir. Böyle bir insana göre ölümün zamanı belirsiz olduğuna göre, insan her an ölebilme duygusunun yükünü hep sırtında taşımak zorunda kalır.

Ölüm korkusunu yenmenin yolu, ölümü ve ölüm sonrası hayatı doğru tanımaktan geçer. Bu tanıma sadece kitaplardan olmamalı elbette. Fırsat buldukça kabir ziyaretleri yapılabilir. Bir yakını vefat eden kişinin defin işlemlerinde biraz daha aktif rol alması düşünülebilir. Ölüm gerçeğini tam kavramış insanlarla birlikte zaman geçirilebilir. Ölümle ilgili bazı kitaplar okunabilir. Ölüme yaklaşmış, dahası ölüm döşeğindeki insanlarla sıcak ilişkiler kurulabilir. Vefat etmiş yakınlarımıza dualar ve manevi hediyeler göndererek hem onları hem de ölümü hatırlamak gibi pratikler düşünülebilir.

Fakat bunlardan daha önemlisi, genel anlamda kişinin imanının kuvvetlendirilmesidir. İman, ölüm ötesinin varlığını da içine alan çok geniş bir meseledir ve imanın güçlendirilmesi karşısında sadece ölüm korkusu değil, yaşamdaki fazladan her türlü korku ve endişeden kurtulmak mümkün olabilir. Kuvvetli bir iman, bağışıklık sistemi güçlü bir beden gibi, hastalıkların tedavisi ile uğraşmaz, daha hastalanmadan işin önünü almış olur.

– Kitabınız bu korkuya sağlam bir teselli sunuyor. Yaradan zayi etmez diyorsunuz. Bir elma çekirdeğini dahi zayi etmeyen Yaradan insan gibi bunca karmaşık, özel bir varlığı niye zayi etsin? Neden etmez? Kısaca sizden dinleyelim.

Evrende abeslik de yoktur israf da… Sinek kanadından galaksilere kadar durum böyledir. Bu kadar hassas ve iktisatlı bir yaratımda basit bir parça bile yok edilmez, bilakis bir başka süreçte değerli bir malzeme olarak kullanılır. Kâinatta yok etme yoktur, var etme vardır, en basit nesnelerin bile en değerli şeylere çevrilmesi vardır ve bu tecelli her yerdedir. Bunun herhangi bir istisnası yoktur.

– İnsan bedeninde gereksiz, faydasız, anlamsız, abes bir organ, bir damar, bir hücre bile yokken insanın tamamı ve topyekûn bütün insanlık nasıl abes ve anlamsız yere dünyada yaşıyor olabilir?

Tohum ve çekirdek gibi küçük, basit ve zayıf malzemelere koca ağaçlar, binlerce çeşit meyveler takan bir tecelliden, ağacın etrafındaki çamuru bile israf etmeyip onu binlerce meyveye çeviren ilahi sistemden bahsediyoruz. Bu sahneler karşısında insanı israf olacağını, yok olup gideceğini, yeni bir yaşam versiyonuna geçmeden zayi olacağını düşünmek akıl dışıdır.

İnsanı hiçbir varlığa nasip etmediği ayrıcalıklarla donatan yaratıcı, bunun ardından onu faydasız, amaçsız, maksatsız, neticesiz, hikmetsiz bir şekilde ölüme – yok oluşa emanet etmez.

İnsanın anne karnına kıyasla çok daha geniş imkanları olan bu dünyaya çıkarıldıktan sonra, tekrar dar bir mekâna, anne karnından bile kısıtlı bir yere, toprağa girip çürümeye terk edilmesi, ilahi hikmet ve iktisat bakımından izah edilebilir bir döngü değildir. İnsanın şaşaalı hikayesi böyle bir ölümle sona ermez. İnsan denilen bu seçkin varlığın sonu ayak altında ezilen un ufak olmuş kemikler olamaz.

Bir zamanlar yoktuk, şimdiyse varız. İnsan önce hiçbir şeydi, sonra birçok şey oldu. Varlığımızı sıfırlayan ağır bir neticeye maruz bırakılmamızı gerektirecek hiçbir tutarlı neden gösterilemez. İnsanın yeniden “hiçbir şey” olacağını öne sürmek akla yatkın bir açıklama değildir. Korkma Hep Varsın kitabında bazı bölümlerde “insan ölümle ya yok olup giderse, ya yeniden diriltilmezse, ya ona ebediyet verilmezse” gibi hayali ve farazi kurgular üzerinde de birçok kez fikir gezdirmeye çalıştım. Ahireti olmayan bir yaşamın nasıl bir anlamsızlık ve daha ötesi nasıl gereksiz bir yük olduğunu görmek için bu farazi sorgulamaların fevkalade önemli olduğunu düşünüyorum.

ÖLÜMÜ HATIRLAMAK

– Çağımız ölümü sürgüne göndermiş gibi adeta. Ölüm yokmuş hatta yarın yokmuş gibi yaşıyoruz. Ölüm korkusu duyan birine pratik anlamda neler önerebilirsiniz?

Hz. Ömer bu konuda birini vazifelendirmiş, kendisine ölüm gerçeğini hatırlatması için. Sakalında beyazlar çıkınca bu kişiye “artık sana gerek kalmadı.” demiş. Bedenimizdeki değişikliklere, yıpranmalara bakarak da ölüm hatırlanır. Ama ölüm, yaşam enerjimizi tüketecek şekilde değil, bilakis onu da tetikleyecek şekilde hatırlanmalıdır. 1874 yılında İstanbul’u ziyaret eden İtalyan seyyah Edmondo de Amicis, Eyüp mezarlığını şöyle anlatıyordu: “Ölüm tasvirini güzelleştiren ve korkmadan seyrettiren Müslüman sanatı.”

Ölümün sürgüne gönderildiği doğrudur. Eskiden mezarlıklar mahallelerin ortalarında, hatta evlerin bahçelerindeydi. Semtlerin içerisinden geçerken mutlaka bir kabristana rastlanırdı. Ama şu anda mezarlıklar kentlerin dışında, gözden uzak sapa yerlerde, ölümü hatırlatmaktan ziyade unutturmakla görevliymiş gibi yüksek duvarların arkasında. Vefatlar hastanelerde olalıberi, yakınlarımızın vefat anlarını da sağlık görevlilerinden başkası göremez oldu.

Ölüm böylesine uzağa gidince sistem boş kalır mı? Elbette kalmaz. Ölümün çağrıştırıcıları olan, yardımcıları olan, tabiri caizse asistanları olan hastalıklar her yeri sarıyor. Dünyanın tamamını birden kaplıyor. İnsan unutur fakat kader hatırlatır. Ölüm hep yaşamın büyük afişi olarak kalmaya devam eder.

ÖLÜM YOK OLUŞ DEĞİLDİR

– Yanında birinin vefatına şahitlik eden kişide bir hal oluşur. Tuhaf bir hafifleme. İçsel olarak biliyor muyuz acaba yok olmayacağımızı?

Vefat eden yakınlarımızla ilgili -bazı durumlar hariç- acının git gide azalmasını, bir süre sonra insanın hayatında normal seyrinde devam edebilmesini genelde insanoğlunun vefasızlığına, unutuş kapasitesine verseler de, işin bir başka tarafında sizin de bahsettiğiniz içsel bilgi konusu vardır. Yok olmadı, sıfırlanmadı, bitmedi, tükenmedi, o hep var ve var olmaya devam edecek sezgisi sayesindedir. İnsanlar doğuştan gelen böyle bir içsel bilgiye sahip olmasalardı, bir yakını kaybeden birinin yaşayan bir ölü olarak hayata devam etmek zorunda kalmasından başka bir seçenek kalmazdı.

– Kitaplarınızın en ilginç yanı Doğu ve Batı edebiyatından, felsefesinden bir sentez yapmanız. Bütün kitaplarınızın ardında sağlam bir okuma yolculuğu hissediliyor. Okumak sizin için nasıl bir anlam taşıyor?

Okumayı ruhi ve manevi ihtiyaçlarımı gidermek üzere bir etkinlik olarak görüyorum. Psikolojik bakımdan bir onarım gibi bakıyorum okumaya. İnsan ruhunun hayli yaralanmış olduğu bir zaman diliminin insanlarından biri olarak, okumak dahil diğer bütün etkinliklerde öncelikli maksat olarak sadra şifa bulmaya, eksik ve noksanlarımı tamir etmeye, kalp ve ruha uygun besinler temin etmeye niyetlenerek okuyorum. Neleri, kimleri okuyacağım konusunda bu amacımın etkileri oluyor. Okumak etkinliğine bir terapi gibi yaklaşmak belki fazla pragmatist bir tavır olarak görülebilir, nitelikli okur kimliğinin özelliklerinden uzak da görülebilir. Ancak neticede hastalanmış bir ruhun, yaralanmış bir kalbin, planlarını öncelikle şifa elde etmek üzere şekillendirmesi de gayet doğal karşılanmalıdır diye düşünüyorum.

Dünyadaki görevimizi doğru tespit etmek lazım

– Tasavvuf geleneği hakkında neler söylersiniz? Tasavvuf çıkışlı kitaplar günümüzde çok okunuyor. Bunu neyle açıklıyorsunuz?

İnsan hayatındaki zorlukların aniden ve yoğun bir şekilde artışa geçtiği bir döneme geldik. İnsanların yaşadığı ruhi ve psikolojik bunalımlara kalıcı çözümler getireceğini umduğumuz yapılanmalardan biri modern psikolojiydi. Fakat modern psikolojinin ilerleme tarzına baktığımızda biyolojik yaklaşımın ön plana çıkmaya başladığını görüyoruz.

İnsanın dünyadaki konumunu ve görevini doğru tespit edemeyen, onun mana aleminden koparak gurbete düşmüş, ney gibi inleyen bir varlık olduğunu, onun en büyük ve en temel ihtiyacının Rabbi ile buluşmak olduğunu göz ardı eden, insana yalnızca biyolojik bir beden gözüyle yaklaşan bir tutumun insan acılarına doğru reçeteler bulamadığını yaşayarak öğreniş olduk.

İnsanın bu ruhi, manevi ve psikolojik tıkanıklıktan çıkamayışı sonucunda doğal bir şekilde tasavvuf okumalarına yönelmiş olması kuvvetle muhtemeldir. Ancak bir sorun daha var ki, bu döneme uygun nitelikli tasavvufi eserler kitapçıların raflarında yerini alamadı. İnsanların bu dönemdeki sıkıntılarına bir nebze manevi bir dokunuş yapabilecek şekilde nitelikli eserler üretilemedi. Bu durum da tasavvuf deyince insanları kitaplardan çok sosyal medyaya yönlendirdi. Ortaya bir sosyal medya tasavvufu çıktı. Orada da iyi şeyler olduğuna şüphe yok ama bir kitapla baş başa kalmak etken olmak demektir. Bir video seyretmekse edilgen olmaktır. Manevi iyileşme konusunda sosyal medyanın kitap okumanın yerini dolduramadığını da gördük. Tasavvuf sahasında iyi bir kitap, etkili bir video izlemekten daha iyi bir terapidir. Ama manevi meseleleri kavramış ve özümsemiş bir insanla yan yana gelmek, göz göze olmak, onunla kısa da olsa birlikte vakit geçirmek, kitaplardan daha etkilidir. Tasavvuf neticede bir okuma etkinliği değil, bir hâl elde etme meselesidir. Hâlin aktarımı da sohbetle olmuştur. İnsanoğlunun şimdilerde en büyük yarası az kitap okuması değil, doğru ve hayırlı insanlarla yan yana gelemediği bir dönemden geçiyor olmasıdır.

Mecit Ömür Öztürk

&&&&&

Hakikati Felsefeye Emanet Edemeyiz

Mecit Ömür Öztürk insanın iç dünyasına, maneviyatına dönük kitapların yazarı bir felsefe öğretmeni. Kendisiyle çok okunan ve sevilen kitabının hikayesi, z kuşağı ve felsefe üzerine kısa bir röportaj gerçekleştirdik.

Mehmet Ali Başaran- Yeni Pencere Dergisi
Mayıs 2021

Dervişin Teselli Koleksiyonu’nu eline alan biri, kitabın geniş bir alanda yoğun bir okuma faaliyetinin mahsulü olduğunu hemen fark edecektir. Okumak sizin için ne anlam ifade ediyor? Nasıl bir okursunuz?

Kendimde ihtiyaç olduğunu düşündüğüm, eksikliğini hissettiğim şeyleri okurum. Bir sorunumu çözmek, bir konudaki tıkanma noktalarımı açmak için okurum. Sadece okumuş olmak için okumak istemem. Çok şey okumuş olmak için de okumak istemem. Çok okuma meselesini büyük bir hedef olduğunu da düşünmüyorum. Yaşamımı değiştirmeye yarayan bir okuma tarzı, sayfa sayısı bakımından az bile olsa bana daha değerli geliyor. Fakat tek bir kitabı elime alıp sonuna kadar da götüremiyorum. Masamda dört beş kitap birden oluyor ve birinden yeterince bir şey aldığımı hissedince diğerine geçerek aynı anda dört beş kitabı ilerletmek, zihnime daha rahatlatıcı ve verimli geliyor.

2017-2019 yılları arasında yayınlanmış dört kitabınız bulunuyor. Dervişin Teselli Koleksiyonu’nun okurdan gördüğü rağbet diğerleriyle kıyas kabul etmeyecek denli yüksek. Bu kitabın fark yaratmasının, bizim insanlarımıza, bu topraklara has bir açıklaması olmalı diye düşünüyorum. Ne dersiniz?

Diğer kitaplarım Dervişin Teselli Koleksiyonu ile kıyaslanıyor elbette. O kitaplarla ilgili yorumlar da genelde olumlu ancak Dervişin Teselli Koleksiyonu ile mukayese edildiği için onun gölgesinde kaldı da diyebilirim. Dünya edebiyatında birçok kitabı olduğu halde tek kitapla bilinen yazarlar olduğunu okuyoruz. Diğer kitapları hep gölgede kalmış kişiler de var. Hatta öne çıkan bir şiiri sebebiyle diğer şiirlerinin ilgi görmemesinden hoşnutsuzluk duyan şairler de biliyoruz. Bundan sonra ne yazsam Dervişin Teselli Koleksiyonu ile kıyaslanacak ve hep onun gölgesinde kalıp unutulacak gibi gelse de işin özü yazmaya devam etmek. Kitapların alaka görmesi için değil de Rabb’in razısını aramak, o istikamette çalışmalar ortaya koymak için devam etmek gerekiyor. Bir kitabın yayınlanması da bir okur kitlesine ulaşması da Allah’ın ayrı bir ikramıdır. Ancak meselemiz o olmamalıdır.

Dervişin Teselli Koleksiyonu’nun daha fazla ilgi görmesinin bir sebebi ortak bir yaraya parmak basması olsa gerek. Herkesin kendi dünyasında, kendine has sorunları var. En yakın çözüm noktalarından biri de kitaplar. Kitaplar, sıkıntı içerisindeki insana elbette bir çözüm sunar, bir yönlendirme yapar ve bir teselli verir. Ancak hangi kitabın hangi satırının kendisine iyi geleceğini herkes bilemeyebilir. Arayıp bulamayabilir de… Ben bunu okurların yerine yaptığım için, yani o kitapları bulup, o satırları çıkarıp sunduğum için etkili oldu diye düşünüyorum. Bu yol başka yazarlara da açık elbette. Keşke bu temayı işleyen, bu işi yapan daha çok kitap olsa…

Tesellileri örerken doğudan ve batıdan yazarların, şairlerin, filozofların sözleri kadar Kur’an ayetlerine de yer veriyorsunuz. Öte yandan kitap “herkes için tasavvuf” serisi içinde okura sunuluyor. Eserinizi bir tasavvuf kitabı olarak mı nitelendiriyorsunuz? Bunu şunun için soruyorum: Bugün tasavvuf ekollerine genel olarak baktığımızda, kuşatıcı ve diriltici bir söylem göremiyoruz. Yanılıyor muyum?

Diriltici söylemi evet ben de hissedemiyorum. Tasavvuf, kitaplarla yürüyen bir tarza bürünmüş olmamalı… Tasavvuf bir hâl ilmidir, o hâl de insandan alınır. İnsan bence insanla pişer. Kitaplar bu noktada ancak eksik kısımları tamamlayabilir. Dervişin Teselli Koleksiyonu’nu tasavvuf konularını da işleyen bir edebiyat kitabı olarak görüyorum. Yazarlıkta önemsenen bir kural vardır. Bildiğin şeyi yaz, denir. İnsan en iyi, bildiği şeyi yazabilir. Ben bir edebi eser üretebilmişsem, ki onu zaman gösterecek, en çok düşündüğüm, üzerinde en çok durduğum meseleyi ele almalıyım. Ele aldığım konunun manevi içerikte olmasının sebebi, kitap için seçtiğim türün bu olmasından değil, kafamda en çok yer kaplayan meselenin, -her ne kadar layıkıyla gereklerini yerine getiremesem de- maneviyat olmasıdır. Yöntem olarak hem tasavvuf hem felsefe birlikte ilerleyen bir tarz ortaya çıktı. Bu da önceden planladığım bir durum değildi. Kitabın ileride Türk edebiyatında konumlanmasını daha çok arzu ederim.

2000 sonrası doğan ve sosyal medya ortamlarında kendini bulan, kitaplara uzak ama bilgiye daha hızlı ulaşan bir kuşak var. Z kuşağı hakkında ne düşünüyorsunuz?

Bilim ve teknoloji bir şeyi üretmeden evvel insanlık üzerindeki zararları üzerinde pek durmuyor. Belki öyle bir görevi de yok, ayrı mesele. Ürettikten sonra uzun süre yine durmuyor. Bir gelişme bilimden geldiyse, teknolojiden geldiyse doğrudur hatta iyidir, daha ötesi insanlık için gereklidir düşüncesinden dolayı sadece Z kuşağı değil, hepimiz garip bir yaşam biçiminin içine düşmüş durumdayız. Fakat Z kuşağı böyle bir yaşam tarzına hayatının ilk yıllarında maruz kalınca elbette ortaya acınacak bir tablo çıkıyor ve çıkacak gibi görünüyor. Bu çocukları doğaya çıkaracağız, onlarla göz göze iletişim kuracağız, cihazlar olmaksızın yaşanan duyguların da çok özel ve güzel olduğunun deneyimini yaşatacağız. Yoksa anons ve sloganlarla hiçbir yere varamayız. Onlara hep ne yapmamaları gerektiğini söylüyoruz, ne yapmaları gerektiğini söylemiyoruz. Söylemek de yetmez, ne yapmalarının daha değerli olduğunu onlara tercübe ettirmeliyiz diye düşünüyorum.

Felsefe öğretmenisiniz. Felsefe ile iştigal etmek bir insanı nasıl değiştirir, dönüştürür?

Ben felsefenin, vahyin hakikatlerinin kabulünden sonraki süreçte çok yararlı olduğunu düşünüyorum. İlahi olanı kalben, ruhen kabul edersiniz veya etmezsiniz. Fakat kabul ettikten sonra mesajı doğru anlamak, hayata doğru tatbik etmek için felsefeye ihtiyacınız olur. Fakat hakikate erişmek konusunda felsefeyi özel bir konumda görmüyorum. Hakikatin, insanın onu arayıp bulmasına bırakılacak kadar basit bir mesele olmadığına inanıyorum. Nasıl ki nefes almamız için gereken havayı arayarak, çabalayarak bulmuyorsak, hakikati de insan arayışına emanet ederek bulamayız. Bulduğumuz hakikati felsefeyle ters edebiliriz, o ayrı. Hakikate nüfuz etmek de felsefeyle olabilir. Ama hakikati ona emanet edemeyiz ve onu ondan emanet alamayız.

Şu sıralar neler okumakla meşgulsünüz? Bu vesileyle okurlarımıza birkaç başucu kitabı tavsiyesinde bulunur musunuz?

Ölümle ilgili yayına yaklaşan bir kitap çalışmamdan dolayı son dönemlerde ölümle ilgili şeyler okudum. Şu an İmam Gazali’nin Ölüm ve Ölüm Ötesi Hayat kitabı ve Kaan H. Ökten’in Ölüm kitabını okuyorum.

Teşekkür ederim vakit ayırdığınız için.

Mecit Ömür Öztürk

&&&&&

Dengede Kalmanın Sırrı Anlamaktır

Dervişin Teselli Koleksiyonu, Hâletiruhiye, Yaşamın Gizli İşaretleri, İçebakış Fragmanları gibi bazıları “best seller” kitaplara imza atan felsefe öğretmeni Mecit Ömür Öztürk kitaplarını ve hayatın tesellilerini konuştuk. Dostoyevski’den Schopenhauer’a İbnül Arabi’den Abdülkadir Geylani’ye, Kierkeaard’dan İmam-ı Gazali’ye, doğudan ve batıdan bilgelerden teselli izlerini sürdük.

Kısaca biraz kendinizden ve bu kitapları yazma sürecinizden bahseder misiniz? Nasıl karar verdiniz Dervişin Teselli Koleksiyonunu yazmaya, sizi tetikleyen ne oldu?

Felsefe öğretmeniyim. Son yıllarda bazı kitap çalışmalarıyla meşgul olmaya başladım. Öncesinde bir medya geçmişim var. Dervişin Teselli Koleksiyonu, diğer kitaplarıma göre daha fazla ilgi gördü.

Ben hayatımda düştüğüm neredeyse her sıkıntıdan kitapların el uzatmasıyla çıkabilmiş biriyim. Öncelikle kendime, sonra da başkalarına el uzatabileceğini düşündüğüm bir çalışma ortaya koymaya çalıştım. Bir kısmı tozlu raflarda kalmış kadim kitaplardan, günümüz insanının sorunlarına bazı çözümler bulmaya gayret ettim.

Âlimlerden de filozoflardan da, yaralanmış insan zihnini ve kalbini onaran yaklaşımlar yakalamaya çalıştım. Kitabı okuyanların, o yeniden başlama duygusunu, hayatı yeniden inşa etme heyecanını kazanmış olmalarını amaçlamıştım. Bilgi veren kitaplar vardır, huzur veren kitaplar vardır. Bu, ikinci kategoride bir çalışmaydı.

İnsanların hiç olmadığı kadar sıkıntılı bir yaşam sürdüğü bir dünyada yaşıyoruz. Dünyanın her yerinde daha çok ümitsizlik, daha çok bunalım, daha çok depresyon var. İnsanlar kederlerini, acılarını neyle dindirecekler? Alkol, uyuşturucu veya zararlı bağımlılıklar acıları bastırmakta yoğun olarak kullanılıyor. İnsanların ruh dünyaları açısından zararsız bir ağrı kesiciye ihtiyaç duydukları muhakkak. Bugün ister edebi alanda, ister sanatın diğer dallarında olsun insanın kalbindeki ağır yükleri hafifletecek eserlere ihtiyaç var. İnsana ümit vermeye, onu ayakta tutmaya çalışan eserler üretmek zorundayız. İnsanın en azından kitap okumakla dindirilebileceği kederleri de vardır ve bunlar bence pek çoktur.

Teselli kelimesinde biraz avuntu anlamı da yok mu? 

Teselli ve ümit odaklı kitap çalışmalarında gözden kaçırılmaması gereken şey, gerçekliktir. Maksat, düşünceler yoluyla insanı uyuşturmak değil, onu uyandırmak olmalıdır. Çünkü acı karşısında kendini uykuya bırakan zihin eninde sonunda uyanacak ve acı gerçeğin daha büyümüş bir haliyle yüzleşecektir. İnsanı gerçeklerden kısa bir süre uzaklaştıran ama ardından daha sert bir yüzleşmeyle karşı karşıya bırakan bir afyon gibi olmamalıdır bu eserler. Çekilen acıya bir başka pencereden bakabilmeyi içermelidir ve kalıcı bir rahatlama hissini beraberinde getirmeyi başarmalıdır. Dervişin Teselli Koleksiyonu doksan dokuz bölüm halinde aynı acıya doksan dokuz açıdan bakabilme antrenmanıydı aslında. O kadar fazla açıdan bakınca da, insan teselli de olmuş oluyor muhakkak. Ama bununla birlikte bir onarımın da hedeflendiğini söylemek gerekir.

Büyük bir satış başarısına ulaştı bu kitap. Bunu bekliyor muydunuz? Nasıl tepkiler aldınız? İnsanların geri dönüşümleri nasıl oldu?

Kitabı yazarken, yayın odaklı yazmadım, elimdeki dosyayı bitirme odaklı çalıştım. Hayırlı bir iş olarak gördüğüm bu konunun yazma aşamasının bitirilmesini öncelikli görev olarak gördüm. Dosyanın bitmesinin ardında bekleyen süreci kendime değil, kadere bağlı bir süreç olarak yorumladım. Kitabın yayınlanıp yayınlanamayacağından bile emin değildim. Gönderdiğim ilk on yayınevinin tümü aylarca inceledikten sonra kitabı reddetti. On birinci sırada gönderdiğim yayınevi ise, dosyayı e-posta olarak ulaştırmamdan neredeyse beş dakika sonra yayınlanabilir kararını verdi. Kitabın kendi özel öyküsü olduğunu ve bu öykünün benim plan ve kararlarımdan ayrı bir düzlemde gerçekleştiğini o gün anladım.

Olumlu geri dönüşler tahminimden çok fazla oldu. Hemen her gün zamanımın bir kısmını, kitapla ilgili düşüncelerini ileten okurlara cevap yazmaya ayırıyorum. Genellikle tıkanmış, zor zamanlardan geçen kişilerin, kendilerine kitabın tam zamanında denk geldiğini söylemeleri beni mutlu ediyor.

Doğu’dan Batı’dan doksan dokuz teselli aslında Allah’ın güzel isimlerini kendinizce yorumlayışınız. Ama içinde Kuran ve İslami kaynakların yanı sıra Dostoyevski’nin, Goethe’nin batılı filozof ve yazarların da sözleri ve bakış açıları var. Buradaki amaç neydi?

Acıların anlamını tahlil ederken, öncelikle insanın ve acıların yaratıcısına danışmak elbette en isabetli olanıdır. Oradan yaptığımız çıkarımların gerek doğulu gerek batılı düşünürlerce yapılan çıkarımlara tevafuk etmesi, onlarla benzer çizgide uyum içerisinde olması, insanın bu tahlillere daha da sıkı sarılmasıyla sonuçlanabiliyor. Maksadım bir yandan da keyifli bir okuma deneyimi sunabilmekti. Rilke’yle Harakani Hazretlerini aynı cümlenin içinde buluşturmak, edebi bakımdan yazarken bana, okurken de okurlarıma ayrı bir edebi bir tat sunmuştur diye ümit ediyorum.

Batı’yı ve Doğu’yu neden aynı zeminde buluşturmaya çalıştığıma gelince, Mevlana’da beni diriltecek satırlar, beni düştüğüm kuyudan çıkaracak yaklaşımlar var olduğu gibi, Arabi’nin Füsus’unda da bunlar mevcuttur. Ama bu demek değildir ki Sokrates’te, Platon’da, Hegel’de, Kant’ta, Spinoza’da böyle yaklaşımlar yoktur. Hayır, elbette var, hem de çok etkili olarak vardırlar. Mürekkeplerini damarlarından akan kan gibi yürekten kullanmış olanlara ne demeli? Dostoyevski’de, Cibran’da, Rilke’de, Tanpınar’da, Geothe’de kararmış ruh halimizi aydınlatacak öyle bölümler vardır ki, oralara geldiğimizde kendimizi bir evliyanın divanının satırları arasındaymış gibi hissederiz. Bir acısı olan her insanın, ki herkesin mutlaka bir acısı vardır, tasavvufun ve felsefenin derinliklerinden uzanan bu ellere ihtiyaç duyacağı muhakkaktır.

Neticede Doğu’nun da Batı’nın da ortak meselesidir hüzün.

Avusturalya’daki bir ailenin sorunlarıyla, Arabistan’daki bir ailenin yaşadıkları çok benzerdir. Eşiyle sorunu vardır, çocuklarıyla vardır, hastadır, evladını kaybetmiştir… Bu insanların kendileri değilse de acıları akrabadır. Bunu hazlar için söyleyemeyiz. Bir Sudanlının lüks bir evden aldığı haz, onun eve yüklediği tarihsel anlamın farklılığından dolayı bir İngiliz’inkinden farklı olabilir. Ama dişimiz ağrıdığında dünyada dişi ağrıyan herkesle benzer bir sıkıntı yaşarız. Keder evrenseldir. Filozofların tesellilerinin evliyaların tesellileri kadar etkili olduklarını gördüm. Seneca’nın söyledikleri, Muhyiddin Arabi’nin keder konusunda söylediklerinden eksik kalır bir yanı yok. Kant ve Hegel neredeyse Mevlana kadar ustalaşmaya başlıyor konu insan ve onun hüzünleri olunca… Nietzsche diyor ki “Dünyaya zaman sona ermiş gibi bakın, bükülmüş olan her şey size düz görünecektir.” Ben bu cümleyi bir konferansta yanlışlıkla Muhyiddin Arabi’nin sözü diye aktarsam, karşımdakiler Arabi uzmanı değillerse, kimsenin beni uyaracağını, bu söz Arabi’nin sözüne benzemiyor, diyeceğini sanmıyorum.

Rilke’nin bir sözünü almışsınız: “Bizler ızdırapları heba edenlerdendik” diye… Bunu biraz açar mısınız?

Acılar karşısında üç yaklaşım olduğunu düşünüyorum. Birincisi onları yok etmeye çalışmak, ikincisi onları bir şey yapamadan seyretmek yani sabır ve tahammül etmeye çalışmak, üçüncüsü de onlardan faydalanmaya çalışmak… Sağlıklı olan yaklaşımın üçüncüsü olduğunu düşünüyorum. Istıraplara, acaba bundan nasıl faydalanabilirim, bunu altında ezildiğim bir yük değil de üzerine bastığım bir basamak olarak nasıl kullanabilirim diye derin tefekkür etmek gerekir. Başımıza gelen hadiseler, bizi sarsmak için değil, güçlendirmek ve geliştirmek için gelir. Ama bu onlara biraz da o gözle bakmakla ortaya çıkan bir gerçektir. Alıcı gözle bakmak… 

Hepsini okudunuz mu bu kitapların?

 Kitapta isimleri geçen eserlerin büyük bir kısmı okuduklarımdan… Fakat bazı meseleler var ki, onları bazen yolda yürürken yanından geçtiğim insanların değindiği bir meseleden, bazen otobüste yanında oturduğum kişinin -neredeyse gözüme sokarcasına okuduğu- gazetenin veya kitabın bir bölümünden aldığım da oldu. Kitaba girmesi gereken, orada olmasının faydalı olacağı içeriklere hiç umulmadık yerlerde rastladığım da oldu. Nihayetinde kitapların da kaderi var ve nasibinde olan içerikler eninde sonunda onlarda yer bulmayı bir şekilde başarıyorlar diye inanıyorum. 

Musibet bize neden verilir? Temelinde ne var bu dersin?

Bence bu sorunun tek bir cevabı yok. Belki binlerce cevabı var. Musibetin bir insana gönderilme sebebiyle, bir başka insana gönderilme sebebi farklı olabilir. Yani insan sayısınca farklı hikmetler söz konusudur. Tek bir insanı ele aldığımızda da, onun başına geçen yıl gelenlerle bu yıl gelenler arasında hikmet bakımından farklar olabilir. Bu sebeple her musibet özel bir mesajla, kişiye ve o zamana has bir anlamla insana ulaşır. Musibet kelimesiyle isabet kelimesi aynı kökten kelimelerdir. Kişiye özel anlam yüklü olan bu hadiselerin, bir vaka incelemesi şeklinde ele alınması durumunda birçok anlam ortaya konulabilir. Dervişin Teselli Koleksiyonunda doksan dokuz başlık halinde, insanın başına bu hadiseler neden gelir sorusunun cevabını aradım. Bu içeriklerden her biri genel bir çerçeve çizdiği için, kitabı okuyanlar, kendi başına gelenler için manevi bir yorum üretme konusunda daha fazla mesafe kat etmiş olacaklardır diye düşünüyorum. Bu başlıklardan birini ön plana çıkarmam gerekseydi, bu soruya cevap olarak inkişaf tesellisini ön plana çıkarmak isterdim. Musibetlerin önemli anlamlarından biri de, insanın içindeki potansiyellerin açığa çıkmasına vesile olmasıdır ve buna eski dilde inkişaf denilmektedir.

Ruhsal olarak huzurda ve dengede kalmanın sırrı size göre nedir?

Eksiksiz bir ruhsal huzurun ve kusursuz bir psikolojik dengenin kurulamayacağına inananlardanım. Bunun en azından bu dünyada olamayacağını düşünüyorum. İnsan acılarıyla ve sevinçleriyle insandır. Başarıları ve başarısızlıklarıyla insandır. Dengeli halleri ve zaman zaman dengeyi kaybetmiş halleriyle insandır. Mantığı ve mantık dışı tutumlarıyla insandır. İnsanı tam olarak dingin bir ruh haline ulaştırdığını ve hep öyle kalmasının bir formülünü bulduğunu öne süren yaklaşımlar da var elbette. Hadiseler üzücü halde geldiğinde üzülmeyen, gerginlik başladığında öfkelenmeyen, gözyaşları onu zorladığında bunu engellemeyi geçiyorum, o haldeyken gülümsemeyi hatta kahkahalar atmayı bile başaran bir insan fikri bana ölü bir insan fikri gibi geliyor. Ben bunu sanayinin ve teknolojinin ilerlemesiyle benzer görüyorum. Hep daha kusursuz makinalar gördük, hep daha az eksiğe sahip olan ve git gide mükemmelleşen aletler üretildi. İnsanı da zaman ilerledikçe daha az acı çeken ve daha az kusurlu bir varlık olmaya doğru gider diye düşündük. Halbuki insanın ilerleme tarzıyla teknolojinin ilerleme tarzı birbirini tutmaz. Makinalar zaman ilerledikçe eksiklerden arınmaya, insansa zamanın gerisinde, kadim zamanlarda elde edilmiş “ruhsal denge”ye ermeyi yeniden öğrendikçe daha dingin olur.

Fakat huzurda ve dengede kalmaktan kasıt, sekine içerisinde bir dinginliğe, bir iç bütünlüğüne ermekse; yani insanın bütün gerçekçi taraflarıyla birlikte, onun insani olan yanlarını törpülemeden ona doğal ve dengeli bir hal kazandırmaksa… O halde bunun elbette -herkese göre ayrı- bir sırrı olmalı.

Dengeli bir ruh hali için son yıllarda “kabullenme” kavramı üzerinde çokça duruldu. Yaşamı kabullenmek, insanları kabullenmek, hadiseleri kabullenmek, karşımıza çıkan yeni gelişmeleri kabullenmek, bazen hayal ettiklerimizin, planladıklarımızın gerçekleşmemesini kabullenmek, istediklerimizin olmamasını kabullenmek… Yaşam sistemimizin tamamen bize ait olmadığını ve her karışıyla gerçek bir sahibinin var olduğunu kabullenmek… Kabullenmek derken de mücadele etmemekten, her şeye teslim olmaktan, çaba sarf etmemekten bahsedilmedi. Gayret ve çabalarımıza rağmen karşımıza çıkan durumlardan bahsedildi. Kendimizi kabullenmek ve dış dünyamızı kabullenmek, geçmişle, gelecekle barışmak… Hüzünlerimizle de sevinçlerimiz kadar sevmek ve benimsemek… Fakat bence bu kabullenme fikri, yerini bir başka meseleye, “anlama” kavramına bırakması gerekir. İnsan arka planını, gerçek anlamını kavrayamadığı, sebep sonuç ilişkilerini iyi tahlil edemediği meseleleri nasıl kabullenebilir, onlarla gerçek bir barış içerisine nasıl girebilir? Dengede kalmanın sırrı bence anlamaktır, çözümlemektir, başımıza gelen en küçük şeyin bile görünen ve görünmeyen anlamları üzerinde durabilecek bir kabiliyete ermektir. Gerçek ve faydalı bir kabul ancak yeterli bir çözümlemenin ardından geliyorsa hakikidir, yoksa o bence etkisi kısa zamanda kaybolacak olan sahte bir kabul olacaktır.

Korona da bir musibet ve toplu olarak dünyaya geldi? Bazıları Korona’nın biyolojik silah olduğunu söylüyorlar. Siz bunu nasıl yorumluyorsunuz ne anlamamız gerekiyor sizce bu musibetten? Eğer bu doğruysa Allah buna sizce hangi anlamda izin verdi?

İster biyolojik bir silah olsun, ister tabii bir afet olsun fark etmez, yaşamın bunca merkezine giren ve herkesi derinden etkileyen böyle bir gelişmenin yaratıcının izni haricinde olması, onun hükmü dışında gerçekleşmesi söz konusu olamaz. Ben burada ilahi sırrın hani şu çok sloganlaşan “sosyal mesafe” kavramında yattığını düşünüyorum. Yaratıcı, insanla insan arasındaki “yakınlığı” “mesafeye” çevirdi. Şöyle bir ayrılın bakalım, dedi. Çünkü yan yana gelmeler, birlikte hareket etmeler, birlikte oturup kalkmalar artık iyilik için, hayır için, faydalı olmak için değildi. Genellikle üzmek için, sarsmak için, zedelemek için, kirletmek için insan insanın yanına yaklaşıyordu. İyi niyetli ve samimi duygularla ve başkalarının iyiliği adına yan yana gelme biçimleri neredeyse tamamen ortadan kalkmış durumdaydı. Dünya çapında bu böyleydi ve insan ruhunu zedeleyen bu yakınlaşma şekillerine bir “dur!” ihtarı verildi diye düşünüyorum. Bir taraftan da, insanların kendileriyle baş başa kalıp işten, güçten, okuldan ve arkadaşlardan uzak bir şekilde kendi varoluşu, yaşama niçin geldiğini ve nereye doğru gittiğini sakin kafayla düşünmesi için bir imkan verildiğini düşünüyorum. Sürecin uzamasının altında da, insanoğlunun bu mesajları almaya niyetli olmaması faktörü yatıyor bence. Tabi bunlar şahsi fikirlerim.

İbadet ve dua insanı korur mu başına gelebilecek musibetlerden?

Görünen o ki bu konuda iki farklı yaklaşım var. Birinci görüşe göre duayla, ibadetle başımıza gelmiş olanlardan veya geleceklerden kurtulamayız, fakat dualarımız bize bir sakinlik, eskilerin söyleyişiyle bir sekine hali kazandırır. Bu açıdan duanın kazandırdığı tek şey psikolojik bir rahatlamadır. İkinci görüşe göre de, dua ve ibadetlerimiz gerek başımızdaki kederlerin azalmasına veya kalkmasına, gerekse gelecekten bize doğru yola çıkmış olanlarından korunmamız konusunda önemli bir etkiye sahiptir. Ben bu düşüncelerden ikisinin birlikte yan yana bir gerçekliği olduğu kanaatindeyim. Duanın koruyucu, değiştirici ve dönüştürücü büyük bir gücü olmakla birlikte, yaşattığı kalp huzurunun da onun bir başka işlevi olduğu fikrindeyim.

Mecit Ömür Öztürk

&&&&&

Doğu’nun da Batı’nın da Ortak Meselesidir Hüzün

Gözde Nur Bayar – Aysha Dergisi
Temmuz 2017

Felsefe bölümü mezuniyeti, metin ve köşe yazarlığı… Yazı hayatınızın neresindeydi? Nasıl bir ilişki aranızdaki?

Hayata yazı yazmak için gelenlerden değilim. Ancak kaderin cilvesi, bugüne kadar yaptığım işlerin neredeyse tamamında yazmak durumunda kaldım. Mesela yerel bir gazeteye reklam koordinatörü olarak girdim, kendimi reklam metinleri yazarken buldum. Bir belediyenin basın bürosunda yazıyla ilgili olmayan bir işte çalıştım. Belediyenin bültenlerini, tanıtımlarını, haber metinlerini yazarken buldum kendimi. Yazı, hayatımın hep bir köşesinde durdu. Son zamanlarda bu işle biraz daha müşerref oldum sayılır. Yazma kabiliyeti olanın değil de söyleyecek sözü olanın yazması ve okunması gerektiğine inanırım. Edebiyatçıların yazacak pek çok şeyleri vardır ama düşünce bağlamında söyleyecekleri pek az şey bulunur. Hani Fuzuli der ya “Aldanma ki şair sözü elbette yalandır.” Filozoflarınsa söyleyecek çok şeyleri vardır ama onlar da çoğunlukla iyi birer yazar, iyi birer konuşmacı değildirler. Bu iki topluluk arasında orta bir yol olduğunu düşünüyorum. Felsefeyle yazı ilişkisi bu bağlamda hayatımda önemli bir yere sahip.

Geçtiğimiz aylarda Dervişin Teselli Koleksiyonu’nu çıkardınız. İlk tepkiler nasıldı?

Kitabı “çıkmazdakilere” ithaf etmiştim. Merak ettiğim şuydu: Gerçekten çıkmaza girmiş biri üzerinde kitabın nasıl bir etkisi olacaktı? Psikiyatrik ilaç tedavisi gerektiren durumları saymazsak, telkin ve terapiyle düştüğü durumdan çıkma imkanı olan her insana yetecek bir eser hazırladığıma inanıyordum. Bunun için teselli bağlamında mana büyüklerinin en çarpıcı yaklaşımlarını, filozofların çökmüş bir insan zihnini dürtükleyen ve onu ayağa kaldıran açıklamalarını malzeme olarak kullanarak hedefime ulaşmaya çalıştım. Etrafımdaki kederli insanların kitabı okuduklarında, o yeniden başlama duygusunu, hayatı yeniden inşa etme heyecanını kazanmış olduklarını görerek mutlu oldum. Kitap gerçek manada çıkmaza girmiş üç beş kişinin elinden tutabilir, onlara yaşam yolunda birer adım attırabilirse kendimi bahtiyar sayarım ve hedefime hayli hayli ulaştığımı düşünürüm.

Bu kitabın çıkış noktası ne oldu? Yazım sürecinde nasıl bir yol izlediniz?

Ben bir kitapevine girdiğimde orada on binlerce kitap olduğunu bilsem de, bilgi veren kitaplarla huzur veren kitapları ayırırım. Orada benim yaralarıma merhem olacak mutlaka bir kitap olduğunu bilir, onu aramaya koyulurum. Onu bulamasam da ihtimal dahilindeki varlığı bana güven verir. Teselli meselesinden arındırılmış, huzur verme gayesi taşımayan bir kitap, benim dünyamda enformasyondur, dokumandır, belki lüzumludur ancak kitap değildir. Matbaadan çıkmış olan kitap görünümlü her şeye kitap olarak bakmıyorum. Arapça’da kitap kelimesiyle mektup kelimesi aynı kökten gelir. Hiçbir enformasyon kitap değildir, çünkü enformasyon, mektup olmaktan alabildiğine uzaktır. Her mektup bence bir kitaptır, isterse yarım sayfa olsun, isterse zarfına giremeden yırtılıp atılmış olsun.

İnsanların hiç olmadığı kadar sıkıntılı bir yaşam sürdüğü bir dünyada yaşıyoruz. İnsanlar kederlerini, acılarını neyle dindirecekler? Alkol, uyuşturucu veya zararlı bağımlılıklar acıları bastırmakta yoğun olarak kullanılıyor. İnsanların ruh dünyası açısından zararsız bir ağrı kesiciye ihtiyaç duydukları muhakkak. Bugün ister edebi alanda ister sanatın diğer dallarında olsun insanın kalbindeki ağır yükleri hafifletecek eserlere ihtiyaç var. Dervişin Teselli Koleksiyonu, kendi içinde bir teselli koleksiyonu oluşturdu ve son yıllarda yayınlanan ümit ve teselli odaklı kitaplar arasında yerini aldı. Bu kitap öncelikle benim kendi ihtiyacımdı. Her insanın ihtiyacı, insanlığın ihtiyaçlarının bir izdüşümü olduğuna göre, başkalarının da bu kitapla kendi kederlerini dindirebilmeleri mümkün görünüyor.

Peki, teselliden kastınız neydi? Okura unutturmaya çalıştığınız bazı şeyler mi var?

Arapça’dan gelen ‘teselli’ kelimesinin unutturma, akıldan çıkarma, gönül alma anlamlarına geldiğini görüyoruz. Bu üçüncü anlam bana göre daha etkin. Teselli etmek, bizde de gönül almak anlamında kullanılır daha çok. Ancak kastım zihni, düşünceler yoluyla uyuşturmak değil uyandırmaktı. Çünkü acı karşısında kendini uykuya bırakan zihin eninde sonunda uyanacak ve acı gerçeğin daha büyümüş bir haliyle yüzleşecek. Benim aradığım teselli, çekilen acıya bir başka açıdan bakabilmeyi içeren ve kalıcı bir rahatlama hissini beraberinde getiren bir kavram. Dervişin Teselli Koleksiyonu doksan dokuz bölüm halinde aynı acıya doksan dokuz açıdan bakabilme antrenmanı aslında. Okur, farkında olmadığı, kendisine özel rahatlatıcı bakış açısını keşfettiğinde rahatlayacak ve ferahlamakla kalmayıp çözüme doğru yönlenecektir diye düşünüyorum.

KEDER EVRENSELDİR

Kitapta Yunus Emre’den Sokrates’e, İbn Arabi’den Tanpınar’a kadar birçok önemli ismi bir araya getiriyorsunuz. Tam olarak neyi anlatmak istediniz?

Mevlana’da beni diriltecek satırlar, beni düştüğüm kuyudan çıkaracak yaklaşımlar vardır. Arabi’nin Füsus’unda da bunlar mevcuttur. Ama bu demek değildir ki Sokrates’te, Platon’da, Hegel’de, Kant’ta, Spinoza’da böyle yaklaşımlar yoktur. Hayır, elbette var, hem de çok etkili olarak vardırlar. Mürekkeplerini damarlarından akan kan gibi yürekten kullanmış olanlara ne demeli? Dostoyevski’de, Cibran’da, Rilke’de, Tanpınar’da, Geothe’de kararmış ruh halimizi aydınlatacak öyle bölümler vardır ki, oralara geldiğimizde kendimizi bir evliyanın divanının satırları arasındaymış gibi hissederiz. Bir acısı olan her insanın, ki herkesin mutlaka bir acısı vardır, tasavvufun ve felsefenin derinliklerinden uzanan bu ellere ihtiyaç duyacağı muhakkaktır.

Doğu’nun da Batı’nın da ortak meselesidir hüzün. Bugün bir Avusturalya’daki bir ailenin sorunlarıyla, Arabistan’daki bir ailenin yaşadıkları çok benzerdir. Eşiyle sorunu vardır, çocuklarıyla vardır, hastadır, evladını kaybetmiştir… Bu insanların kendileri değilse de acıları akrabadır. Bunu hazlar için söyleyemeyiz. Bir Sudanlının lüks bir evden aldığı haz, onun eve yüklediği tarihsel anlamın farklılığından dolayı bir İngiliz’inkinden farklı olabilir. Ama dişimiz ağrıdığında dünyada dişi ağrıyan herkesle benzer bir duygu taşırız. Keder evrenseldir. Filozofların tesellilerinin evliyaların tesellileri kadar etkili olduklarını gördüm. Seneca’nın söyledikleri, Muhyiddin Arabi’nin keder konusunda söylediklerinden eksik kalır bir yanı yok. Kant ve Hegel neredeyse Mevlana kadar ustalaşmaya başlıyor konu insan ve onun hüzünleri olunca… Basit bir örnek vereyim. Mesela Nietzsche diyor ki “Dünyaya zaman sona ermiş gibi bakın, bükülmüş olan her şey size düz görünecektir.” Ben bu cümleyi bir konferansta yanlışlıkla Mevlana’nın sözü diye aktarsam, karşımdakiler Mevlana uzmanı değillerse, kimsenin beni uyaracağını, bu söz Mevlana’nın sözüne benzemiyor, diyeceğini sanmıyorum.

Kitabı okuyan herkes derviş değil. Hitap ettiğiniz özel bir manevi çevre olmadığına göre, “derviş” burada bir metafor muydu?

Herkesin kendi çapında bir seyri süluku, manevi yolculuğu olduğunu düşünenlerdenim. Allah’a giden yolda olmayan yoktur, insanların kimi hızlı kimi yavaş, kimi de tersine gitse de yollar Allah’a çıkmaktadır. Kur’an tekrarla “Hepiniz Allah’a döndürüleceksiniz” dediğine göre, istisnası yoktur bu durumun. Bu anlamda dervişliğinin farkında olan var, olmayan var. Ben kitabın muhatabı olan yaralı gönülleri ararken bu sembolü kullandım. Çünkü bir derdi olan herkesin maneviyata karşı bir ilgisi vardır. Keder bence kendi başına dini bir kavramdır ve eninde sonunda manevi bir çözülüme muhtaçtır. “Derviş” kelimesi bu sebeple kitabın davetkâr bir kelimesi olarak başlıkta yer aldı. Kimin onu okuyacağını kitabın kendi seçmiş oluyor bu sembol sayesinde.

Neden “koleksiyon”?

İngilizce’de toplamak anlamında collect fiili var. Kur’an kelimesinin manalarından biri de “toplayan”. Ben teselli içeren yaklaşımları gerek yazarlardan gerekse filozof ve alimlerden derlemeye başladığımda bunu en çok ifade eden kelimenin koleksiyon olduğunu fark ettim. Koleksiyonda hoşunuza giden de olur, gitmeyen de… Kitabın içerisindeki doksan dokuz bölümden okurları çok etkileyen bazı bölümler olabileceği gibi bazı insanların halet-i ruhiyeleri gereği pek ilgisini çekmeyen bölümler de olabilir. Veya aynı teselli bugün etki göstermez ama yarın etkiler… Buna bir “derleme” mi demeliydik? Ancak derlenen her faktörün izah ve şerhi yapıldığından, birleştirme, ayrıştırma, kaynaştırma gibi süreçlere tabi tutulduğundan dolayı buna bir derleme denemez. Koleksiyon daha kapsayıcı bir başlık…

Siz en çok kimi, neyi okursunuz?

Takvim yaprağı da benim okuma alanıma girer, bir yolculukta rastladığım tanıtım broşürleri de… Bazen bir kitapçıya girer, ilgi alanım olmayan kitapların rafına yaklaşır, adını sanını bilmediğim yazarların kitaplarından rastgele bir yer açıp birkaç paragraf okurum. Kitapçıya her girişimde bu rastgele okumaları toplasanız bazen beş on sayfayı bulur. Bir taraftan gelişigüzel bir okuma trafiğim var. Diğer taraftan yaptığım dikkatli ve düzenli okumalarım… Mesela Tanpınar’ın her satırını dikkatle okurum. Haşim’in satırlarının altını çize çize, Sabahattin Ali’yi hissede hissede okurum. Klasik İslam Külliyatlarının çoğu okuma programımda ya vardır ya da sırası gelecektir. Kafayı dağıtmak istediğimde felsefe okurum. Aynı anda dört-beş kitabın hepsinden biraz ilerleyerek okuduğumda zihnimin ve algılarımın daha fazla beslendiğini hissediyorum. Bunu son yıllarda fark ettim.

Yakın zamanda ne gibi projeleriniz var?

Şu an Yusuf suresinde geçen “tevil-i ehadis” kavramı üzerine çalışıyorum. Bu, rüyalar nasıl tabir ediliyorsa, olayların da tabir edildiği bir ilim türü. Başımıza gelen olayların bir sonraki sahnede yaşayacaklarımızla nasıl bir bağlantı içerisinde olduğuna dair bir kavram… İşin altından kalkıp kalkamayacağımdan emin değilim. Hiç açılmamış, gündeme hiç gelmemiş bir mesele. Bazı alimlerimizin eserlerinde satır aralarında saklı kalmış sadece. Şimdilerde onları bulup çıkarmaya, derlemeye ve aktarmaya uğraşıyorum.

Kitap dışında çeşitli dergilerde öyküleriniz de yayınlanıyor. Öykü yazmak nasıl bir keyif veriyor? Ya da öykü mü kitap yazarlığımı desek?

Öykünün kendi içinde özel bir bütünlüğü var. Hayat orada bir bütünlük içerisinde yeniden kurulabiliyor. Oysa çoğumuzun yaşadığı hayat yarım, yarı buçuk… Kemaline ermiş bir öykü okumak veya yazmak, benim açımdan eksikliklerin tamamlandığı anlamına geliyor. Vaktim geniş olsaydı öyküyü tercih ederdim.

Mecit Ömür Öztürk

&&&&&

Kitap Teselli Demektir

“Dervişin Teselli Koleksiyonu” Hayykitap etiketiyle raflardaki yerini aldı. Kadim teselli ustalarıyla, teselliye muhtaç gönülleri buluşturan kitabın yazarı Mecit Ömür Öztürk’le bir araya geldik.

Sibel Ateş - Akşam
Mayıs 2017

Dervişin Teselli Koleksiyonu fikrinden başlayabilir miyiz? Nasıl ortaya çıktı?

Hayatı şekillendiren en önemli faktörün ihtiyaçlar olduğunu düşünürüm. Bir nesne veya bilgiye ihtiyaç duyulmaya başladığında kader bir şekilde o şeyi hayata ulaştırır. Tekerleğin icadından, elektriğin keşfine kadar bütün gelişmeler ihtiyaçlar karşısında ortaya çıkmıştır. Kitapların dünyasında da hal böyledir. İnsanlar bir esere ihtiyaç duyduğunda kalem erbabından birinin kalbine bu fikir ilham olunur. Allah kime nasip edecekse, onun kalemi bu mesele üzerinde işlemeye başlar. Dervişin Teselli Koleksiyonu da bir ihtiyaçtı. 

Dervişin Teselli Koleksiyonu’nun bir ihtiyaç olmasını biraz daha açar mısınız?

Dünyanın her yerinde daha çok ümitsizlik, daha çok bunalım, daha çok depresyon var. İnsanlar kederlerini, acılarını neyle dindirecek? Bugün ister edebi alanda ister sanatın diğer dallarında olsun insanın kalbindeki ağır yükleri hafifletecek eserlere ihtiyaç var. Dervişin Teselli Koleksiyonu, kendi içinde bir teselli koleksiyonu oluşturdu, son yıllarda yayınlanan ümit ve teselli odaklı kitaplar arasında bir koleksiyonda yer alır gibi yerini aldı. Bu kitap öncelikle benim ihtiyacımdı.

Kitapta birçok yerde Mecit Ömür Öztürk’ün de araya girip özgün ve etkili tahliller yaptığını görüyoruz. Teselli’nin sizin dünyanızdaki anlamı nedir?  

Çocukluğumda cenaze evlerindeki sohbetler hep dikkatimi çekmiştir. Yakınını kaybeden biri vardır. Aylarca o eve ziyaretçi akını olur. Biri “çok çekmeden gitti, ne güzel” der. Bir başkası, “ele ayağa düşmeden gitti hamdolsun” der. Öteki çoluk çocuğunun arasındayken vefat etmiş olmasının nasıl bir rahmet olduğundan bahseder. Şimdiki aklım olsa o cenaze evinde nöbet tutar, konuşulan cümleleri teker teker not ederdim. Oradan Dervişin Teselli Koleksiyonu çapında on cilt kitap çıkardı. Dünyada bence teselli renkliliği bakımından Anadolu’nun eline su dökülemez. Her türlü acının yaşandığı bu topraklarda tesellinin de her türü vardır ve keşfedilip dünyaya yayılmayı beklemektedir.

Siz teselli eder misiniz?

Fıtratımın bir özelliği olsa gerek ilkokuldan beri insan teselli eden biriydim. Dertli insanlar mı beni buluyor, ben mi onlara yöneliyorum, bilemiyorum ama mutlaka birileriyle teselli ilişkisine girerim ve kendimi bundan alamam. Tasavvufta herkesin üzerinde tecelli eden “has esma”dan bahsedilir. Bu benim yaratılış gayem desem abartmış olmam. İnsan kendi fıtratına uygun bir özelliğe dair çalışma yürüttüğünde mutlaka Allah yardım ediyor ve o gayreti bereketlendiriyor. Rum Suresi 30. ayette “Herkes fıtratına göre amel eder” buyruluyor. Umuyorum ki bu çalışma da benim fıtrat amelim olur.  

Bu kitaptaki teselli kavramı biraz da terapi anlamında. Biz bu işi genelde psikologlarla ilişkilendiririz. Kitap ve teselli kavramları ne kadar yan yana duruyor sizce? Siz de bir psikolog olmadığınıza göre…

Kitapla teselli kavramı bence yan yana bile değil, iç içe duruyor. Kitap demek teselli demektir. Yıllar önce, kederli bir dönemden geçerken, şehirlerarası bir yolculukta, bir mola yerinde bir kitaba rast gelmiştim. Üzerimdeki etkilerini halen unutamam. Yazarı tanınmış değildi, adını bile hatırlamıyorum şimdi, kısmen acemice yazılmış da sayılırdı. Ama insan bir kapıyı çalmayagörsün, kapının ardından hemen bazı kıpırdamalar başlar. Kafa karışıklığı içindeydim, ayrıldığım kentin olumsuz hatıraları, varmak üzere olduğum yerde beni bekleyen sıkıntılar ruhumu daraltmıştı. O dar vakitte çalabildiğim tek kapı o kitaptı ve çıkmaza girmemek için tek çarem oydu. Ve okuduklarımdan öyle etkilenmiştim ki sanki o yolculuğu bir şehre değil, o kitabı bulmak için yapmış gibiydim. Ben hayatımda düştüğüm neredeyse her sıkıntıdan kitapların el uzatmasıyla çıkabilmiş biriyim. “Her nimetin şükrü kendi türünden olmalıdır” denir ya, ben de bu şükrü eda edebilmek için, başkalarına el uzatabileceğini düşündüğüm bir çalışma ortaya koymaya çalıştım.