Aralarındaki kopukluğu ve artık bir araya gelemeyeceklerini görsel olarak bildiren bir cam var aralarında. O kulüpte çalışan Jane vitrinde; bir fantezi mizanseninin içinde, bir kutuya kapatılmış gibi. Müşteri kabinindeki Travis’i göremiyor, sadece sesini duyabiliyor. Filmin başında bir dilsiz olarak tanıdığımız Travis hiç susmayacakmış gibi konuşuyor, konuşuyor… Başka bir çiftin hikâyesini anlatır gibi uzun uzun anlatıyor kendi hikâyelerini. Ondan çok daha genç olan Jane’in hayatını şiddetli bir kıskançlıkla nasıl mahvettiğini, nasıl alkolik olduğunu, Jane’i kendisinden kaçacak diye nasıl resmen zincire vurduğunu… Travis’in aynalarda ne gördüğünü, neden kendisinden kaçtığını iyice anlıyoruz artık. Şimdi anlattığı o karanlık geçmiş zaman boyunca zihnindeki hangi düşüncelere, ağzından çıkan hangi sözlere şekil vermiş dilden neden uzaklaşmak istediğini. Filmin başında, o az konuşmasıyla meşhur, o sessizlikle erkekleşen kovboyların mizanseninin içinde, çölde sessiz sedasız yürürken, erkekliğinden de uzaklaşmaya çalıştığını.
Değişimin Sınırları
Bu uzun sahne boyunca Travis ve Jane arasında akan duyguları, ağızlarından çıkan her bir sözle birlikte ilişkilerinin nasıl bir değişim geçirdiğini, ikisinin kadraj içindeki pozisyonlarından, değişen ışık denklemlerinden, kimin kimi hangi anda görüp göremediği üzerine kurulu sinematografik oyunlardan takip ediyoruz. Sonunda, ikisi de içini döküp birbirlerini anladıkları anda, aralarındaki camın yüzeyinde ikisi tek vücut oluyorlar; kelimenin gerçek anlamıyla. Ama bu bir mutlu son değil. Tekrar bir araya gelince mutlu olacaklarına inanmıyor Travis. Aradan geçen dört yılda değişmiş evet, ama o kadar değişmiş ki, değişiminin sınırlarını bilecek kadar, kendini bilecek kadar değişmiş.
Ayça Çiftçi
DOĞRUSAL OLMAYAN YOLLARDAN GEÇEN FİLM: PARIS, TEXAS
Bir tarafta alkolik, güvensiz ve takıntılı bir erkeğin diğer tarafta oldukça güzel, gencecik, maceracı ve deneyimsiz bir kadının hikayesinin muhteşem diyaloglarına tanıklık ediliyor. Ölçüsüz sevginin ölçüsüz kıskançlıklara sebep olduğu ilişkide iki aşık, aşkın her daim yüksek ve tutkulu olabileceği yanılgısına düşüyor. Daha önce Travis’in anne-babasının ilişkisinden bahsetmesi seyirciye geçmiş travmaların, sevginin doğru tanımlanmadığı karakterlere etkisini gösteriyor. Tıpkı Shakespeare’in de söylediği gibi ‘şiddetle başlayan haz, şiddetle son buluyor.’
...
Aşkın ve kaybın bu melankolik hikayesi güçlü anlatımı ve Amerikan manzarasının renkli ışık oyunları içinde sunulmasıyla kendini anlamayı, affetmeyi ve yeniden harekete geçmeyi seyircilere aktararak kült filmler tarihindeki yerini alıyor. Bazen sevdiklerimizi belki de onları sevdiğimizden daha çok incitiriz ve bu can yakıcılığı kabullenmenin güçlülüğü karşısında sevgimizin sınırsızlığının ardına saklanırız. Her kültürde ve her coğrafyada yüceltilen aşk ölçüsüz olur mu yoksa kişiler sadece varoluşsal buhranlarını ve bütünlük arayışlarını anlık heyecanlarla aşk yanılsaması olarak mı görmektedirler? Belki bu sorunun cevabı hiçbir zaman netlik kazanamayacak ancak iki insanın birbirlerine karışacak derecede yakınlaşması ve geri dönüşü olmayacak derecede uzaklaşmasın eşsiz bir örneğini veriyor Paris, Texas. Ufukta birleşen tren rayları gibi, hayatlarının bir noktasında yeniden karşılaşan aşıklar, tıpkı gerçekte tren raylarının birleşmemesi gibi yeniden bir araya gelmiyorlar.
Mina Kara
Paris, Texas (1984): Başlangıç ve Bitiş Noktasında…
Travis, Hunter ile kurduğu bağ sayesinde çoktan umudunu kestiği toplumun içinde tekrar yer bulmaya çabalar. Wenders çocuk metaforunu geleceğin inşası için tutunulacak bir dal olduğu kadar, geçmişin karanlığından gelen ve hataları simgeleyen kanlı canlı bir örnek olarak da kullanır. Travis ve Jane’in Hunter’ın varlığını kabul etme biçimlerinin farklı olmasının sebebi, toplum içinde kendilerini konumlandırdığı noktadan kaynaklanmaktadır. İkisi de yıkımdan kaynaklanan yas sürecini farklı yaşamaktadır. Travis toplumdan kaçarak, Jane ise toplumun içinde silikleşerek yaşamını sürdürür. Bunu biraz açalım: Çalıştığı seks kulübünde Jane ile müşteriler arasında, odayı tamamen kesen bir ayna bulunmaktadır. Sorgu odalarındaki gibi, müşteri Jane’i görebilmekte, talimatlar verebilmekte ancak Jane aynada kendi yansımasını görmektedir. Wenders göre Travis’in yalnızlığını ile Jane’in yalnızlığı arasında bir fark yoktur. Hatta oğluna az miktarda da olsa para gönderen, en azından duygusal bağı koruyan Jane’in, bu yas sürecinde, korkuları baki olsa bile, daha makul / cesur olduğunu söyleyebiliriz. Oysa Travis duygusal hezeyanları arkasına sinmiştir. Yas’ın sonucu olan kabullenmeden uzaktır.
Wim Wenders filmde bu cesaretsiz iki karakteri unutulmaz bir yüzleşmeye sürükler. Travis Jane’in çalıştığı kulübe gider. Neden kaçtığını açıklamaya çalışır. Ancak Travis tüm bunları anlatırken dahi kaçmaktadır. Sandalyede arkası dönük oturmasının sebebi yüzleşmeden kaçınmasıdır. Oysaki Jane bulunduğu ortamdan onu göremez. Travis ve Jane duygularını dışa vurdukları bu yüzleşme bir terapi seansına dönüşmüştür. Bu terapi seansından anlarız ki yalnızlık ve acı ile harmanlanıp kendine yabancılaşmış Travis ile büyük bir öz yıkım yaşayıp bezmiş Jane’in aşk paydasında buluşabilmeleri artık oldukça zordur. Wenders, aşktan çok kabullenme ve yola devam etmek ile ilgilidir.
İnsanların nutkunun tutulduğu, kelimelerin anlamını yitirdiği anlar vardır. Bu tip durumlarda genelde ne yapacaklarını bilemezler, kilitlenip öylece bakakalırlar. Bu, tam olarak şaşırmaktan da değil, daha çok kendini ifade edememe duygusundan kaynaklanır. Travis’in Jane’i yıllar sonra ilk gördüğü anda konuşamamasının sebebi ile Jane’in Hunter’ı gördüğünde donup kalmasının sebebi, kendini ifade edememelerinden kaynaklanır. Ancak Hunter’ın Jane’e içtenliği sarılması, Travis ve Jane’in suretlerinin aynada birleşmesi gibi Wenders’ın yaptığı basit dokunuşlar; iç içe geçmiş, çözülmesi zor bir düğüme dönüşmüş yas sürecini normalleşmeye çevirme çabalarıdır. Peki, Travis neden gelecek vaat eden bu mutlu aile tablosunu bozar, en azından bir kez daha denemez? Bu izleyicinin beklentileriyle oynamak değildir. Hikayenin sonuçlandığı ana kadar Travis, patolojik olarak sorunlarını aşamadığı ve yüzleşmeyi tam gerçekleştiremediği için bir fedakârlık yapmak zorunda kalır. Her şeyin farkındadır. Gerçekliğin getirdiği sahici bir umutsuzluğa saplanmıştır. Travis için yas süreci devam etmektedir, ne kendisine ne de çevresine güvenmektedir. Kendisinin de ifade ettiği gibi: “Yüksekten değil, düşmekten korkmaktadır.”
Gökhan Gök
cinerutuel.com
Geçmişi Tüketmek: Paris, Texas
Wim Wenders filmde bu cesaretsiz iki karakteri unutulmaz bir yüzleşmeye sürükler ve filmin her dakikasında karakterlerin iç mücadelesine tanıklık ederiz. Wenders’ın basit bir anlatıcıdan çok daha fazlasını amaçladığı aşikardır. Amacı, imkânsız görünen bir uzlaşı ve yabancılaşıp yas sürecine dönüşmüş bir ilişkiyi yepyeni bir düzlemde ele almak ve sözlü ikrarların da yardımıyla geçmişi kapatmaktır. Filmde geçmişini kabullenenin yola devam etmesi gerektiğini savunulmuştur. Geçmişe dönmenin, geleceğe adım atmak kadar acı verici olduğunu farkına varan Wenders, izleyicinin dahi bu sonucu kolay kabul etmeyeceğini bilir…
Deniz Ulu
Der Himmel Über Berlin’den Paris-Texas’a: Kameranın Şairi Wim Wenders
Yol üçlemesinden sonra Wenders filmografisindeki bana göre en değerli iki parçadan biri olan Paris Texas (1984) yalnızlık, sevgi ve kendini arayış hakkında zamansız bir hikayedir. Film, yolunu kaybetmiş bir adamın kendi ayak izlerini takip ederek geçmişine dönüş öyküsünü anlatır. Ana kahraman Travis bir zamanlar evlidir ve küçük bir oğlu vardır. Sonra her şey ters gider, Travis karısı ve çocuğundan uzaklaşır ve akli dengesini yitirip kendini yollara vurur. Film, Travis’in ailesini tekrar bulmasını; kendisi, ayrılığı ve gecen zamanla yüzleşmesini konu alır. Akli dengesini kaybediyor dedik ama aslında Travis deli değil, kendisine yabancılaştığı için uzaklaşır. Yitirmenin yarattığı kederin içinde kaybolur, neşeli evliliğinin alkol bağımlılığı ve kıskançlık krizleri yüzünden son bulması onu umutsuzluğa ve kendi kendisini cezalandırdığı amaçsızlığa sürükler.
...
Travis ve annenin yüzleşmesi ayni zamanda sinema tarihinin en büyük monologlarından birine sahne olur ve dokunaklı bir mizansende gerçekleşir. Annenin bulunmasıyla dağılmış aile portresi bir araya gelmiştir ancak Travis daha önce “deliliğinden” dolayı uzaklaştığı ailesini bu defa fedakârlık yaparak terk edecektir. Buruk bir mutluluk duygusu hakimdir filmin finaline. Anne-oğul kavuşmasını uzaktan izleyen Travis, Arzunun Kanatları’ndaki (yazının ilerleyen bölümlerinde bahsedeceğimiz) koruyucu melek Damiel gibidir; sever, hisseder, önemser, empati kurar ama dokunamaz. O sansa sahip değildir. Travis’e çizilen karakter arketipinin kaderidir bu; kayıp ruhları kurtaran ve bazen onlara aşık olan ancak günün sonunda yalnızlığıyla baş başa kalan masalsı kahramandır bir yerde. Hissedebilir ama yaşamaya hakkı yoktur. Manevi duygular onun dünyasında somut yaşantılara dönüşemez. İşte bu yüzden Travis anne-oğul kavuşmasını sağladıktan sonra kendi yalnızlığında kaybolur.
Mustafa Sayır
bagimsizsinema.com
Samimiyet Peşinde Yorgun Bir Amerikalı
Yine filmin artılarından biri burada inşa edilen aksak dünya hayatı vurgusunun içinin çok katmanlı bir işçilikle doldurulmuş olması. Örneğin “Dünya hayatı neden aldatıcı deneyimlerle doludur?” Film bu soruyu kendisi bir yandan kurup bir yandan cevaplarken aynı zamanda sorunun tam olarak cevaplanamayacağını da ifade ediyor. Travis’in bir anlamda sıfır noktasından medeniyetin sözde en zirvesine Los Angeles’a doğru çıktığı yolculukta karşılaştığı medeniyetin güzelliklerini bir ilaç gibi sunan reklam tabelaları, otoyollar, moteller…
Filmin daha sonraki bölümleri içinse aile hayatı, çocuk sahibi olmak, düzenli bir işinin olması… Şiirsel olarak tasarlanmış görsellik, renklerin kurulması ve ardından yoğun bir şiddetle arzuladığımız tüm bu güzelliklerin bizdeki yaralara merhem olmak yerine onları kaşıyan hatta o yaraların oluşmasına esas sebebiyet veren unsurlar olarak kurulmuş olmaları…
Biz bir güzelliğe doğru gittiğimizi sanırken ortaya öyle bir sonuç çıkarıyoruz ki! Bu sözde güzelliğe doğru yaptığımız tercihlerle ortaya öyle bir medeniyet çıkarıyoruz ki! Bu öyle bir yara ki kendini doğaya vurup sonsuza kadar dolaşabilsen bile iyileşecek gibi değil.
Filme göre Travis’in arayışı içi boş bir arayış daha doğrusu ulaşmayı hayal ettiği hedeflere yönelik hissettiği samimiyet, bir aldanma veya kendisini aldatması sonucu ortaya çıkmış çünkü orta yol aşılmış, ölçü kaybedilmiş, muvazene bozulmuş. Medeniyete ihtiyaç duyuyor ama ona ölçüsüzce saldırıyor, susuzluğunun üzerine buzları yutması gibi. Tabii ki bayılarak da bunun bedelini ödüyor. Aynı şey Travis’in yaşadığı ilişki için de geçerli. Kendinden oldukça genç bir kadınla evlenip onun isteklerine uyum sağlayamadığı için ailesini kaybetmek durumunda kalıyor.
Travis için gamsız denilemez aslında fakat öyle veya böyle çocuğunu bir şekilde yüz üstü bırakmış. Çocuk amcasına baba, yengesine de anne demek zorunda kalmış. Travis’in geri döndüğünde çözmesi gereken problemlerin başında dört senedir görmediği oğlu Hunter ile olan ilişkisi geliyor. Travis, Hunter’a yaklaşmaya çalışsa da onun gönlünü kazanamıyor.
Mustafa Furkan Özren
guncesinema.com
“Filmler birileri onları izleyince var olurlar.”
Pina, Paris Texas, Buena Vista Social Club… Daha saymaya gerek var mı? Ulu Wim Wenders’la yaptığımız bu söyleşide, dönemin politik yapısına, gençlere ve tabii ki sinemaya dair karizmatik ve alabildiğine bilge bir yaratıcının sözleri var. Dikkatli okursanız, tüm bu sözleri filmlerindeki sahnelerden hatırlayacaksınız.
Kötü bir fıkranın ilk cümlesi gibi gelebilir kulağa ama gerçek: Bir İsrailli, bir Brezilyalı, bir İngiliz ve ne idüğü biraz belirsiz bir Türkiyeli (ben), Zürih’in en lüks otellerinden birinde oturmuş Wim Wenders için röportaj sıramızı bekliyorduk. Wenders, 14. Zürih Film Festivali’nin onur konuklarındandı. İsrailli ve Brezilyalı gazeteciler dünyadaki film festivallerinin gediklisi oldukları için Wenders ile neredeyse ahbaplardı – ya da en azından bana öyle anlattılar. Wenders bütün gazetecilere normalden uzun zaman ayırmak istediği ve kalabalık grup röportajları istemediği için bekleyişimiz daha süreceğe benziyordu. Haliyle kaynaşmak kaçınılmazdı. Brezilyalı beş senedir Los Angeles’da yaşıyormuş. İsrailli gazeteci ise bir dönem sık sık İstanbul’a geliyormuş çünkü Türkiyeli bir erkek arkadaşı varmış. Ancak ailesi çocuğun bir erkekle ilişkisi olduğunu öğrenince, çocuğu zorla amca kızıyla evlendirmiş ve o zamandan beri hiç haber almamış çocuktan. İsrailli hikâyeyi üstünden seneler geçmiş olmasının verdiği rahatsız bir rahatlıkla anlatsa da masaya koskoca bir burukluk çöktü hikâyesi bittiğinde. Sonra da o burukluğu bozmak için olsa gerek, gülerek “İstanbul çok değişmiş diyorlar, doğru mu?” dedi.
Öyle yanlış bir yerden girmişti ki konuya, Wenders aramıza katılsa bir şişe de rakımız olsa o masadan ne filmler çıkardı! Ancak ne rakı vardı ortalıkta ne de Wenders’la röportaj sıramın geldiğini belirten bir hareket. Her yabancıyla aynı konuları konuşmanın verdiği sıkkınlıkla “Eh değişti, her yer değişiyor, Brezilya’daki seçimler ne oldu?” diyerek ben de pası Brezilyalı’ya attım ama nafile bir çabaydı, ne yaparsam yapalım politikaya dalmıştık bile. Yeni gelinlerin altın gününde kaynanalarını çekiştirmelerinden hallice, devlet başkanlarımızı çekiştirirken nihayet kapı açıldı; “Heja, Wim seni bekliyor,” dedi çok tatlı bir basın danışmanı.
Kalktığım masadaki ruh hali üstüme yapışmış olacak ki röportajımız da bu konularla başlayıp bu konularla bitti…
ÖNCE DETAYLAR…
Siyah çerçeveli gözlüğünün camları o kadar kalın ki gözleri dev iki balık gözü gibi görünüyor 1945 doğumlu Wenders’ın. Bu da ona daha ulvi bir hava katıyor bence. Zaten ne yaparsa yapsın karizmatik olmaktan kaçamaz gibi. Yaşlı ve iri ellerindeki gümüş yüzükleri, eskimiş hatta eskilikten incelmiş gibi duran ceketinin temizliği ve kırışıksızlığı saçlarının muntazam taranmış duruşuyla çok uyumlu. Sorulara öyle hemen cevap vermiyor, iyice dinliyor ve düşünüyor. Hatta bu boşluklar yüzünden tedirgin olup biraz fazla laf kalabalığı yaptığımı söyleyebilirim. Şimdi bu röportajı çözerken bir kez daha düşünüyorum ama hâlâ karar veremiyorum: Sesinde ve kelimelere yaptığı vurgularda umutsuzluk mu var yoksa yaşını başını almış, artık kendini kanıtlamaya ihtiyacı olmayan bir yaratıcının huzuru mu? Belki de ikisi birden vardır.
Diğer gazetecilerle dünyanın durumunu konuşuyorduk. İsrail, Brezilya, Türkiye, İngiltere… Sizce neler oluyor hepimize böyle?
Ne mi oluyor? İnsanların geçmişe, tarihe dair hiçbir fikirleri yok. Herkes geçmişin çok iyi olduğunu anlatıyor. Ulusalcılığın da çok iyi bir şey olduğunu söylüyorlar. Her şeyden önce Brezilya, önce Amerika, önce İtalya, önce İsrail, önce Türkiye… Herkes aynı tezgâhta. Ama kimse geçmişte bu durumun yani ulusalcılığın insanlığı nerelere sürüklediğini anlatmıyor. İnsanların tarihe dair bir fikirlerinin olmaması gerçek bir felaket bence.
Az önce Brezilyalı gazeteci, Brezilya’daki Alman konsolosluğunun “Nazizm nedir” konulu bir video gösterimi yaptığını çünkü insanların Nazizmi solcu bir görüş sandığını anlattı. Sosyalizm diyerek ortaya çıkmış Nazizm ama orada kalmamış ki… Yani tam da dediğiniz gibi… Tarih bilgisinin yetersizliği…
Evet, bu çok acı. Sadece tarihi öğrenerek hataları görebilir ve bu hataları tekrarlamaktan kaçabilirsiniz. Ama insanlar aynı hataları tekrarlamaya yeminli gibiler.
Peki tüm bunların, dünyayı saran faşizmin uzun vadede sanatı, sinemayı, müziği nasıl etkileyeceğini düşünüyorsunuz? Kriz zamanlarının genelde sanatsal anlamda güzel meyveleri olur ama bu kez sanki korku ve depresyon hâkimiyeti çok fazla.
Karanlık dönemlerde sinemanın her zaman çok önemli bir işlevi olmuştur. Hatta belki de filmler bu yüzden yapılır; bizi içinde olduğumuz delikten çıkarmak için! Hepimiz o duyguyu biliriz; sinemadan, bir filmden çıkarsın ve dünyayı yeni bir çift gözle görmeye başlarsın. O nedenle dünyanın en feci felaketlerinin bir kısmından aşırı iyi filmler çıktı. Ama şu anda sinema bize yardım edemez. Yine de aslında Amerika’da oldukça başarılı politik filmler yapılıyor. Türkiye’yi bilmiyorum. Türkiye sinemasında yakın zamanda neler olduğunu pek bilmiyorum. İşinizin daha zor olduğunu tahmin ediyorum. Türkiye’deki sinemacıların seslerini daha çok duyurması gerekli. Gerçi bunları yazabilir misin, onu bile bilmiyorum…
Eski filmlerinizi onardınız, dijitalleştirdiniz. Bunu yaparken “keşke farklı yapsaydım” dediğiniz oldu mu?
Hepimiz her zaman geçmiş işlerimizin bazısı için bunu söylemiyor muyuz? Benim durumum biraz farklı çünkü o filmler artık bana ait değil. Bir vakıf kurdum biliyorsun. Vakıf temel olarak halka ait bir kurumdur. Yani filmlerim de halka ait. O nedenle onlar hakkında konuşmak benim vazifem değil artık. Bu da iyi hissettiriyor çünkü bu filmlerin hepsi insanlar için, halk için yapıldı. Belli bir yaşa geldim ve bunu şimdi net görebiliyorum: Filmler bir kişi onları yaptığı ve sahip olduğu için var olmazlar. Bir DVD’de ya da ekranda bulununca da var olmazlar. Filmler sadece birileri onları izleyince, kullanınca var olurlar.
KUTSAL İNEK: EKONOMİ
Son filminiz Pope çok tartışıldı. Hatta bazı sahnelerinin değişeceği söyleniyordu…
Hayır, asla! Tek sahnesine bile dokunmam. Mümkün olduğunca çok yerde gösterilmesini istiyorum çünkü bu film sadece Hristiyanlar ya da Katolikler için değil. Herkes için. Üstelik Papa’nın en yakın arkadaşı, Beunes Aires’de bir haham. Yani kim bu filmin sadece tek bir dinin mensuplarına göre olduğunu söyleyebilir ki?
Aslında filmden ziyade Papa’nın kendisi çok eleştirildiği için film de bu kadar tartışıldı sanırım…
Papa’nın sözleri cımbızlanarak yanlış yansıtıldı. Hem de fena şekilde. Kendi kilisesindeki sağcı ve mutaassıp kesim tarafından çok acımasızca eleştirildi. Ama Papa kilisede şeffaf bir politikanın olması için savaş veriyor. Tüketim toplumunun alışkanlıklarına ve liberalizme karşı duruyor. Bunlara karşı çok temel birtakım etik değerleri savunuyor. Fransız Devrimi sırasında bu değerler oldukça iyi bir şekilde belirtilmiş ve kurulmuşlardı. Özgürlük, bağımsızlık, eşitlik gibi temel değerler bunlar. Oldukça cesur bir şekilde savaş veriyor. Tabii ki bu savaşı Tanrı inancıyla veriyor; kardeşliği, birliği ve eşitliği savunuyor. Politikacılar birliği unutmuş durumdalar. Hangi dinden ya da ülkeden olurlarsa olsunlar birlik ve eşitlik karşıtı düşünceleri savunuyorlar. Bütün ülke liderlerine karşın sadece ve sadece Papa çıkıp birlik olmaktan bahsediyor. İsviçre’de, İngiltere’de, Amerika’da, Fransa’da, Brezilya’da, Rusya’da aklına gelen her yerde “kutsal inek” ekonomik büyüme. Tüm politikacılar tüketimin ve ekonomik büyümenin artmasının faydalarını anlatıyor. Sadece Papa çıkıp açık açık “Büyümeyi değil; dünyada daha fazla insanın dünyanın zenginliklerinden faydalanmasını geliştirelim” diyor. Çünkü dünyanın zenginliklerinden faydalanamayan milyonlarca insan var. Bu kadar açık konuştuğu ve haklı olduğu için de çok fazla düşmanı var.
Bu konuda aslında oldukça sağlam açıklamaları var ama zaten bilinip göz ardı edilen şeyler değil mi hepsi?
Evet. Dünyanın gidişatından, küresel ısınma ve tüketim alışkanlıklarımızın zararlarından en çok fakir insanların etkilendiğini bilimsel olarak da kanıtladı. Her şeyden önce bu dünyayı kendi ellerimizle katlediyoruz bu bir ve ikincisi de bu katliamdan en çok en fakir olanlar zarar görüyor. Bunu bağıra bağıra söyleyen başka kimse de olmadı.
Belki de California’daki yangınlarda yaşandığı gibi zenginler de küresel ısınmanın ve diğer durumların sonuçlarından zarar görmeye başlayınca uyanacaktır insanlar.
Evet o yangınlarda bir kere de olsa zenginler de acı çekti ama sonunda hepimiz, her birimiz acı çekeceğiz. Bu gidişatın sonuçları hepimizi etkileyecek, payımıza düşeni alacağız, acıyı paylaşacağız. Oysa insanlar paylaşmayı unuttu.
Öte yandan günümüz gençleri geçmiş jenerasyonların hepsinden daha fazla bilinçli ve farkındalık sahibi. Ellerini taşın altına koyan, koymaya hazır bireyler. Bu size umut vermiyor mu?
İnanılmaz gençler görüyorum. Ekoloji için, eşitlik için savaşan bilinçli gençler hatta çocuklar var. Koca bir jenerasyonun kadınların hakları için mücadele ettiğini görüyorum. Gelmiş geçmiş en büyük hareketlerden biri bu. Yaşı daha büyük kadınlar tarafından da destekleniyor ama gençler öncü oldu. Tüm bu hareketler bana çok umut veriyor. Daha 10-12 yaşında olup gerçekten bilinçli olan çocuklara güveniyorum.
Bu çocuklar sizin yeni izleyicileriniz aslında. Onları diğer nesillerden farklı kılan bir başka şey de her konuda acımasızca yorum yapabilmeleri, ellerindeki telefonlarla film çekebilmeleri ve her konuda kritik yapma hakkını kendilerinde görmeleri… İzleyicideki bu değişim sizi ve sinemayı nasıl etkiliyor?
Sosyal medyanın en harika yönü bilgiye ulaşmayı kolaylaştırması. O kadar da harika olmayan yönü ise insanları izole etmesi, birbirinden uzaklaştırması. Çoğu insan artık birçok şeyi birebir tecrübe etmektense ekranda izlemeyi tercih ediyor… Ben yakınlıktan, insanlarla bir arada olmaktan yanayım.
Bu yüzden mi Twitter ya da Facebook kullanmıyorsunuz?
Neden kullanayım? Ben film yapıyorum. İnsanlara dokunmayı seviyorum. Yakınlığı seviyorum. Gözünün içine bakmayı tercih ediyorum. Filmler sinemada insanları bir araya getiriyor. Festivaller de bu yüzden güzel.