Artık senden hoşlanmıyorum!

The Banshees of Inisherin (2022) detaylı film inceleme


İrlandalı oyun yazarı Martin Mcdonagh’nın sinemaya adım attığı ilk uzun metraj filmi 2008 yapımı In Bruges, izleyici tarafından çok sevilmişti. Filmin tekniği, görselliği hatta müzikleri de beğenildi ama zekice yazılmış senaryosu, orijinal karakterler ve onların keyifli diyalogları daha çok konuşuldu. Bu filmle bir araya gelen İrlanda asıllı aktörler Colin Farrell ve Brendan Gleeson iyi bir ikili oldu. Yönetmen de ikiliyle çalışmayı çok sevmiş olacak ki dördüncü filmi “Banshees of Inisherin”de 14 yıl sonra yine bir araya geldiler.

Yıllardır her gün görüştüğünüz, beraber içmeye gittiğiniz, uzun sohbetler ettiğiniz hatta çevrenizin de sizi bir arada göremeyince şaşırdığı “en iyi” arkadaşınız bir gün kalkıp artık kendisiyle konuşmamanızı söyleseydi ne yapardınız? Üstelik yaşadığınız yerin İrlanda’da ana karaya yakın, küçük, izole bir ada olduğunu, adada yaşayan çok az insanın da kendi işleriyle meşgul, dedikodudan başka eğlencesi olmayan, arkadaş alternatifi olamayacak kişiler olduğunu hayal edin. Arkadaşınız, isteğini her ne kadar kendince makul sebeplere dayandırabilse de yıllardır süregelen bir ilişkinin hiç tartışma ya da anlaşmazlık olmadan bir günde birdenbire sonlandırılması, pratikte çok da mümkün olmayabilir. Özellikle arkadaşlığı bitiren taraf amacını gerçekleştirmek için kendine zarar verecek kadar ileri giderse bu iş çok kötü sonuçlanabilir.

İrlandalı oyun yazarı Martin Mcdonagh’nın sinemaya adım attığı ilk uzun metraj filmi 2008 yapımı In Bruges, izleyici tarafından çok sevilmişti. Filmin tekniği, görselliği hatta müzikleri de beğenildi ama zekice yazılmış senaryosu, orijinal karakterler ve onların keyifli diyalogları daha çok konuşuldu. Bu filmle bir araya gelen İrlanda asıllı aktörler Colin Farrell ve Brendan Gleeson iyi bir ikili oldu. Yönetmen de ikiliyle çalışmayı çok sevmiş olacak ki dördüncü filmi “Banshees of Inisherin”de 14 yıl sonra yine bir araya geldiler.

2020 yılında tüm dünyayı saran Covid salgını sırasında eve kapanan ve bunun getirdiği bunalımla beraber varoluşsal sorulara cevap arayan pek çok insan gibi Mcdonagh da bu süreci yeni bir şeyler üreterek geçirmiş ve filmin senaryosu bu şekilde ortaya çıkmış. Sahip olduğu zamanı boşa geçirmiş olmak, bunu fark ettikten sonra hayata nasıl devam edeceğine karar vermek ve ilerlemek düşünceleri, filmdeki karakterlerden biri olan Colm’ün hissettiklerini yansıtıyor. Karantina süreci de olayların yalıtılmış bir adada geçmesi fikrini doğurmuş. Çevremizdeki dünya büyük ölçekte bir felaketle savaşırken hepimiz kendi kişisel meselelerimizle de uğraştık. Aynı şekilde filmde de adanın dışındaki ana karada iç savaş devam ederken, ada sakinleri bu kargaşadan yalıtılmış bir ortamda kendi meselelerine odaklanıyor.

Filmin çekimlerine Ağustos 2021’de İrlanda’nın batı kıyısında bulunan Galway Körfezinde’ki Inishmore Adası’nda başlanmış. İki ay sonra yani 23 Ekim 2021’de çekimlerin tamamlandığı duyurulmuş. Film çekiminin yaza denk gelmesi çoğunlukla yağmur ve gri gökyüzüyle donuk renkleri yansıtan İrlanda’yı yazın daha canlı renklerle görmemizi sağlamış.

Banshees of Inisherin ismini, aslında oyun yazarı olan yönetmen McDonagh’ın Aran Adaları üçlemesinin The Cripple of Inishmaan (1997) ve The Lieutenant of Inishmore’dan (2006) sonraki yayınlanmamış üçüncü oyunundan alıyor. “Inisherin” yönetmenin kurgusal dünyasında var olan adalardan biri, “Banshee” ise İrlanda kültüründe çığlıkları ve ağlamaları bir ölümün habercisi olarak kabul edilen dişi ruhlara verilen isim. İnanışa göre gece bir Banshee’nin ağlamasını duyan bir kişi yakında ailesinden birini kaybeder. Filmde bir Banshee’ye en yakın olan karakter Bayan Mccormik. Çoğu ada sakininin bir “cadı” olarak tanımladığı Mccormik, istenmediği zamanlarda ortaya çıkan ürkütücü bir tip ve gelecekteki ölümlerden bahsediyor.

Film 1923 yılında, iç savaşın sonlarına yaklaşmış olan İrlanda’nın batı kıyısındaki kurgusal İnisherin Adası’nda geçiyor. Padraic ve Colm, adadaki meyhanede içki içmek için her gün buluşan çok iyi iki yakın arkadaş. Ancak bir gün Colm içki içmeye gelmiyor. Padraic neyin yanlış olduğunu bulmaya çalışırken Colm artık onunla konuşmak istemediğini söylüyor. Padraic, açıklanamaz bir şekilde kopan dostluklarını yeniden kurmaya çalıştıkça, Colm daha da kararlı bir hale geliyor.

Başlangıçta Colm’un bu kararı, mantıklı bir temeli veya açık bir nedeni olmadığı için sapkın bir şekilde aptalca görünüyor. Padraic bariz bir şekilde nispeten sıkıcı bir insan: yerel bir süt çiftçisi, kız kardeşiyle birlikte yaşıyor ve bir minyatür eşeğe takıntılı. Ancak Colm’un bunları fark etmek için çok uzun zamanı varken birdenbire bir günde bu kararı vermiş olması herkeste merak uyandırıyor.

Padriac’ın ada sakinlerinden farklı bir kafada olan kitap kurdu kız kardeşi Siobhan, boşluğa düşen çaresiz kardeşine yardımcı olmaya çalışıyor. Colm’a giderek onunla konuştuğunda Colm; öldükten sonra hatırlanmak istediğini, artık hayatını bir şeyler üretmekle geçireceğini, kemanıyla yeni bir beste yapabilmek için zamana ihtiyacı olduğunu ve bu kıymetli zamanı Padraic’in boş muhabbetleriyle harcamak istemediğini söylüyor.

Colm amacına ulaşma konusunda o kadar ciddi ki, durumu düzeltmek için sürekli peşinden koşturan Padraic’e son bir uyarı yapıyor. Bundan sonra yanına gelip konuşmaya çalışırsa keman çaldığı elindeki bir parmağı keseceğini söylüyor. Bu olay ikinci kez olursa bu sefer dört parmağını kesecek ve artık keman çalamayacak.

Padraic saflığından ya da arkadaşının kendisine bu denli büyük bir zarar vereceğine inanmadığı için Colm’la iletişim kurma çalışmalarına devam ediyor ama çabaları işe yaramadığı gibi Colm da sözünü tutuyor ve dediğini yapıyor.

Bu arada adada arkadaş olma ihtimali olan insan sayısı o kadar az ki, Padraic köyün polis şefinin yarım akıllı oğlu Dominic ile takılmaya başlıyor. Dominic başta babasından gördüğü şiddet ve tacizin yanı sıra köy ahalisi tarafından da dışlanmış birisi. O da çok yalnız ve mutsuz. Hatta Padraic’in kız kardeşi Siobhan’a karşı platonik bir aşk besliyor ama karşılığını alamıyor.

Siobhan sadece Dominic değil tüm adadan uzak olmak ve başka bir hayat yaşamak istiyor çünkü adadaki yaşam O’nu tatmin etmiyor. Uzun zamandır orayı terk etme kararını erkek kardeşi Padraic yüzünden ertelediğini, söylemese de anlıyoruz. Ancak ilerleyen zamanda şehirdeki bir kütüphaneye yaptığı iş başvurusuna olumlu cevap aldığına tanık oluyoruz. Kardeşini de adayı terk etmek için ikna etmeye çalışıyor ama Padraic’in Colm konusundaki takıntılı inadını kıramıyor ve artık O’nu da kaderiyle baş başa bırakmak zorunda kalıyor.

Önce kız kardeşinden ayrılmak zorunda kalan sonra da Colm’un kesik parmakları yüzünden boğularak ölen evcil eşeğine veda eden Padraic de büyük bir farkındalık ve değişim yaşıyor ve Colm ile ödeşmeye karar veriyor.

Filmin başında çok saf ve kendini çok “iyi” bir insan olarak tanımlayan Padraic, hikâye ilerledikçe amaçları uğruna insanlara kolayca yalan söyleyebilen, sevdiği birinin de olsa eşyalarına zarar vermekten çekinmeyen “kötü” bir adama dönüşüyor. İntikam ve ödeşme duygularıyla hareket ediyor ve bu uğurda gözü hiçbir şey görmüyor. Yine filmin başında çok sert ve acımasız bir şekilde arkadaşına “senden artık hoşlanmıyorum” diyerek bir anda ilişkisini bitiren Colm ise film ilerledikçe kendini daha rahat ifade ediyor, bazen kendisine hak verdiğimiz de oluyor. Padriac ile ilişkisini sürdürmek istemese de mecburen iletişime geçtiği bazı zamanlarda arkadaşına karşı hala sevgi ve merhamet hissettiğini görebiliyoruz. Günün sonunda doğruları ve yanlışları, hataları ve sevaplarıyla iki İrlanda ada köylüsünün hikayesini eşsiz görüntüler ve komik diyaloglar ile izliyor, iki taraf ile de zaman zaman empati yapıyoruz.

Ayrıca iki yan karakter de özellikle dikkat çekiyor. İlki Padraic’in yerel halk tarafından evde kalmış ukala bir kız kurusu gözüyle baktığı kız kardeşi Siobhan. Tam bir kitap kurdu olan Siobhan, Colm’un altmışlarında ulaştığı farkındalığı daha erken bir yaşta yaşayarak kendini adadaki sıkıcı yaşamdan kurtarmayı başarıyor. Dikkatimizi çeken ikinci yan karakter ise adadaki en yalnız ve mutsuz kişi olabilecek Dominic. Sıkıcı hayatına giren beklenmedik arkadaşı Padraic’in çıkarları uğruna yalan söylediğini öğrendiğinde umursamayacağını zannediyoruz, ne de olsa başka arkadaşı yok. Ancak Dominic çok dik bir duruş sergiliyor ve tek arkadaşını kaybetmesine sebep olacağını bile bile O’na atar yaparak gemileri yakıyor.

Yeri gelmişken bahsettiğimiz karakterlerin her birini canlandıran oyuncular performansları ile göz dolduruyor. Başrolleri canlandıran Colin Farrell ve Brendan Gleeson rollerini adeta yaşıyor. Kız kardeş Siobhan delilerle dolu adadaki neredeyse tek akıllı insanı canlandırırken harika bir iş çıkarıyor. İrlanda’nın yükselen genç yıldızı Barry Keoghan da talihsiz Dominic rolüne derinlik katıyor.

Gerçek hayatta da filmin geçtiği 1923 yılının son aylarında İrlanda’da yaşanan iç savaş aynı iki arkadaşın çatışması gibiydi. Bir yıl önce İngilizlere karşı savaşta bir araya gelip bir bütün olan İrlanda halkı, savaş sonrasında kendi içine dönmüş, bu sefer de nedensiz yere kendi kardeşlerini, arkadaşlarını ve komşularını öldürür hale gelmişti. Filmdeki iki arkadaşın bir anlaşmaya varamadan giderek şiddeti artan inat ve çekişmeleri sonunda kendilerinin zarar görmesi gibi İrlanda halkı da böyle kayıplar yaşadı. Bu bağlamda filmin hikayesini bir İrlanda alegorisi olarak niteleyebiliriz.

Kimilerini gülmekten kırıp geçiren, kimilerine göre ise ciddi bir kurgusu olan 2022 yapımı film, 80.Altın Küre Ödülleri’nde “Müzikal veya Komedi Dalında En İyi Film” ödülünü aldı. Oscar Ödülleri için de en büyük adaylardan biri olarak görülüyor.

bidunyafilm.com

*****

Arkadaşlık, bazen büyük bir aşk gibi ilerler. Bir taraf bu arkadaşlığa saplantılı bir şekilde bağlı olabilir ya da bir taraf için hayatını idame ettirme noktasında oldukça önemlidir. Ancak, bu arkadaşlık ufak bir nedenden ötürü, bazen de hiç nedensiz bir şekilde bozulabilir. Bir taraf artık bu arkadaşlığın yetersiz olduğunu düşünebilir ve “ayrılığı” seçebilir. Tıpkı, tutkulu bir aşk serüveninde olduğu gibi bir taraf kaçan tarafı oynarken, diğer taraf takıntılı bir biçimde bu ilişkiye tutunmaya çalışabilir ki filmin çıkış noktası da tam olarak bu. Müzisyen olan, kendini daha çok geliştirdiği gözlemlenen Colm, bir gün kırılgan ve “sıkıcı” Padraic’ten uzaklaşmaya başlar ve arkadaşlıklarını sonlandırmak istediğini söyler. Çünkü, artık değiştiğini düşünmektedir, daha doğrusu değişmek istediğini bu şekilde kendine anlatmak istemektedir. Bu değişim ve farklılıklar filmin arka planında yer alan iç savaş atmosferinde peliküle yansır. Padraic ve Colm, iç savaşı, yani düşman kardeşleri temsil eder ve farklı iki dostun savaşı, ülkeler üzerinden metaforik bir şekilde arka plana yansır. Colm ve Padraic de bir nevi iç savaşa sürüklenirler ve bozulan dostluk yavaş yavaş bir savaşa ve mücadeleye dönüşür. Hem de şiddet dozu giderek artma eğilimi gösteren bir mücadeleye..

Beyazperde

*****

Film boyunca ana karadaki İrlanda İç Savaşının seslerini duyuyoruz. Inisherin’den bile gözle görülebilen, kulakla işitilebilen bir savaş devam ediyor İrlanda’da. Bombalar patlıyor, ortalık birbirine giriyor. Ama savaşın, gürültü patırtının bu kadar yakınındaki bu adanın gündemi farklı. Adalılar her yerde ana karadan başka bir hayat yaşar zaten. Coğrafî yakınlığa rağmen o kadar başka ki hayat bu adada, savaşan tarafları birbirine karıştırıyorlar: “Serbest İrlandacılar birkaç IRA’lıyı idam ediyor. Tam tersi miydi yoksa?”

Güzin Sarıoğlu

*****

Hayatın Eşiğinden Aşağı Bakmak: “The Banshees of Inisherin”

Martin McDonagh'ın Colin Farrell ve Brendan Gleeson'u başrollerde buluşturduğu, iki yakın arkadaşın arkadaşlığını bir anda bitirmeye karar vermesiyle gelişen olayları konu alan filmi The Banshees of Inisherin üzerine bir yazı.

Susan Sontag, Başkalarının Acısına Bakmak kitabında “Savaş, iç deşer; savaş, bağırsakları boşaltır. Savaş, teni yakıp kavurur. Savaş, organları bedenden koparır. Savaş, yıkıp yok eder. Ve savaş, insan türünün doğasından gelir.” cümleleriyle savaşın insan hayatında sebep olabileceği yıkımı tarif eder. Belli bir mesafeden savaşın sildiği izlere bakmak, insanı kendi hayatına daha derinden bakmaya zorlar. Elimizden kayıp gidebilecek olanın idraki ve başkalarının yitirdikleri üzerinden elimizde olana şükretmenin iki yüzlülüğü… Ölüme bakmak bizi hayatın eşiğine biraz daha yakınlaştırır. Oradan aşağıya baktığımızda içine düşebileceğimiz ve düşmeye mahkûm olduğumuz sonu görürüz. O sonu gördüğümüzde de aslında eşikteki hâlimize bir bakış daha atma fırsatı doğar. Kendini yoklamanın öylesi böylesi olmaz ama kendine bakmaktan başka çare bulamayacağın zamanlar vardır.

​Kendini bir eşikte hissetmek zamanın ritmini değiştirir. Çabucak elimizden kayıp gider her şey ya da her şeyin elimizden kayıp gideceği hissiyle kendimizi sakınırız. Her yerde olamazmışız, her şeye yetişemezmişiz gibi hissederiz. Yaptıklarımız, yapabildiklerimiz, elimizden kaçırdıklarımız yakamıza yapışır. Hayatın eşiğine gelmek, bize verilen yaşamın sonunu görmemiz ve çizilen sınırlarımızın farkına varmamız için bir kapı aralar. İçinden geçip gittiğimiz bu hayatla ilgili bildiğimiz yegâne şey onun bir sona mahkûm olduğu. Zamanın akışında sona doğru savrulurken hayat çizgisi üzerinde kendimizce fark yaratmak ve iz bırakmak isteriz. Onca belirsizlik arasında bildiğimiz sonun karşısında dimdik durabilecek, onun geçip gidiciliğine meydan okuyacak bir uğraşıyı yaşamamıza katmak için debelenip dururuz. Her yerden uzak, sınırları toplumsal olanın gerçekliğiyle çizilmiş zaman ve mekânın içerisinde kendimizi bir şeylere bağlı, bazı ilişkilere bağımlı hissederiz. Birbirine bağımlı hâle gelen iki insanın birbirinden uzaklaşma hâlini anlatan bir filmden, The Banshees of Inisherin’dan bahsetmek istiyorum.

Yüreğimizi Yakarken Sırtımızı Sıvazlamayı İhmal Etmeyen Bir Film

The Banshees of Inisherin, İrlandalı yönetmen Martin McDonagh tarafından yazılan ve yönetilen, iki dosttan birinin arkadaşlıklarını aniden nedensiz şekilde bitirmesinden sonra olanları konu alan film. McDonagh'ın ilk yönetmenlik denemesi olan In Bruges filminde birlikte çalışmış olan Colin Farrell ve Brendan Gleeson'u yeniden bir araya getiriyor. İrlanda İç Savaşı'nın sonlarına yaklaşılan yıllarda, kurgusal Inisherin adasında yaşayan müzisyen Colm Doherty, en iyi arkadaşı Pádraic Súilleabháin'ı birdenbire görmezden gelmeye başlar. Hayatının geri kalanını müzik besteleyerek ve hatırlanacak şeyler yaparak geçirmek isteyen Colm, adalılar tarafından sevilen, iyi niyetli Pádraic'i sıkıcı bulmaktadır. Pádraic reddedilmekten giderek daha fazla rahatsız olurken, Colm eski arkadaşının onunla konuşma girişimlerine karşı daha kararlı görünmek için, Colm sonunda Pádraic'e, ne zaman onu rahatsız etse veya onunla konuşmaya çalışsa, parmaklarından birini keseceğini söyler.

İki yakın arkadaşın dostluklarını sonlandırması gibi basit görünen bir durum, ikilinin yaşadığı kasabayı bekleyen savaş tehdidinin de varlığıyla tüm kasabayı derin etkiler. Aynı anda hem sert hem trajik hem de dokunaklı olan film, iki insanın hayatlarından koparken ne kadar acımasızca birbirlerinin alanına saldırabileceklerini, savaş alegorisi altında derinlikli olarak işler. Bir yanda savaşın ve ölümün tehdidi altında henüz bu hayattan geçip gitmeden hatırlanacak bir şeyler bırakmak isteyen Colm, diğer yanda sadece yaşamanın ve nefes alıyor olmanın konforuna sığınan, kendilerini bekleyen son karşısında Herman Melville’in Katip Bartleby karakteri gibi “yapmamayı tercih ederim” diyen Pádraic… Birbirine hem yakın hem de çok uzak resmedilen iki karakter, insan ruhunun hayata karşı aldığı tutumların içte ve dışta, yaratılan ve yaşanılan çatışmaların tezahürü olarak filmin içinde yer alırlar. Doğasından gelen müzik yeteneğiyle bir eser yaratmak isteyen Colm ve doğasından gelen kibarlığı yaşatmaya devam ederek hayatta iz bırakmayı tercih eden Pádraic’in birbirlerine yakınlaşmaya ve birbirlerinden uzaklaşmaya çalışırken yaşadıkları çatışma filmin temposunu, çarpıcılığını ve vuruculuğunu her daim diri tutuyor. Martin McDonagh’ın senaryosu ve rejisi, savaşın gölgesi altında bir dostluğun anatomisini çizmeye çalışırken insan ruhunun atomlarını parçalarına ayırıyor.

​The Banshees of Inisherin, sebepsiz yere gerçekleşen beklemelerin, küsmelerin, barışmaların, gülüşmelerin, sessizliklerin filmi. Zamana yenik düşme belasından korkan, kaçınılmaz olanı ertelerken kendini oyalamanın endişesinden kurtulmaya çalışan insanlar... Toplumsal tarihin ve gerçekliğin, yaşanılan coğrafyanın insan üzerinde bıraktığı hissizlikten kurtulmak için hayat rutinini sorgulayan karakterler. Ve bir yandan da hiç değişmeyen duyguların savunucusu olanlar. Herkesin kendince zamanın uçuculuğundan kurtulmaya çalışma yolları. Bir arada yaşayıp gidenlerin insani dürtü ve içgüdülerinin çatışması... Tüm bunların toplamı ve nefis ritimli diyalogları sayesinde The Banshees of Inisherin, ilaç gibi geldi. Arkaya yaslanıp olan biteni izlerken, büyüleyici bir şey izlediğinin lezzetini hissettiren bir film. Yüreğimizi yakarken sırtımızı sıvazlamayı ihmal etmeyen ve yanımızda durmaktan gocunmayan filmler vardır. The Banshees of Inisherin tam olarak böyle bir film. Tek kelimeyle anlatmam gerekirse “nefis”. Birden çok kelimeyle cümle kurmak istersem “bıraktığı etkiyle bir süre yaşanacak ender bulunan filmlerden.”

Hayatın Sonuna Hep Yalnız Gidilir

Hayat; tavır almak, bu tavrın arkasında cesaretle durabilmekle katlanır ve üstesinden gelinebilir hâle gelir. Kimi Colm gibi peşini bırakmayarak, sürekli arayarak kimi Pádraic gibi hiçbir şey yapmamayı tercih ederek, elinde olanın kıymetine sahip çıkarak bu tavrı gösterir. Fakat sınırlı bir alanda ve imkânda herkes herkesle yaptığını yarıştırır. Hikâyelerimizin nefes alıp verdiği yerleri ayaklarımızı aynı yere sürterek ortak bir alan hâline getiririz. Kendisiyle yalnız kalmayı beceremeyen yalnızım diye düşünmeye cüret edemez. Hayatın sonuna hep yalnız gidilir. Yalnız ölmemek için yanında götürecek bir şey aramak, anılacak bir şey bırakmak bizi kalabalık kılar. Herkes kendini bir şey değilmiş ya da bir şeymiş gibi göstermeye çalışıyor. Her günü yarını olmayan bir gün gibi yaşadığında kaç yarının kaldığını tahmin edemezsin. Böyle olunca da hiçbir şey yapmazsın. Varlığımızdaki boşluk giderek büyür hâle gelir. 

Yaşam tuhaf. Amaçsız geldiğimiz şu hayatta tek amacımız hayatta kalma becerisine erişmek hâline dönüşür. Başkalarının varlığı kendimizi bu hayatın parçası hissetmemize yardım eder. Kaçınılmaz olan sonun gelmesini oturup beklemektense ona kendince yön vermek için bir yol imkânı yaratmak isteriz. Böyle yaparak sadece kendine değil, etrafındakilere de bir kapı aralamış olursun. Bir anlam yaratmaya çalışırken karşımızdaki ve iletişim kurduğumuz kişinin, nesnenin, oluşumun varlığına muhtacızdır. Kimse kimsenin beklentisine uymasa da herkes kendince bir iz yaratmanın peşinde. Hayat bir meydan okuma. Sınırlarımıza ve sınırlarımızı oluşturan şeylere karşı meydan okumak. Bu meydan okuma sırasında müzik siniyor içimize, başkalarının hikâyeleri canlanıyor zihnimizde, resimler şekilleniyor gözlerimizin önünde, şiirler sızıyor hayatlarımıza, başkalarının yaşadıkları kazınıyor bedenlerimize… 

​Ve en nihayetinde zamanın kabul ettiği, hayatın bir parçası olduğumuzu hissettiğimiz yaşamak hevesi düşüyor içimize… Zamanın bir yerinde döne döne etrafımıza baktığımız, birbirine nefes olmaya çalışanların gözlerinin içini görmeye çalıştığımız, yitip gidenleri hem aklımıza hem de bedenimize kazımak istediğimiz her şey geleceğin ve mümkün olanın simgesi gibi… Yani yaşamak, birlikte olmak ve dayanışmak hâli. Ve bu dayanışma hâlinin üzerine düşen gölgeleri, umut etmenin verdiği ışıktan bir hesap sorma gücü devşirerek yok edebiliriz. Tıpkı içinden geçtiğimiz günlerde yaptığımız gibi. Çünkü yaşamak, hayatın eşiğinden aşağıya bakmak ve devam edebilmenin gerçekten büyük bir çaba olduğunu anlamak!

Enes Kudu

*****

The Banshees of Inisherin: Vedalar, nezaket ve ölüm perileri

Tipik bir taşra sıkıntısı hikâyesi değil bu. Piyes havası başından sonuna hissedilse de, asla rahatsız etmediği gibi, filmin teatral yanı tuhaf bir şekilde hikâyeyi daha gerçekçi kılıyor. Geniş planlar ve dar mekânların zıtlığı, ışık ve gölge kullanımı tadına doyulmaz bir seyir hazzı verirken, mikro ilişkiler üzerinden evrensel bir temsil sunması, çoklu okumaya açık anlatımı, yalın ve çift anlamlı diyaloglarla güçlü bir alt metne sahip olması zamansız bir başyapıta dönüştürüyor. Küçük bir kasabada koca dünyayı, iki arkadaşın ilişkisinde insanlığın evrensel hâlini anlatan, genişlik ve sıkışmışlığı, ferahlık ve huzursuzluğu aynı anda hissettiren, sadeliğinde ihtişam, humour'unda hüzün bulunan çok katmanlı bir yapıt olarak hem görsel hem duygusal hafızada yerini daima koruyacak sanatsal güce sahip.
...
Aristoteles arkadaşlık için "o philoi, oudeis philos", yani "O my friends, there is no friend", yani "Arkadaşlarım, hiç arkadaş yok" der. Bu ifade, Colm'un Padraic'e rağmen arkadaşsızlığını, onulmaz yalnızlığını, kasabanın sınırlarını aşamayan yeteneğinin kaderinde bir dönüm noktası yaratamamasının o çok derinlerinde bir yerde, kimseye gösteremediği gücenikliğini özetler adeta. Hayatının boşa geçmesinin öfkesini Padraic'e fatura etmiştir aslında. Colm'un seçilmiş yalnızlığı ile Padraic'in itilmiş yalnızlığı birbiriyle çatışır. Colm'un selamı sabahı kesecek kadar konuşmama sınırı koymasına anlam veremeyen Padraic ise sürekli şansını dener. Başlarda bu zamansız terk edilişin sebebini öğrenme amacıyla karşısına çıkıp durduğu Colm'la çeşitli bahanelerle iletişim kurar. Yıllara dayanan sıkı fıkı dostluğun insaniyetten uzak bir tavırla bitmesini hazmedemez, ayrıca ona göre bağı tamamen koparacak kadar büyük bir sebep de yoktur ortada. Sahi en başından beri anlamlı mıdır bu bağ? Hayatı daha derin bir duyuşla kavrayan Colm, Padraic'le kafa dengi olduklarından değil de zoraki koşullar gereği mi sürdürmüştür arkadaşlığını? Bıçak gibi kesmekte beis görmemiştir. Son derece nazik Padraic için bu veda nezaketten çok uzaktır haliyle. Padraic iyi ve nazik kalmayı seçen taraftır. Belki hayatta kendine ait tek seçimi de budur. Kızkardeşi Shobnan'ın dediği gibi Colm da dahil tüm kasaba sıkıcıdır aslında, eşeğinin pisliğini iki saat boyunca konuşmaktan zevk alan Padraic değil sadece.

Colm'un mesafe koyduğu sadece Padraic değildir aslında. Müzik yeteneğinin kasabanın sınırlarını aşacak kadar ahım şahım olmadığını anlamanın küskünlüğüdür biraz da. Padraic'i biraz da bu yüzden tehdit eder. Bir daha karşısına çıkarsa parmaklarını tek tek keseceğini söyler ve dediğini de yapar. Hatta kestiği kanlı parmağı Padraic'in kapısına fırlatır. Sözünde durduğunu gösterir böylece. Zira şakası yoktur. Bir dahaki sefere birden fazla parmağını kesecektir üstelik. Gençlik hayallerinden vazgeçmenin, yeteneğini geliştirme olanağı bulamadığı kasabaya küsmenin, hatta becerisinin sınırlarıyla yüzleşmenin, hiçbir zaman Beethoven olamayacağını anlamanın, tam da bu yüzden keman tellerine basmaktan vazgeçtiğinin de göstergesidir bu. Padraic'in minyatür eşeği Jenny'nin Colm'un parmakları yiyerek ölmesi de çarpıcı bir alegoridir. İnsanoğlunun kendinden başkasını düşünmeden yapıp ettiklerinin başka türlerin yaşamını tehlikeye attığını gösterir.
Colm'un mecburen, Padraic'in ise tercihen adada kalmasına karşın Siobhan'ın gidebilme cesareti göstermesi, ardında bıraktıklarıyla vedalaşabilmesi, korkmadan kendine ait yeni bir yaşam kurabilme iradesi filmin hoşuma giden bir başka yan hikâyesi. Bağımsızlığını kazanmaya çalışan İrlanda gibi, Shibnon da kendi kaderini tayin etmek ister. İş teklifini kabul ederek doğduğu topraklara veda eder. Kendi yoluna gitme kararlılığı gösteren tek karakterdir filmde.

Dominic'in aşk itirafındaki zarafet ve gururda kalpleri yumuşatan bir naiflik, özlemi çekilen bir insanilik, sevgi açlığının çekingenliği vardır. Polis babasının rutin halini alan şiddeti de eklenince dünyada kendine bir yer kalmadığını düşünür. Onunkisi -ne seçilmiş ne itilmiş- doğuştan yalnızlıktır.

Pınar Doğu / t24

*****

The Banshees Of Inisherin Üzerine
 
Uçsuz bucaksız, yeşil ile mavinin birbirine karıştığı pastel görünümlü kurgusal İrlanda coğrafyasında açılır sekans. Padraic Ardında martıların görüntüsüyle bir liman pazarının içerisinde gülümseyerek sağda solunda koşuşturan, emek eden insanlara selam vererek ilerler. Kullanılan renk tonundan insanların mimiklerine kadar post - toplum gözler önüne serilir. Sonra Meryem Ana heykelinin önünden toprak yoldan ilerler ve insanlara selam vermeye devam eder. Deniz kenarında yeşil arazinin ortasında temiz, beyaz bir eve gider ve kapısını çalar, açan olmaz. İlerleyip yandaki camdan içeri bakar ve uzun zaman en iyi arkadaşı olan Colm içerde oturmaktadır. Fakat kapıyı açmaz. Padraic ona seslenir fakat cevap alamaz. Sonrasında Colm’u her gün gittikleri bara davet ederek uzaklaşır oradan. Barda karşılaştıklarında Colm’un tavrı değişmeyecektir. Padraic’in saf bir şekilde meseleyi anlama çabası izleyiciye geçer ve hemen herkes Colm’dan gelecek olan açıklamaya odaklanır. Ve nihayet Colm bir süre uğraşmanın ardından konuyu en yalın haliyle açıklar.

"Artık senden hoşlanmıyorum!"
"Tabii ki hoşlanıyorsun."
"Hoşlanmıyorum."
"Ama dün hoşlanıyordun."
"Hoşlanıyor muydum?"
"Bence hoşlanıyordun."

Nedense irrite edici bir duygudan ziyade çocuksu bir küslük duygusu kaplar içimizi. Diyalogların sadeliği ve gerçekliği hemen filmin içerisine çeker izleyiciyi ve bir süre sonra filmin hemen her sahnesine serpilmiş imgelerden yola çıkarak filmi anlamaya/çözmeye çalışırken buluruz kendimizi. Bunlardan en dikkat çekeni karşı yakadan ara ara gelen top sesleridir ve filmin hikayesi 1923 yılına ait olduğundan gelen seslerin İrlanda iç savaşına ait olduğunu anlarız fakat yine de filmin anlaşılması açısından herhangi bir ülkede yaşanan iç savaşın o ülkenin vatandaşı olan bireylerde nasıl bir psikoloji yarattığının iyi anlaşılması gerekir.

İrlanda ile Britanya arasında cereyan eden İrlanda Bağımsızlık savaşı her iki güç arasında 6 Aralık 1921 tarihinde Londra’da Anglo İrlanda Antlaşması'nın imzalanmasıyla son bulur. Ancak İrlanda içerisinde iki güç mevcuttur. Bunlardan birisi Britanya ile yapılan antlaşmaya sadık kalmayı isteyen Serbest İrlanda güçleri mensubu geçici hükümet yanlıları, diğeriyse daha yoğun İrlanda bağımsızlığını savunan ve Britanya ile yapılan antlaşmayı ihanet olarak gören Cumhuriyetçi muhalefet… İki güç arasında yoğunlaşan çelişkiler 1922 yılının haziran ayında başlayıp 1923 yılının mayıs ayında sona eren İrlanda iç savaşını başlatır. The Banshees Of Inisherin filminde karşıdan gelen çatışma ve patlamalar bu savaşın tasviridir. İç savaşın yakıcı etkisinin daha iyi anlaşılması açısından şunun bilinmesi gerekir: İrlanda’nın kendi içindeki iki güç arasında cereyan eden savaşta, İrlanda İngiltere savaşında ölen toplam insan sayısından çok daha fazla insan ölmüştür. Aynı şekilde Serbest İrlanda güçleri, Britanya’nın lojistik ve askeri desteğiyle bu iç savaşı kazanmış ve savaşın ardından başkaldıranları hain ilan ederek Britanya’nın idam ettiğinden çok daha fazla İrlandalıyı idam etmiştir. Bu durum ister istemez İrlanda toplumunun psikolojik yapısını etkilemiş ve haliyle sosyoloji üzerine de büyük tesiri olmuştur.

Dünyada yapılan savaşların psikolojik altyapısı çok fazla incelenmiş ve travmalar birçok değerlendirmeye konu olmuştur. Peki iç savaşın genel savaşlardan farkı nedir? Ne tür psikolojik durumlara yol açar? Birbirini öteki olarak gören iki güç arasında yaşanan savaş ile aynı aileden gelen iki gücün arasında yaşanacak savaşın tahribat gücü birbirinden farklı olacaktır ve kuşkusuz ki yanı başında beraber yaşanılan bir güçle yapılacak olan savaşın travmaları çok daha keskin olacaktır. Nitekim bu durum Antik Roma Dönemi'nde dahi araştırmalara konu olmuştur. Sonrasında iç savaşın birçok psikolojik soruna neden olduğu ortaya konulmuştur. İç savaş diğer tüm savaşlar gibi yalnızca bölgenin çehresini dönüştürmekle, her anlamda altyapısına zarar vermekle kalmaz, ulus bilincini zedeler, birlikte yaşamayı zorlaştırır, toplumsallık algısını zayıflatır, aidiyet hissini darbeler ve bunun sonucu olarak toplumsallıktan uzaklaşmış, daha bireyci insanları açığa çıkarır. İnsanları bir arada tutan ve varlıklarının devamını sağlayan toplumsallıkları zedelenince tası çatlamış bir suya dönüşür ve artık ortak değerler yaratmaları zorlaşmıştır. Çünkü su artık bütünlüğünü yitirip dökülüp saçılmıştır. Dünya tarihinde yaşanan birçok iç savaşta bunu görmek mümkündür ve İrlanda İç savaşı da buna iyi bir örnektir.

The Banshees of Inisherin, İrlanda iç savaşının tek kelimeyle mükemmel bir senaryo ve aynı mükemmellikte bir sinemayla aktarımıdır. Filmin başından itibaren insana tuhaf gelen, ara ara absürde kayan fakat aşırı derecede gerçekçi olan diyaloglar, kasabada hâkim olan genel ruh hali ve insanların toplumun diğer bireyleriyle kurduğu ilişki, filmde birden çok kez gördüğümüz Meryem Ana heykelinin yukarıdan topluma bakışı, kilisede yapılan ayinler ve günah çıkarma sahnelerinin her biri puzzle parçası gibi zihinde birleşince insan bir iç savaşın nasıl sonuçlara gebe olduğunu yalnızca bu filmi okuyarak dahi anlayabilir. İç savaşta olan bir toplumun bireylerinin esas olarak somutlaştığı karakter Colin Farrell tarafından canlandırılmış olan Padraic karakteridir. Filmin içerisinde gözümüzün içine sokacak şekilde "Ebleh" sıfatını ona yakıştırmak aslında savaştan çıkmış bir toplumun durumunu anlatır. "Ebleh" olarak yansıtılmaya çalışılan ve belki birçoğumuzda "temiz, saf bir insan" izlenimi oluşturan Padraic karakterinin film içerisinde dönüşümü de takdire şayandır. Padraic iç savaşın tarafı olan birey olarak aslında arkadaşı Colm’da zedelenen toplumun inşası için her anlamda kendinden taviz verebilen bir karakterdir. Bir yandan "iyi insan" tanımını sorgulayıp netleştirmeye çalışırken diğer yandan kafasında muğlak kalan tanımlara bezenmeye çalışır. Film içerisinde Padraic’in ağzından bunu birkaç kez hem kendine dönük konuşurken hem de arkadaşı Colm ile sohbet ederken duyarız. Ancak iç savaş iyi ve kötüyü öylesine bulanık bir hale getirmiştir ki bunu Padraic’in yaşadığı çelişkilerde net bir şekilde görürüz.

Kasabada yaşayan tüm insanların Padraic’e yaklaşımında üstten tavırlar gözümüze çarpar. Filmin henüz başında kasabanın kolluğu memur onun selamını almaması, barda sürekli olarak gördüğümüz insanların esas olarak onu küçümseyen tavırları ve hatta ablasının dahi ona bir çocukmuş gibi yaklaşması aslında bize yitik bir insanın izlenimini vermektedir. Bütün bu nedenlerden dolayı Padraic yönetmen tarafından filmdeki hayvanların seviyesine indirilmiştir. Bu, aynı zamanda iç savaşın bireyi nasıl bir konuma soktuğunu da anlatır. Padraic’in içindeki hayvan sevgisinin nedeni üzerine düşünmek gerekir. Hayvanlara bu kadar düşkün oluşunun sebebi Padraic’in bütün evrensel döngünün farkında oluşuyla ilgili değil, tamamen kendini ait olarak gördüğü yer ile ilgilidir. Padraic aslında yoğun aşağılık kompleksi yaşamaktadır ve bunu yaşayan bireylerde ellerinde olduğunu düşündükleri bir şeylerin yitimi çok daha zordur. Padraic, Colm’un ondan uzaklaşması durumunda çevresinde yalnızca hayvanların kalacağının bilincindedir ve bu yüzden onu kaybetmemek için kendini küçük düşürmekte, onursuzlaştırmakta bir beis görmez. Kuşkusuz ona etrafındaki hayvanlar kadar değer verdiğini düşündürecek birisi onun için Tanrı katına yükselecektir çünkü Padraic insan olduğunun farkında olduğu halde kendisini iç savaş yaşayan bir birey olarak çok daha aşağıda görmektedir. Filmde ablasıyla kurduğu diyaloglarda sürekli ebleh olmadığını vurgulatma çabası buradan ileri gelir.

Padraic’in ilerleyen bölümlerde, özellikle de eşeği Jenny öldükten sonra yaşadığı durum karakterinin dönüşümüyle alakalı olan bir durum değil, zaten içinde olan karakterin dışavurumudur. Burada akla gelen soru şudur: eğer Colm’un ciddi anlamda onunla tekrar arkadaşlık kurma durumunu hissedebilse yine de Jenny’nin ölmesine rağmen bu kadar kine bürünebilecek miydi, yoksa daha fazla tolerans sahibi mi olacaktı?

The Banshees of Inisherin aynı zamanda iyi bir savaş karşıtı bir filmdir. Dışarıda patlama gürültüleriyle gelen iç savaş tasviri olan sesler yönetmen tarafından büyük bir ustalıkla kasabaya da taşırılmıştır. Ortalarda görülmeyen anlamsız çelişkiler, nedenini bir türlü çözemediğimiz ve filmde birkaç karakterde dile gelen "atıştınız mı" söylemleri, diyalogların dönem dönem absürde varması ve özellikle insanların dönem dönem birbirine selam veremeyecek düzeye gelmesi açık bir şekilde savaşların anlamsızlığına birer vurgudur. Fiziki olarak şirin bir sahil kasabası gibi görünen yer içerde yaşanan soğuk ve anlamsız savaştan dolayı içimizi üşüten bir hale gelmiştir. Şiddetin kullanımı ve insanlarda uyandırdığı duygular izleyiciye de geçer ve bir süre sonra aslında izleyici kendi anlamsız iç çelişkilerinin bilincine varmaya başlayarak rahatsızlık duyar. Bu rahatsızlık şehirde yayılan dedikodularda, başta saf görünüp sonra canavarlaştırılan, duygularını yitiren karakterlerde doruklaşır. Köyün aklı en kıt insanı olan Dominic’te gelişen tavır bunun bazı örnekleridir. Dominic karakteri en ilkel haliyle insanın anlaşılması için filme konulmuştur. Dominic; bakışlarından, hareket ve mimiklerine ve konuştuklarının içeriğine kadar yalnızca güdüleri ve ona esir olan bir insanı betimler. En ilkel insan olduğu halde Padraic’in Colm’un yeni arkadaşını vicdansızca kandırıp köyden göndermesine tepki verir ve o dahi artık Padraic ile görüşmek istemez. En ilkel karakterimizin elimizde kalan tek şey en ilkel güdü olan cinselliktir. Bunu da karşı cinsten birinden nazikçe ister. Padraic’in ablası tarafından reddedilince elince artık yaşaması için hiçbir neden kalmamıştır ve sonrasında intihar ettiğini anlarız. Buradaki imgelem çok önemlidir. Çünkü en ilkel insan formu bile Dominic şahsında savaşın getirdiği sonsuz kurnazlığa bir tepki göstermiştir. Belki de filmin en vurucu mesajı budur. "İd" dediğimiz ilkel benlik en geri yanlarımızı temsil eder ve filmde savaşın yıkıcılığı net bir şekilde ilkel benliği bile isyan ettirip, ölüme götürmüştür. Bunu bir kabullenmeme olarak algılamak gerçek dışı olmayacaktır. İd demişken anladığımız kadarıyla yönetmen, savaşın yalnızca İd’e dönük değerlendirmeleriyle sınırlı kalmamış; Ego ve Süperego’ya dönük de tanımlamalar yapmıştır. Filmde karakterin Süperego temsilcisi olarak Colm, Makul olan "Ego" karakteri olarak da Padraic ve ablası ortaya çıkar. Film içerisinde birkaç çekim açısında kamera iç mekandayken Padraic’in görüntüsünü pencerenin dışında görürüz. Aslında burada yönetmenin anlatmak istediği şey savaş zamanlarında Süperego ve İD ‘iç’ olarak kabul edilirken ‘ego’ yani olağan benlik dıştalanır. Kirli camların ardında görünen Padraic bunu simgelemektedir.

Benlik genellikle sükun ve dinginliği arzular. Padraic’in düzenli olarak sessiz yollarda hergün aynı saatlerde yürüyerek saat 2’de ulaştığı bar, günlük hayatın huzurlu rutinidir. Fakat bu rutinin Colm tarafından bozulması her şeyi açıklar. Filmin sonuna doğru Padraic’in ortaya çıkan karakter özellikleri savaş zamanında benliğin Süperego ve ID tarafından ne kadar örselendiğini oldukça kapsamlı anlatır.

Colm kibar Padraic’in arkadaşlığından sıkılıp ondan vazgeçene kadar oldukça kibar bir insandı. Ancak aradan geçen zaman ona kibarlığın içinde yaşanılan dünyada pek bir şey ifade etmediğini benimseyip kendini daha üst formlara taşıyabilmek için analitik anlamda daha güçlü insanlarla zaman geçirip, sanatıyla dünyada kalıcı olmanın yollarını arar. Filmi izlerken başta bu duruma ikna oluruz fakat ilerleyen sahnelerde bunun onun için olmazsa olmaz kabilinde bir durum olmadığın görürüz ve anlarız ki Colm devasa bir boşluğun içerisindedir ve aslında neyi amaçladığı muğlaktır. Normalde eleştirel ve moral verici "Süperego" yaşanan iç savaşın yarattığı psikoloji ile ciddi çöküşü yaşamaktadır. Öylesine bir boşluğu yaşar ki odaklandığı hedefe onu götürmesi içine gerekli olan en temel organlarını en önce gözden çıkarabilir. Çünkü üst benlik son derece bulanık bir hale bürünmüştür ve bunun nedeni kesinlikle antagonizm değil, yaratılmış olan anlamsız, yapay çelişkilerdir. Sarsıntı burada başlar. Sonuç olarak yaşanan iç çatışma psikolojik olarak bütün katmanlarıyla birlikte benliği çökertir ve makul olanın dahi Padraic şahsında nasıl kine büründüğünü son sahnede Colm’u affetmemesinden anlarız. Bu sırada patlama sesleri devam etmektedir. İzlediğimiz sahil sahnesi kısa süreli bir ateşkes sahnesidir ve savaşın devam edeceğini Padraic’te dile gelen benlikten rahatlıkla anlarız. Savaş başlı başına absürddür ve absürdün oku yayından çıkmıştır artık… Benliğin tamamen yitip absürdün baş gösterdiği bir yerde ortaya çıkacak olan yegane düşünce de kuşkusuz "batıl" olacaktır. Filmde bu rolü bayan McCormick üstlenmiştir ve sürekli olarak hissettirdiği karanlık ve gaddarlık hissi bize savaşın olduğu coğrafyaların kaderini iyi ifade eder.

The Banshees of Inisherin izlediğim en iyi -savaş olmayan- savaş filmidir. Öylesine akıcı, güçlü diyaloglar kullanılıp muhteşem bir sinematografi ile birleştirilmiştir ki uzunca süre akıllara kazınacaktır. Yalnızca bu filmi izleyerek dahi savaşın doğasının ne olduğunu anlamak mümkün…

14 Mart'ta Oskar Ödüllerinden bu filmin ödül almasını diliyorum...

Onur Dorpec / bunisanat