1914 yılında doğan Fazıl Hüsnü Dağlarca'nın 1933 yılında yayınlanan ilk şiiri:
YAVAŞLAYAN ÖMÜR
Hasretim içerimde bana bir kefen taşır,
Sarar bir bahar gibi seni ipek kumaşlar.
Benim adımlarıma topraklar yalçınlaşır;
Erir bir mavilikte senin yolunda taşlar.
Ne ruhun beni görür, ne sevgim döner geri,
Beyaz gölgeler saklar gözlerimden her yeri.
Diner akşam olunca günün bütün sesleri;
Ve benim içerimde eski bir şarkı başlar.
Fazıl Hüsnü Dağlarca
İstanbul Dergisi / 1933
94 yaşında vefat eden Dağlarca'nın18 Ağustos 2008 de İstanbul Acıbadem Hastanesi'nde yazdığı son şiiri:
İKİNCİ ANNE
Hepsi yalan
Çocuk kendinin annesidir
Su dersin su içer
Şeker dersin şeker verir
Elma dersin elma verir
Kapı çalınıyor dersin baba gelir
Kimse anlamaz senin büyüdüğünü
Fazıl Hüsnü Dağlarca
Beyaz Dergisi / Şubat 2009
Küçükken annemin üstümü örtüp gittiği gecelerde sözcükler gelirdi bana. Önce ayaklarımı ısıtırlar, sonra ellerimi, beni öperlerdi. Ben de öperdim onları. Birdenbire aydınlanırdı bir parmak, kolumdaki gaz lambası büyük avizelere dönüşürdü. Ben sözcüklerin nerelerden geldiklerini, evlerini, ağaçlarını, çiçeklerini düşünürdüm. Annelerini düşünürdüm sözcüklerin. Gece yaşamım sürüp giderdi, düş yaşamım da. Nasıl geçerdi uzun bir süre bilmiyorum. Yine sözcüklerin en güzeli uyandırırdı beni.
Sizler sevgili yapıtlarım, benim güneşlerimsiniz.
Hepinize başlarken ayrı ayrı sözlükler doğar içime. Ayrı ayrı gerçek basamakları, ayrı ayrı biçim yapıları, ayrı ayrı sesler, seslenmeler, ayrı ayrı sayı direnmeleri başlar bende.
Sizler odalarsınız. Birinden birine geçilen ya da geçilmeyen odalar. Ben bu odaların tümü. Sizlerin de bendeki kalabalık olmanız ne güzel. Taşıdığınız yönler yan yana getirilirse 360 dereceyi kaç kez aşar bilemiyorum. Bakışlarınız öbür gerçekleri görürken, söylediğim bitiştirimlerle özel evreninizi yaratmaktasınız. Dışı dış doğaya değen, içi iç doğamızda olan.
Havaya Çizilen Dünya, ilk yapıtımsın. Sen kendi başına çok pencereli bir evsin. İçerdeki 21 yaşındaki çok elli bir genç, bütün yöreyi görmek için bütün pencereleri açmıştır. İnanıyor musun?
Çocuk ve Allah; İkinci kitabım; Sen bilinçaltımın biraz daha kalın çizgilerle yazıya geçirilmiş tasarımısın. En çok okunan yapıtımsın. Birbirinden ayrılmış ikişer dizeler büyük gerçekle yüz yüzedirler. Büyük gerçekle birleşmişlerdir. Seni bütün derinliğine dek inceleyecek birisi çıkarsa, işi çok güç. Diyebilirim ki ben seni açıklamak için sonraki yazdıklarıma ulaştım. Bitiremedim seni bugün bile.
Bana verdiğin evren, ne güzel ki sende bitmiyordu. Sen benim açık kapılar ülkemsin.
Seni yazarken İstanbul’dan ayrılmıştım. Anadolu’ya ilk doğu görevimi yapmak üzere atanmıştım. Bu süre, o günlerde üç yıl olarak belirlenmişti. Kendimi bilmediğim bölgelere götürürken İstanbul’dan evden o mutlu ortamlardan ayrılmıştım. Bir elimde bilinmez, bir elimde senin tasarın vardı. Sana “romanım” gözüyle bakıyordum. Bütün yaşamımı kapsıyordu biraz... Yapıtın yürüyüşü kalın çizgileriyle bir ölümlüyü anlatır. Onun çocukluğundan başlayan sıcaklığı önce kendi gövdesini bulmuştur. Sonra yeryüzündeki öbür gövdeleri bulmuştur: ağaç, su, dağ, ova, dizi dizi kışlalar.
Kimi yerde 5 numaralı gaz lambalarının ışığı altında, kimi yerde mumla Ağrı dağı sırtlarında, Aras kıyılarında, çadırda, kağnı üzerinde, üç yıl bütün boş vakitlerimde, görev dışı sürelerimde yapıtımı ortaya çıkarmaya uğraştım. Açılır kapanır masa, açılır kapanır iskemle yaptırdım bu amaçla. Katır sırtında taşınsın, her yerde çalışabileyim diye. Üç yıllık zorunlu Doğu görevi biterken, bir şansla İstanbul’a atandım. Yeni yapıtım bitmişti. Onu bağrıma basarak İstanbul’a geldim.
1940. Yayımlandığın günlerde Peyami Safa Cumhuriyet gazetesinin ikinci yüzünde iki büyük yazı yayımlamıştı. O yazılarda senin Türkçeye kazandırılmış, Türkçeye özgü bir “sürrealizm” olduğunu ileri sürmüştü. (ki sonradan birçok yazar bu konuda birleşmişlerdi.) Peyami Safa’nın bu yazısı Çocuk ve Allah’ın kimliği olmuştur. Yıllar sonra arkadaşım Cemal Süreyya’nın “Çocuk ve Allah yeni şiirimizin anayasasıdır” yargısına dek uzamıştır.
En büyük iletişim nedir diye düşünüyorum. Sizler de, benim yerime düşünür müsünüz? En büyük iletişim ne?
En büyük iletişim çocuktur.
Çocuktaki iletişim doğasal iletişimlerden uzaktır. Görsel iletişimlerin çok ötesinde. Çocuk anlamın iletişimidir. Öncekilerden ayrılığı, uzaklığı taşıdığı yaza yaza bitiremediği “anlam”dır. Hangi çocuğun yüzüne baksanız doğadaki en eski çocuklarla en sonraki çocukların arasındaki yeni görüntüsüne ulaşırsınız.
Kendimizin çocuğu olsun olmasın, bakışlarımızın değdiği “başkasının çocuğu” bizimdir. Öylesine bizimdir ki, bulduğumuz iyeliğin derinliğini açıklayabilmek yürürlükteki usla olanaksız. Yürürlükte olmayan us, çocuğun ilettiği duyumlarla kazanılabillir. Böylece çocuk derken, en eskil geçmişi, en geleneksel yarınları işitmekteyiz, duymaktayız, kucaklarken ellerimizle tutmaktayız. Çocuk, evrensel iletişim.
Çocuklar olumlu sevgilerin, işitmekle işitmemek arasındaki görüntüleridir. Bu tanımla, nice sevsek çocuklara ulaşamadığımızı anlatmak istiyorum.
Kalemi elime aldığım günden beri her zaman çocuğa dönük olan bir adamım. Karşımda her zaman bir çocuk var gibi. Bu belki de şiirin us dışı, ya da bilim-usu dışı bir usla yazıldığını, o duyarlığı taşıdığını her zaman duymamdandır kitabı ilk değilse de ilk gibi olan kitabın adından da belli ki, kendimi her zaman biraz çocuk görmüşümdür. O çocukluk duyarlığı içinde kalmışımdır.
Yapıtlarımız, ilkinden sonuncusuna dek parmak izlerimizdir. İstesek de istemesek de bizi, içimizdeki doğanın parmak izlerini okuyucularımıza gösterirler.
Tanrı’ya gelince… Tanrı yeryüzü merkezli bir genel sevinç olmasın? Tanrı bütün mistik edebiyatın söylediği herkese düşen bir pay, bir hisse olmasın? Tanrı taa ilk gökyüzü kanalından başlayıp, avucumuzda kalan bir metafizik belge olmasın?
Ve bir şey daha: O işinin ozanı, ben işimin Tanrısıyım!
Size ortaokul yaşlarımda geçen şu olayı anlatmalıyım. Babamın kırmızı ciltli bir kitabı vardı, küçük bir kitap. 150 yaprak kadar. Kitabın adı Muhtasar Yunan Felsefesi’ydi. Bunu yarı anlar, yarı anlamaz belki 100 kez okudum. Bir gün okuldan dönünce evde bir tartışmayla karşılaştım. Babam anneme çıkışıyordu. “Kitaplarımı bile koruyamam, kim alır bunları, kim araştırır bunları?” diyordu. Anneciğim, “Kim karıştıracak, oradadır” diyordu. “Kırmızı ciltli bir kitap, Muhtasar Yunan Felsefesi nerede?” diyordu. Annem şaşkın susuyordu. Söylesem bir türlü, söylemesem bir türlü. Sonunda dayanamadım. En bilgiç sesimle, “ben aldım.” Dedim. Hayretle yüzüme baktı babam. “Ne yapacaksın?” dedi. Ben çok olağan bir şey yapıyormuşçasına, yemek yiyorum dermişçesine, “Okuyorum” dedim. Daha 7. Sınıfta olduğumu bilen babam, yarı alaylı bir sesle, “Ne anlarsın sen ondan?” dedi. “anladığım kadar anlıyorum.” dedim. Beni tepeden aşağı bir süzdü. “Getir kitabı” dedi. Gittim, dolabımın en onurlu yerinde duran kitabı aldım, geldim. Bir yeri açtı. “Anlat!” dedi. “Buradan ne anladın.” Ezbere olmamakla birlikte, birçok kez okuduğum için usumda kalanları söyledim. Bir yer daha açtı, yine söyledim. Bir yer daha açtı, söyledim epeyce. Duyuyordum ki babamın kızgınlığı yavaş yavaş geçmekte, bu yüzden yeni soruları daha soğukkanlı, daha rahat anlatıyordum. 8-10 sorudan sonra babam en yumuşak sesiyle, “al, kitap senin olsun” dedi. O zaman kitabımı anladığımı, başka kitapları da anlayabileceğimi duydum. Beni yüreklendirdi bu olay.
Felsefe şiirin evren rahmindeki bebeğidir. Bu bebek büyür, bir sorunun kucağında gelişir, adını kimi yerde felsefe koyarlar, kimi yerde yazarı ta kendine iner, şiir koyarlar.
Şiir, bilinmeyen bir yerin fotoğrafıdır. Hem bir saat gibi günümüzü göstermeli, hem bir pusula gibi gidilecek yönü belirtmelidir.
Ve gerçekte bir toplum olayıdır. Bunun nedeni de günceldir. Söylediğim güncellik takvim günüyle ilgili olmayabilir. Olabilir de. Oluşumuyla bir yaşamadır, demek istiyorum.
Bence şiirin gerçek yeniliğini kuran öz, bütün dünyada, eskiden yazılmış, bugün yazılan, daha da yazılacak şiirlerdeki öz şudur. Kişinin kendi yaşamasını ortaya koyabilmesi. Varlığın nedenini görmelidir ozan, kendi gözüyle. Bu her sanatta böyledir.
Ben bir suyum, yansıyor bana olay. Yurdumun içinde olsun, eylem varsa, kımıldıyor su. Yeryüzünde olsun, eylem varsa su kımıldıyor… Her sabah uyanır uyanmaz, yurdumun benimle birlikte gözlerini açan kişilerinden bilerek, yerimden doğrulmaktayım. Yeryüzünün en uzaktakileriyle bir ‘yaşama ayarı’ içindeyim. Kim gülmüşse – ne yazık ki çok az – onunla birlikte gülmedeyim. Kim üzülmüşse, ağlamışsa, açsa, çıplaksa, işsizse – ne yazık ki daha çok – onunla birlikte kahrolmadayım. Şöyle de diyebiliriz. Bir gövdedir yeryüzü. Neresi yaralanırsa oraya kanın ulaştığı gibi, sanatçılar da acılara varmakla yaşayabilirler. Yaşadıklarını gösterirler.
Bilinçle duyarlılığı birbirinden ayırırsak, ortada şiir kalmaz. Her ikisini niye çok başka başka kavramlarmış gibi birbirinin karşısına koyuyoruz? Duyarlık, geleceğin bilincidir, bilinç eski bir duyarlıktır sanısındayım.
İşte böyle şiir yazarım. Hayatın içinden bir damla düşer bana. Bütün yazdıklarım bir anlar bütünüdür. Yaşamak bana kendi görüntüsüyle, kendi çalgısıyla damlar. Çok yazıyorsam, daha büyük bir yeryüzünün daha büyük bir gökyüzü altında olmasındandır. Bir tür tutsaklık. Kocaman bir el, damlayan damlalara hep açık.
Yazmak bir ormanda gezmeye benzer. Ağaçlar harflerin, belki de sözcüklerin yaprak kımıldamasıdır. Onlar rüzgarla ya da aydınlıkla sallanırken bizim yaprak parmaklarımız sallanır…. Dediğim ağaçlar yeryüzünün bütün topraklarında , bütün dillerinde sallanır.
Sevgi de insanda bir konuktur. Onun geldiği an, altın saat, altın sürez diyelim. daha yakıştı; Onun geldiği an altın sürezdir. Sevgi doğadaki büyük tiyatronun kulisidir.
Sevgidir evrenin başını döndüren. Kimisi öpüşmezse bir güncük, duruverir gökyüzü.
Dağlarca yaşamadığı şeyleri yazabilir mi? Ben bin tane aşk şiiri yazdım hiç ölmeden. Ozan aktöre benzer, her şiirde ayrı bir yüz.
Şu elimdeki ekmek, işte bırakıyorum. Ne güzel düşüyor görüyor musun? Sorsan niye düşüyor, yerçekimi kuralı mıdır? Hayır. Buğday toprağın sevişmesine doyamamıştır, bundan ona düşmektedir. Bütün yer çekimi insanın göğe sığmadığının yere inmesidir. Yerdeki sığmadığının yağmur buharı olarak yukarı çıkması içindir. Bugün fizik, şiirin ve dolayısıyla bütün sanatların sevgi dolaşımından başka bir şey değildir. Yeryüzü göründüğü kadar değildir. Eğer göründüğü kadar olsaydı, şiir olmazdı. Şiir yeryüzünün görünmeyen yerinden sızan ışıktır.
Herkes bir kitabın müsveddesidir. Şunu demek istiyorum. Yapıtlar defter yapraklarına yazılmaz. İnsan yapraklarına yazılır. Bunların çoğu son güzelliğin ilk denemeleridir. Eski deyimiyle müsveddeleridir. Birbirlerini görmeseler de birbirlerinin yazdıklarını temize çekmektedirler. Binlerce yaprak karalanır. Belki yüz yıl sonra ak yazılara ulaşılır.
Yapıtlarımız basamaklara benzer. Kendimize inerlerken bir yükselmeyi yaşarlar. Bu yükselmenin adını koyabilirim: Evreni, evrendekilerin hepsini, hayvan, insan, bitki ayırt etmeden yaşamak.