Babam Amerika'da

Hayatta ben de en çok babamı severdim. Ama hiçbir şeyi salt duygu düzeyinde yaşayıp doğru dürüst tadını çıkarmayı, kurcalamamayı, kaşımamayı, sorgulamamayı, düşünmemeyi beceremediğim gibi, bu sevgiyi de hep düşündüm. Babam yaşarken de düşünürdüm, öldüğünden beri, neredeyse yirmi yıldır, belki daha da çok düşündüm.

Niye kurcalarım bu kadar, niye basitçe sevmeyi hiç beceremedim, bilmem. "Keşke becerebilsem" diyebileceğim günler de geçti artık herhalde; bu saatten sonra zor.

Ama en çok babamı sevdiğimden eminim galiba. Niyesi olmaması gerek herhalde. İnsan babasını sever. Ama ben niyesini hep merak ettim, tarttım, biçtim, anlamaya çalıştım. Anlayamadım elbet.

Çok küçük olduğum zamanlardan babamla ilgili hiçbir anım yok. Anılarımın biraz daha bilinçli olduğu dönemlerden de pek hatırlamıyorum babamı. Oralarda bir yerlerdeydi, biliyorum, ama arka planda ve uzaktı. "Elele tutuşup denize atlardık" veya "Sarı lacivert plastik topumu ben ona
atardım, o bana". Hayır, ne denize girdiğimiz var aklımda, ne de top oynadığımız.

Son yıllarda iyice ikna oldum: Ben doğduğumda, babam baba olmaya hazır değildi; sonraki yıllarda da baba olmaktan memnun değildi. Aile ve çocuk sahibi olmak değil, kendi hayatını yaşamak istiyordu. Ne var ki, başka bir hayattı yaşamak istediği, içine sıkışıp kaldığı hayat değil.

Çocukluğumda her çocuk gibi ben de sevmişimdir babamı kuşkusuz, ama gerçek bir sevgiyle değil, niye sevdiğini bilen bir sevgiyle değil. Sonradan oldu o. Kim olduğunu anlamaya, tanımaya başladığım zaman.

Babamın babası benim babam gibi değildi. Dedim ya, benimki uzaktı, kendi halime bırakırdı beni ve hayatımı. Onunkiyse, 1898 doğumlu, Viyana Üniversitesi mezunu, opera aşığı, Orta Avrupalı aydın bir mühendisti ve Dipl. İng. Josef Margulies'in tek oğluna karşı yaklaşımı bir aşiret reisinkinden farksızdı: Baba ne derse oğul onu yapar. Babam bana hiçbir şey demedi. Kendi babasıysa her şeyi dermiş. Doktor olmak istermiş babam. Mühendis olacaksın denmiş. Benim gibi o da İngiliz High School'u ile Robert Kolej'i bitirmiş ve 1952'de Cornell Üniversitesi'ne gitmiş. Makine mühendisliği okumaya.

O yılların Türkiye'sinden kalkıp Amerika'ya gitmenin nasıl bir şey olduğunu hayal bile etmek zor bugün. Nasıl olur da akıl edip sormadım o uçağa binerken neler hissettiğini, Amerika'nın en iyi üniversitelerinden birinin kapılarından ilk girdiğinde aklından neler geçtiğini? Nasıl böyle bir eşeklik edebildim? Ettim işte. Bilmiyordum ki birgün hiç soramayacağımı. Nerden bilebilirdim öleceğini? Nasıl ölebilir ki insanın babası? Olmaz. Olmamalı.

Oldu ama. Her şeyi tahmin etmek zorundayım artık. Soramadan, teyit alamadan, "Doğru düşünüyorum, değil mi baba?" diye onaylattıramadan.

Onun hayatı hakkındaki düşüncelerimi teyit ettirmek değil önemli olan. Kendi hayatımı onaylayan, ne yaptığımı, nasıl ve niye yaptığımı onaylayan, çok da ince eleyip sık dokumadan, salt beni sevdiği için onaylayan biri gerek. Kendimi biraz daha iyi hissetmem için, arkamı sağlam yere dayadığımı hayal edebilmem için. Yok işte ama.

O yıllarda, 1950'lerde Amerika'ya gitmek nasıl tarifsiz bir macera olmuş olmalı! Hiç anlatmadı. Söz etmezdi kendinden. Ama birkaç yıl önce halamın evinde bir fotoğraf albümü buldum. Babam yapmış. Çocukluk, gençlik yılları.

Sayfaları çevirirken, öyle bir sayfaya geldim ki, çeviremedim, kalakaldım. Dört fotoğraf yapıştırılmış, ortalarında da "121 Thurston Avenue, Ithaca, 1952" yazıyor. Yaşı yirmi bir, benim doğmama üç yıl var daha, ama hemen tanıyabiliyorum el yazısını.

Amerika'da ilk yılı, belki de ilk ayları. Ağaçların arasında bir ev, önünde bir otomobil, şoför mahallinde babam. Gözleri parlıyor, tüm hayatı yaşanmayı bekliyor henüz, pırıltılı ve sonsuz bir ufuk çizgisi gibi uzanıyor önünde; her şey olabilir, her şey mümkün. Ve müthiş bir başlangıç yapmış: Türkiye'nin o daracık, içe kapalı, boğucu ortamından çıkmış; Amerika'nın önde gelen üniversitelerinden birinde okuyacak; altında, belki elden düşme de olsa, gıcır gıcır otomobil! Ne durabilir ki önünde? Sigarasını yakıp sol kolunu pencerenin kenarına dayayacak, güneşte pırıl pırıl parlayan krom düğmeye basıp radyoyu açacak, gaz pedalını kökleyip sağ eliyle direksiyonu kıracak: Dünyada gidemeyeceği yer, ulaşamayacağı hedef yok!

Fotoğraflardaki o gözlere bakarken, yansıttıkları coşkunun, hayallerin, hülyaların ayrıntılarını bilemiyorum, ama öyle coşkular, hayaller, hülyalar yansıtıyorlar ki, gözlerim yaşarıyor. Her ne idiyse çünkü onlar, sonradan benim de dahil olduğum o hayatla ilgili olamazlardı.

Nasıl geçmiştir acaba Cornell yılları? Zor mu olmuştur İstanbul'un durgun ama sevecen sıcaklığından kalkıp yabancı bir keşmekeşin ortasında bulmak kendini; Amerikan rüyasını görüp hiç uyanmayacağını mı sanmıştır yoksa? Bilemiyorum.

Tek bir şey var anlattığını hatırladığım; tek bir şey, anlamsız bir bilgi kırıntısı. Daha sonra eşek şakaları hakkında yazdığı kitapla ünlenecek olan bir öğrenci babamla aynı yıllarda Cornell'deymiş. Bir gece gizlice okula girmiş, dekanın odasına dev bir meteoroloji balonu götürüp ucuna yangın hortumunu takmış ve balon tüm odayı kaplayana kadar suyla doldurmuş. Balonun ucunu bağlamış, kapıyı kapatıp gitmiş. Bir gün de, tüm gece yağan karın ardından erkenden kalkmış, kampusun girişinde karşı karşıya iki heykel varmış, okulun kurucusu, ilk rektör filan olsa gerek, elindeki cart kırmızı rujla birinin dudaklarını boyamış, öbürünün de yanağına bir dudak izi çizmiş.

Bu kadar. Babamın Cornell yılları hakkında tüm bildiklerim iki eşek şakasından ibaret!

Sonra İstanbul'a döndü. Gitmeden önce annemle nişanlanmıştı, dönüşünde evlendiler. Askere gitti. O Ankara'da Genelkurmay'ın tercüme dairesinde Amerikan ordusunun el kitaplarını Türkçeye çevirir ve gün sayarken, ben doğdum. Yıllardan '55, yaşı 23. Kendimden biliyorum, o yaşta insan ölümsüz olduğuna inanır, bir an için bile sorgulamadan. Kırk yıldan az vakti kalmıştı oysa.

Niye döndü Amerika'dan? Hiçbir ipucu yok elimde, ama adım gibi biliyorum, kalmak istemiş, kalamamıştır. Belki babası izin vermemiştir, belki nişanlı olduğu kadına, anneme, dönmüştür. Belki de gözü yememiştir orada kalmayı, kimbilir. O günlerin henüz küreselleşmemiş dünyasında Amerika gerçekten çok uzak, İstanbullu bir delikanlı için gerçekten çok korkutucu bir yerdi herhalde.

Askerlik dönüşü İstanbul'da kurduğu hayat ise, tam kendisinden beklenen, klasik, tekdüze, orta sınıf hayat oldu. Evlilik, biri kız biri erkek iki çocuk, babasının ona bulduğu iş, Nişantaşı'nda kiralık bir daire, her yıl Yeşilköy'de üç aylığına kiralanan yazlık bir ev; birbirini izleyen rahat, macerasız, değişmez yıllar...

Tanımasam babamı, uzaktan izliyor olsam, zaten istediği buydu diye düşünebilirdim. Tanıştık ama. Ve öyle olmadığını biliyorum.

Nasıl tanıştığımızı, nasıl birden bire dost olduğumuzu ben pek anlayamadım. Oluverdi. Yirmili yıllarımın sonlarıydı, büyümüştüm, Londra'da yaşıyor ve kendi başımın çaresine bakıyordum artık. Bana karşı bir sorumluluk hissetmesine gerek kalmayınca, arkadaşlığımız başladı. Kendini de, başka hiçbir şeyi de çok fazla ciddiye almayan veya almazmış gibi görünmeyi başaran, iyi içki içen, dalga geçmesini bilen, biraz haşarı, kalender bir adamdı. Birgün rakı masasıda, bir zaman önce haftalar boyunca her gece saat üçte midesinde sınav öncesi korkuları ve kalbinde çarpıntılarla uyandığını, sonra da sabaha kadar uyuyamadığını anlattı, başkasından söz edercesine. Bir zaman kerterizi bulup sözünü ettiği dönemi saptadım ve o zaman da akşamları buluşup rakı içtiğimizi, depresyon geçirmekte olduğunu bana çaktırmamayı becerdiğini farkettim. Babam olmasa da sevecektim zaten onu.

Tek bir kez tanık oldum caka sattığına. Lise yıllarında sınıf arkadaşı Arif Mardin'in bestelediği bir jazz şarkısının güftesini yazmıştı: "Longing for You". Ve şarkıyı İstanbul Radyosu'nda İsmet Sıral idaresinde bir orkestra eşliğinde Sevinç Tevs seslendirmişti. "Türkiye'nin Sarah Vaughan'ı derlerdi" diyerek övündüğünü hatırlıyorum. Altmış yaşındayken lise sıralarında yazdığı güfteyle gurur duyan bir adamı elbette sevecektim, babam olmasa da.

Ve tanışıp dost olunca anladım ki benim tanık olduğum hayat hayallerindeki hayat değildi. Evet, yaşadığı hayatın gereklerini gereğince yerine getiriyordu; işadamıydı ve işadamı gibi giyiniyor ve davranıyordu; görünüşte hiçbir aykırılığı, aşırılığı, uyumsuzluğu yoktu. Ama dikkatli bakınca, uyumsuzluk değil belki ama, 'uymak istememe' örnekleri, 'uyuyorum, ama aldanmayın ha, aslında burası değil benim yerim' enstantaneleri tesadüf olamayacak kadar fazlaydı hayatında. Evde misafir varken ve misafirler tadını kaçıracak kadar geç saate kadar oturmuşken, kalkıp içeri giden, az sonra pijamalarını giymiş olarak salona dönüp hiçbir şey olmamış gibi yerine oturan, "Biz kalkalım artık" denildiğinde "Otursaydınız, daha erken" diyen bir adam! Teyzemin oğluna ömrü boyunca "şebek" diye hitap eden, yakın bir arkadaşının biraz kilolu oğlu hakkında "Garip çocuk, başaşağı duran bir sperme benziyor" diyen bir adam! Ömrü boyunca koca koca işler kuran, bir çatal bıçak fabrikasından bir mantar çiftliğine kadar çeşitli projeler yapıp bunları gerçekten de hayata geçiren, ama hepsini bir süre sonra bırakıp giden, sonuçta üç kuruşu bir araya getiremeyen bir adam.

O da en çok babasını severdi. İstediği hayatı yaşamasını belki de engellemiş, beklenmedik bir hayat yaşamasına belki de izin vermemiş olan babasını. On dokuz yıl evlilikten sonra annemden ayrıldığında bavulunu toplayıp babasının evine gitti. Daha 41 yaşındaydı. "Tamam", diye düşündüm, “işte şimdi kabuğunu kıracak". Kırmadı. Kısa süre sonra annemden farksız olan, aynı çevreden bir kadınla evlendi, bir başka evde aynı düzeni kurdu, bir şey olmamış gibi devam etti yaşamına. Çok sonraları, ölümünden sonra onu düşünürken, onunla kendimi, onun yaşamıyla kendiminkini karşılaştırırken, kurt düştü içime. Kuşkuya kapıldım. Belki de babası bahaneydi. Macerasız, rahat, alışılmış bir hayattı belki de zaten istediği. Dünyayla itişmek, haritasız denizlere açılmak istemiyordu zaten belki.

Çok isterdim bilmeyi. Kâh kâinata meydan okumak, kâh görünmez olmak isteyen kendi dürtülerime ışık tutardı belki..

Ama bilemeyeceğim. Ve ışık tutan olmayacak.

Roni Margulies 
Oğullar ve Babaları