İp

İp

Artin’in babası doksan beşinde
rakıyı bıraktığında,
“Dokunuyor oğlum” demiş,
içmemiş sonra bir daha.

Tepenin ötesindeki kahveye
yürüyerek gidermiş her gün.
Arayıp Artin’e haber verirmiş,
“Soluklanmadım bile” dermiş.

Bir zaman sonra geç kalmış,
aramamış. Aradığında, “Oğlum,” demiş,
“ulaşamadım dün kahveye,
ipe varıp ancak, geri döndüm.”

Geçen trafiği yavaşlatmak için
bir halat çekmiş köylüler asfalta.
“İpi geçemedim oğlum, kaldım.
Moralim bozuldu, dokundu bana.”

Yıllar geçtikçe çoğalmış sonra
dokunan şeyler. Canı sıkılmış.
Ve doksan dokuz yaşında
sessizce bir ikindi vakti
bırakmış dokunulmayı Avedis Efendi.

Ben bu yazıyı tamamlayamadım. Roni hastaneden çıkamadı. Sabah atölyemin önünde bir motosikletli kuryenin sürüklenişinin sesini duydum. Düştüğünü gördüm. Koştum bir bardak su verdim. Ayağım kırıldı galiba, dedi. Ambulans çağırdık. Kaldırıp hastaneye götürdüler. Roni’nin ölüm haberini bildirdiler dostları. Telefonumdaki fotoğrafları aktarıyordum bilgisayara, elinde kızıla boyanmış bir resmimle beraber ağız dolusu gülüşü geldi...

Artin Demirci


&&&


Gemilerime
japon fenerleri asan
Cellatların hepsini öldürdüm
Yola devam
Geriye kalan
Saman çöpüyle havalanıp, kaya gibi yere çakılan
Umudun çıkardığı toz duman

Bir gün anılarımı yazabilirsem, bu satırlar ile başlayacaktım. Roni’nin yasına uygun düşüyor gibi geldi, ona hediyem olsun.

Çok eskilerden tanışıyoruz. Çok anlaşamaz, çok anlaşırdık. Çok kavga eder, barışmaya gerek duymazdık.

Çok huysuz, çok geçimsiz, çok düşünceli, çok nazikti. Son günlerinde, ‘senin gibi huysuz bir adamı ne kadar çok seven varmış’ diye nazlattım. Ne zaman huysuzsun desem, keyiflenir, ‘kiiim? Ben mi?’ derdi. Artık sesi zor çıkıyordu, aynı yüz ifadesi ile aynı şeyi söyledi.

O uğursuz dönemde, ilk ziyaretimde ‘senin burda ne işin var, sen de hastasın?’ dedi. Benim de yıllık muayene, tahlil, vs. zamanım olduğunu biliyordu. İki yıl kadar önce, uzun bir zaman sonra, ‘bir kahve içelim’ demiştik, o gün ilk teşhis konulduğu güne denk geldi. Komşuyduk, hemen her gün kahve içmeye gittik. Sonra toparlandı, Beşiktaş’ta sahaf gezilerine, mahallemizin en ilginç insanı  Ruhi Bey’in eskici dükkanını didiklemeye başladık. Sürekli bir programı olduğu için, tabii Roni’nin uygun olduğu zamanlarda. Hep komşuluk yapacak, hep gezecek, hemen her konuda hep kavga edecektik, bu konuda anlaşmış gibiydik.  Böyle biteceğini hiç hesaba katmamıştık. Onu şimdiden çok özledim. 

Anneciğinin, Loren’in, Nubar’ın, onu tüm sevenlerin başı sağolsun, nur içinde yatsın, mekânı cennet olsun. 

Nuray Mert

&&&


Zihninin genç ve kıvrak kalmasını sağlayan bir diğer kişilik çizgisi, adalet duygusunu bir vicdan meselesi olmanın ötesine taşıyıp bir düşünme ilkesine dönüştürmesiydi. Vicdan üzerinden akıl yürütmeyi yersiz görür, kişinin sadece karşılaştığı durumlarda işleyen bir dürtüyü kısıtlı bulurdu. Kimseden daha vicdanlı, daha adaletli değildi, öyle olduğunu da düşünmezdi. Ama eşitlik ve adalet duygusunu düşünce sistematiğinin merkezine yerleştirmesi açısından eşi az bulunurdu. Son derece kitabına uygun Marksist sınıf mücadelesi kavramlarıyla düşünmesine rağmen, düşünce kalıplarını zorlayan farklı, yeni hak arama mücadeleleri ve çeşitli toplumsal hareketler ortaya çıktığında daima eşitlik ve adalet talep edenlerden yana, daima egemenin, düzenin ve devletin karşısında oldu.
...
Hep bir genç devrimci sosyalist olarak kalmasını sağlayan bir özelliği de aklının hep eylem, “bir şeyler yapma” doğrultusunda çalışmasıydı. O çok sözü edilen huysuzluğuna, aksiliğine rağmen hep hayatın içinde, hep insanlarla birlikteydi. Bir hareket inşa etmek, bir protesto örgütlemek, anlamlı bir tartışma yürütmek ya da hoş bir sohbet sürdürmek, birlikte yapılabilecek şey ne olursa olsun, bu imkânı gördüğü kişilere olağanüstü bir nezaket ve anlayışla yaklaşır, sözünü hiç sakınmasa da birlikte çalışmayı sağlayacak esnekliği ve uzlaşmacılığı göstermeyi becerirdi. Tahammül etmekte zorlandığı kişilere, beraber yapılacaklar adına gösterdiği sıradışı sabra şahidim. Varoluşunu anlamak ve anlatmak üzerine kurmuş bir entelektüel olsa da, o müthiş yaşama iştahına denk bir dünyaya müdahale iradesi, eylemciliği vardı.
Bunlar sayesinde şair 50 yıl boyunca bir genç devrimci sosyalist olarak kaldı.
...
Anladığını anlatmak ise neredeyse bir tutkuydu onun için. Sohbetle, siyasi makale, öykü, anı ya da şiirle anlatmak. Anlattıklarının kimin ilgisini çekeceğini, ne işe yarayacağını da hesaba katardı nasıl anlatacağına karar verirken. Anladığı ama ne işe yarayacağını kestiremediği ve herkesle paylaşmak istediği şeyleri anlatmanın yoluydu şiir.

50 yılın ardından tekrar baktığımda yorulmuş ama durulmamış, kalemini bırakıp defterini kapayana kadar gençliğine sadık kalmış bir şair görüyorum. Kendini “önce sosyalist” diye tanımlayan 50 yıldır örgütlü bir devrimci. Genç, devrimci sosyalist, şair.

Cemal Yardımcı 


&&&

Bilirim niye yanık öter ney.
Roni Margulies ölmüş!

O da hastaydı ya, altmış sekiz yaş, hele günümüzde erken değil miydi ölmek için? Anılar üşüştü başıma. Okuruydum onun. Kitaplarından başka anım yoktu, anıların en güzeli. Bir tek on yıl önce, 2013 sonbaharında, iki çift laflamıştık Ya Seyahat! kitabı vesilesiyle. Sağ olsun –ürperdim!–, “Orçun için, sevgilerle” diyerek imzalamış, altına da “18 Ekim 2013” yazmıştı. Oysa o gün 19 Ekim’di. Düzeltmedim. Ne fark eder? (Niye ürperiyorsun? Tüm yazarlarla şairler, üstelik tüm iyi yazarlarla şairler gibi hep sağ değil mi Roni?)
...

Bilirim niye yanık öter ney.

2004’te çıktı. Eski dergilerde kalmış yazılar. Unutuşa, “ey unutuş!”a terk edilmedi. (Edilmedi mi? Hangi kitabı kolayından bulunuyor Roni’nin?) İlkin 2014’te, ikinci kez 2021’de okuduğum Şiir, Yahudilik Vesaire kitabı, bu ikinci okuyuşta daha bir sardı beni. Diliyle, yaklaşımıyla, yazışıyla. Fethi Naci’den kendi kendime el alarak başladığım Eleştiri Günlükleri’nde de yayımladım oradan bir eleştiriyi. Parça(lı) şiir, bütün(cül) şiir ikilemine oturtmaya çalıştım – varsa böyle ikilem. Bütünün şiirini yazdı Roni Margulies, tahkiye etti, hikâyet etti, ayrılıklardan şikâyet eden neyin niye yanık öttüğünü bildi: Her rind gibi…

Ben yine anılara döneceğim. Çekileceğim. Aileme ve diğer Yahudilere, ardımdan gülen çocukluğuma, telgrafçiçeğinde tütüp duran şiirlere, kuşlara… (Yıllardır okuduğumu söyledim Roni Margulies’i. Günlüğüme yazdım bu okumalarımdan kimini. Birkaçını da Facebook’ta paylaştım. Eleştiri Günlüğü’nde andım. Yine de onun için sözde başlı sonlu bir yazıyı ölümü nedeniyle yayımlamak dokunuyor.)

...

Bu yazı bir Kadiş değil.

Kalpsiz dünyanın kalbini arayış hiç değil.

Ya şefaat!

Orçun Üçer

&&&

O beni sağcı olmakla itham ediyor, “Ulan Uçak…” diye başladığı cümlelerinde benim sağcılıktan ne bulduğumu bir türlü anlayamadığını söylüyordu.

Bir gün, Burgaz’ın kayalık plajlarından birindeyiz, içecek bir şey almaya giderken arkamdan bir ses: “Ulan Uçak, amma uçmuşsun ha! Uça uça buraya kadar gelmişsin!”

Meğer o da oradaymış, kucaklaştık, son yazılarımdan birini okuduktan sonra kesin kararını vermişti; ben onun gözünde artık tescilli bir sağcı olmuştum.

Ama hiçbir şey bizim Beşiktaş meyhanelerinde buluşmamıza engel teşkil etmiyordu, “hadi gel,” dedi, “senin sağcılığını masaya yatıralım.”

Biz ara ara hep konuşsak da o son yemeği hiç yemedik, ben Roni’nin böyle apansız hayatımdan çekip gidebileceğini hiç düşünmemiştim ve o haberi aldığımdan beri içimde bunun acısı biriktikçe birikiyor.

İtiraf edeyim, Roni’nin şairliği benim için en sonda gelirdi.

O önce komünistti, sonra siyaset yazılarıydı, sonra meyhane arkadaşımdı.

Ornitoloji adlı şiir kitabı yayımlandığında, şair Roni Margulies’i daha yakın tanıyabilmek için Birikim dergisine uzun bir inceleme yazmaya karar vermiştim.

“Ulan Uçak, her şeyi anladım da bana ihtiyar demene bozuldum!”

Peki, nasıl affettireceğim kendimi?

“Akşam Beşiktaş’a gel, bir şeyler içeriz.”

Ölçülüydü; üç kadeh içerdi mesela, dördüncüyü içmezdi çünkü o zaman sağlıksız olurmuş.

Bilgehan Uçak

&&&

Roni’nin 23 yıllık dostu Atilla’nın onu anmak için hazırladığı “Üretmekten bir an bile vazgeçmeyen bir kalem: Roni Margulies” yazısı şu alıntıyla başlıyor:

“Benim vatanım İstanbul, anadilim Türkçedir. Dolayısıyla, ben kendimi İstanbul’da yabancı hissetmem elbet. İstanbul da değişti, ben de değiştim, ama birlikte yaşadığımız günler değişmez. Ben İstanbul’da kendimi yabancı hissedemem. Ama yabancı olarak görüldüğümü biliyorum.”

Roni’yi kaybettiğimiz gün hastane kapısındaki bankta oturmuş beklerken orada tedavi gören yakını olan iki kadın yanıma oturdu. Bir tanesi aniden bana doğru dönüp: “Başınız sağ olsun canım. Mekanı cennet olsun.” dedi.

Ve sordu: “Dünden beri burada çok kalabalık gördüm. Hep okumuş, yazmış insanlara benziyor gelenler. Rahmetli ne iş yapıyordu?”

“Yazardı.” dedim.

“Tahmin etmiştim. Adı neydi?”

“Roni Margulies.”

“Yabancı mıydı?”

“Hayır dedim. Türkiyeli bir Yahudiydi.”

“Aaa yabancı değil o zaman. Ben biliyorum Yahudileri Büyükada’da, Cihangir’de falan otururlar. Allah gani gani rahmet eylesin.”

“Sağ olun. Sizin de yakınınıza acil şifalar.” dileyerek bitti sohbet.

Nadiren de olsa yabancı görülmediği oluyormuş demek ki. 

Şimdi bu satırları sonlandırırken onun çok sevdiği dilde -Yunanca- bir şarkı dinliyorum. Şişli’den Kilyos’a yolluyorum bu şarkıyı. Acıları alevlendiren dünyanın yalancı ve adaletsiz olduğunu, iç çekişin büyüklüğü karşısında o dünyanın küçücük kaldığını anlatan bir şarkı. Sevenlerinin iç çekişlerine tercüman olsun. Devrin daim olsun Roni.

Veda yok. Sen bizimlesin.

Melike Karaosmanoğlu

&&&

Birkaç gün arayla Roni Margulies ve Senead O’connor ayrıldı aramızdan. İki yakıcı kayıp!
...
Filistin Günleri’ni organize ederken, büyük bütçeler kullandık. Başlangıçta sadece bir misafirin uçak parasını karşılayabilecek kadar paramız varken bir araya gelmiş bir sürü deliyle birlikte cebimizde beş para yokken çok büyük bir organizasyon gerçekleştirdik.

Her şeyi organize ettik bolca borçlanıp paramızı ucu ucuna yetirdik. Tanıdık abilerimizden ablalarımızdan nazımızın geçtiklerine otobüs yolculuğu teklif ettik, kimisi kendi karşıladı biletini bir de üzerine para gönderdi. Ama bir kişiye otelde konaklama için paramız yetmiyor. Bütün nazımızı, niyazımızı bitirmişiz, kimseye ne bir şey söyleyebiliyoruz, ne bir teklifte bulunabiliyoruz. O misafir Roni. Nasıl olduysa açıkta kalmış, unutulmuş. Aradım Roni’yi. ‘Roni’ dedim, ‘Seni evimde misafir etmek istiyorum.’ Bir an bile düşünmeden ‘Tamam’, dedi. ‘Benim içinde bir değişiklik olur. Bugüne kadar hiçbir müslüman arkadaşımın evinde kalmadım.’ Kuyruğu dik tutmak için söze girdim. ‘Paramız yok o yüzden’ diyemedim. ‘Ben de seninle vakit geçirmek istiyorum, o yüzden sana teklif ettim, geri çevirmeyeceğini biliyordum’ dedim. Söylediklerimin ikisi doğruydu. Roni’yle vakit geçirmek istiyordum ve geri çevirmeyeceğini biliyordum.
...
Müzik endüstrisine attığı çalım inanılmazdı. İrlanda’nın bağımsızlığını savunuyordu, işgalci İngilizlere kafa tutuyordu. Katolik kilisesinin, katolik papazların çocuk istismarcılığına yüksek sesle itiraz ediyor, konserinde Papa’nın fotoğrafını yırtacak kadar cesaret gösteriyordu.

2018 yılında Müslüman olduğunu duyduğumda ‘Herhalde! Başka ne olacaktı?’ diye geçirmiştim içimden. Müslüman olmadan önce de hem müziğini hem duruşunu seviyordum. Müslüman olduktan sonra daha başka sevdim. Allah rahmet eylesin, mekanı cennet olsun. Şüheda Davitt’in ruhuna Fatiha okuyalım.

Ve Roni! Adam gibi bir ateistti Roni. Gerçekten devrimci bir sosyalist görmek istiyorsanız ona bakabilirdiniz. Kemalizmle kirlenmemişti. Solcular gibi muhafazakar değildi. Hemen hemen hiçbir konuda önceden defansı yoktu. Konuşabilir ama anlaşamayabilirdiniz. Anlaşamadığımız ve asla anlaşamayacağımız bir çok konu vardı. Bu dostluğumuzu engellemezdi. Allah’a ya da başka bir dine inanmazdı. Toprağı bol olsun. Aradığına ama bulamadığına şahitlik ederim.

Üstün Bol

&&&

Roni’nin vefatından sonra yazılanlara bakarken, bir okurunun şöyle yazmış olması beni üzdü: "Roni Margulies göçmüş buralardan. Göçmendi zaten." Bunu söyleyen kişinin Roni ile tanışıyor olduğunu söylemesi ayrıca üzücü.

Herhalde hayat boyu kendisini en çok yaralayan şey tam da buydu. Yazılarında sık sık bu konuya değinir, kitaplarının “çeviri/yabancı yazarlar” bölümüne konmasından ne denli rahatsız olduğunu anlatıp durur, her seferinde kitaplarını alıp ‘doğru yere’ koyuşundan bahsederdi.

...

O gün kendisine anlattığım ve çok güldüğü bir anekdotu bir de buradan paylaşmak istiyorum. Bilirim Niye Yanık Öter Ney’i (1996) kütüphaneden ödünç alırken, ders için yardımcı kitaplar dışında bir şeyler okuyan öğrencilere karşı takdirini esirgemeyen yaşlıca bir görevli kadın, “Aa ney, hmmm, üflüyor musunuz?” demişti, bir an ne diyeceğimi bilemeyip, “hayır şimdilik sadece okuyorum” demiştim.

böyle günlerde dank eder yine insanın kafasına:

tüm hayatlar eksik, tüm ölümler vakitsizdir. 

(Telefon, Bilirim Niye Yanık Öter Ney [Telgrafçiçeği içinde, s. 97.])

Roni bir şair ve bir komitacıydı. Eşit oranda! Komitacılığında da şairliğinde de demokrattı. İki tarafta birden, sözünü sakınmadan yaşadı, yazdı. Politik yazılarının yanında, 1994 yılında Sombahar dergisi için yazdığı ve anlam’ın yadsınması üzerinden İlhan Berk’e, İkinci Yeni’ye yönelik eleştirisi ile hâlâ zihinlerdedir. Yine aynı yıl yayımlanan Mağrur Olma Padişahım tarihe yönelik esaslı bir yakınlaşma, anlama ve hesaplaşma girişimiydi. Yalnızca bu kitap bile Margulies’in Türk şiirinin en özgün imzalarından biri olmasına yeter de artar.

...

Roni Margulies için söylenebilecek çok şey var. Benimki küçük bir tanıklık ve birkaç yazışmadan ibaret yalnızca. Bana, edebiyatın derin sularında yüzmek arzusundaki genç bir taşralı şair adayına gösterdiği yakınlığı, arkadaşlığı unutamam. Gidişiyle bana ait bir şeyleri de yanında götürdüğü ve farkında olmadan bende bıraktığı bir şeyler olduğu hissine kapıldım.

“Mutlu Bitmiş Bir Göç Öyküsü” başlıklı son yazısını şu sözlerle bitirmişti:

Göç, "gitmek" değil "kaçmak" anlamına gelir: Nazilerden, savaştan, yoksulluktan, işsizlikten, açlıktan kaçmak. Kaçarak hayata tutunmaya çalışan insanlara nefret ve düşmanlıkla bakanlara ömrüm boyunca nefret ve düşmanlıkla baktım. Ve hep öyle bakacağım. 

Milât Özçelik

&&&

Bugüne dek sayıları çok olmasa da yakın arkadaşlarım oldu. Yakın arkadaşların sayısı çok olmaz. Elli beş yıl boyunca bir gün bile birbirimizden uzaklaşmadığımız, her gün konuştuğumuz arkadaşımı bir gece ansızın kaybettiğimi haber verdiler. Boşluğu acısıyla aynı duruyor. Arada buluştuğumuz, uzun zaman görüşmemiş olsak da yeniden bir araya geldiğimizde birbirimize daha dün ayrılmış gibi davrandığımız arkadaşlarım da var. Roni de arkadaşlarımdan. Bizim arkadaşlarımızın kişiliklerinin, kimliklerinin birbirinden hep çok farklı oluşu sanırım özel bir durum. Zenginlik bu. Çünkü kendilerini apayrı alanlarda, özene bezene yarattıkları kimlikleriyle varoluyorlar. Değerli olan bu.

Roni benim için hep çok değerli oldu. Ben de iradeciyimdir, özgüvenim olduğunu da düşünürüm. Ama onun sonsuz özgüvenine yetişemem. Arkadaşlarına karşı nasıl apaçıksa, karşıtlarına karşı da sözünü sakınmazdır o. Karşıtları derken yanlış söz etmeyeyim. Birincisi hasımlarımız, bu ülkeyi yönetenler, gericiler, ırkçılar, namussuzlar. Onlara karşı sözünü gizlemez Roni, meydan okuyucudur.

...

Roni için insanların ülke sorunları karşısında duyarlı olması, o da yetmez, bir tutumu, düşüncesi olması önemliydi. Entelektüel olmak bu değil mi? Roni hep öyledir. Yalnız son birkaç yıldır bir ümitsizliği de var mıydı? Bunu doğrudan konuşmadık ama konuştuklarımızdan öyle olduğunu çıkarıyorum, yanılıyor muyum bilmiyorum. Ondaki duyguların aynısı bende de vardı aslında. Ama bendeki artık dağılmışken ondaki kırık döküklük hâlâ sürüyordu. Uzaktan öyle hissediyorum. Bizim kuşağımız işte. Neyi varsa kendinde, bir elli yıl hiçbir şey beklemeden verdi ve doğru dürüst yaşanacak bir hayatın ışığını görmeden bugünlere geldik. Eduardo Galeano, “Dünya yolculuk ediyor” diyor. “Yolcudan ziyade kazazede taşıyor üzerinde.” Bizim de yolculuğumuzun kazazedeleri olarak yaşadığımız zor zamanlar oldu, genç ölümlerin kuşağı bizimki ama hep ayakta kaldık.

...

Ben arada sözünü ettiğim arkadaşımı kaybettiğim zaman onunla konuştuklarımı konuşacak kimsem kalmamıştı. Roni ile konuştuklarımız o kadar çok olmamıştır, artık uzun süredir uzak yerlerde yaşadığımız için ama Roni ile konuştuklarımızı da konuşacak başka kimsem var mı, sanki yok. Konuşmaktan en çok hoşlandığım arkadaşlarımdan biriydi o.

...

İngilizce yazılmış şiirin, anlamı ötelemeyen, bazen anlatımcı, bazen hikâyesi olan özelliklerini kendime yakın bulmuşumdur. Roni de öyle bir şiir yazıyordu. Nasıl bir şiir yazacağı konusunda kafası hep net olmuştu. Başlangıcını hatırlamıyorum ama eminim: Çabuk bulmuştur şiirini. Anlama verdiği değer elbette her şiirinde görülür. Bir şey anlatmak ister o. Ama onunki yalnızca anlatımcı bir şiir olarak görülemez. Onda yer yer dizeci bir tutum da var. Bazen son yazdığı şiiri okumak isterdi bize.

...

Roni ne düşünüyor acaba? Polisiye öyküler ne oldu, tamamlanmadı mı? Yolun ne zaman buralara düşer, gelip bizde kalabilirsin. Arıyorum, bunları gene söyleyeceğim, telefonu kapalı. Birdenbire kayboldu. Bazen ulaşılmaz ona. Toplantıdadır ya da hattın çekmediği uzaklarda bir yerde. Sonra art arda gene aradım, sonra gene. Ulaşılamıyor. Ona ulaşmanın bir yolunu bulurum nasıl olsa.

Semih Gümüş

&&&

Bu yazıyı yazarken, Roni için yazılmış iki şiir tespit ettim. Biri, 25 yıl kadar öncesinden bir dostlar sofrasına dair, İnci Asena imzalı “Belirsiz Ünlem”. İnci Hanım’ın arşivinden o akşamın fotoğrafını da sunuyorum.

BELİRSİZ ÜNLEM

Beş kişilerdi bir masaya oturmuşlardı
aç susuz bir masaya

Korkaktılar
ellerinde uzanıp uzanıp tutamadıkları bir düş
Hem yalnız onlardı dünyayı taşıyabilen
yüreklerinde
kimse bilmese de
Kimse bilmese de umutluydular
ağlıyorlardı hem
Ağlamaları yaşama sevincinden

Gecikmiş âşıktılar hepsi birbirlerine
bütün kızlara bir de
bir de bütün erkeklere
Aşk mıydı kirli havada boğulan
Akılları mı karışmıştı
havada bir cinsellik kokusu
üstü örtülü

Beş kişiydiler bir masaya oturmuşlardı
yuvarlak
Dünyanın hâli ve aşk hâli
belirsiz ünlem

Fotoğraf: (Soldan sağa) Roni Margulies, Semih Gümüş, İnci Asena, Turgay Fişekçi. 1998/1999, Cavit, Asmalımescit. İnci Asena Arşivi.

...

Margulieslerin tek ve son erkek torunu olduğunun ve çocuk sahibi olmadan bu dünyadan göçeceğinin farkındaydı.

...

‘68’li değildi ama hep bir ‘68 ruhuyla yaşadı, ne hikmetse 68 yaşında aramızdan ayrıldı... Bir ufak kalabalığın en özel, önemli, “aktif” isimlerinden biriydi. Giderek azaldığımız duygusu Roni’yle birlikte bir tür “alarm” haline geldi. Memlekette “ya beceremiyoruz biz bu işi, / ya da becerecek bir şey yok zaten” duygusu “zaten” sarmışken içimizi üstelik...

...

Sararmış, yırtılmış bazı belgeler kaldı bize. “Zaten” başka ne kalabilirdi ki! Güle güle Roni, bir gün kulağına devrim olduğu haberi gelene kadar rahat uyumayacaksın, haklısın, etrafına da rahat vermeyeceksin, orası kesin, ama o güne dek, yattığın yer incitmesin delikanlı...

Mesut Varlık

&&&

Teşvikiye’de oturduğum yıllarda komşuyduk. Bir akşam bana gelmişti. Edebiyat dünyasının tozunu attırdıktan sonra gecenin ikisinde çıktı, merdivenleri inerken kapıda o saatte evine dönmekte olan apartman yöneticisiyle karşılaştı. Yukardan konuşmalarını duydum.

Roni’den kuşkulanan yönetici sertçe, nereden geliyorsun diye sordu. Roni, Turgay’dan dedikten sonra, “Madem tanıştık, ben de size sorayım, siz nerden geliyorsunuz?” dedi. Epey güldüm yukarıda kendi kendime.

Belki de gülünecek şeyleri kolayca bulmasıdır Roni’yi bu kadar sevdiren. Evet, eğlenceli bir insandır Roni. Kendine güveni, girişkenliği, her alanda hızlı hareket edebilmesi de imrenilecek özelliklerinden.

...

Türk şiirinde yalınlığı onun kadar ustaca kullanabilen başkaları vardır elbet ama onun şiirinin yalınlığı şiiri sanki önemsizleştirme düzeyindedir. Bu da onun şiirine benzersiz bir özellik katar.

Benim şiirlerim için de bir eleştirisi vardı: “Mutluluğu anlatan şiir olamaz, şiir mutsuzluktan doğan bir şeydir” der, sonra da mutlulukla yazılmış aşk şiirlerimi beğenmediğini söylerdi.

...

Bir dönem de kalabalık bir Türk şairler topluluğu Hollanda’ya bir şiir festivaline çağrılmıştı: İlhan Berk, Ataol Behramoğlu, İsmet Özel, Roni Margulies, Bejan Matur, küçük İskender. Bu seçimin şifreleri düşünülürken konuyu Roni, “Bir yaşlı, bir solcu, bir sağcı, bir Yahudi, bir Kürt, bir de genç şair” diye açıklığa kavuşturmuştu.

Turgay Fişekçi

&&&

Roni Margulies şiirimize tepeden indi, paraşütle. Sürpriz gibiydi. Şiirini de sürprizden icat ediyordu ya da sürpriz anlarına odaklanıyordu. Sevimli ve şaşırtıcıydı daima. Bu iki karakter özellik bir taktik, bir persona olarak değil, kendiliğindenliğinin sonucu olarak vücuda geliyordu onda. Doğallık Margulies’in ayırıcı özelliğiydi ve çevresinde bıraktığı etkinin kökeni buradan geliyordu. 

...

Roni Margulies, İstanbul Yahudisidir. Şiirini, Cumhuriyet dönemi şiirimizde, Türkçe olmayan adıyla imzalayan ilk şairdir. İstanbul Yahudilerinin yaşamı şiirimize daha önce girmişti; sözgelimi Edip Cansever’le. Ama gözlemlenen, dışardan görülen, burada-dışarda yaşanan, olup biten bir şey olarak. Margulies ile birlikte bu yaşamın sahibi kendi adına konuşmaya başlar. İçsel ve özel olan dilsel imkân bulur. Ama Margulies’in şiirinde içsel ve özel olan geçmiş olanın bilgisini dile getirir.

...

Yenilgi, yenilmiş olmak Margulies’in bütün şiirlerinin ortak sorunsalıdır. Yenilgi, yenilmiş olmak neredeyse her kitabında tekrar dönen, kendisini hatırlatan bir sorunsaldır. Margulies yenilgi durumunun ya da yenilmiş olma duygusunun şairidir. Ama bu yenilgi sorunsalı siyasal ya da ideolojik bir sorunsal değildir onun şiirinde. Yenilgi imgesi ya da sorunsalı, Margulies’in şiirinde büyük meseleleri dile getirmez. Margulies’in şiirinde yenilgi durumu varoluşun oluş sürecinde antropolojik ve ontolojik bir mesele olarak ortaya çıkar; insanın doğasının başka insanlarla yüz yüze gelmesinde yaşanan bir durum olarak. İçsel bir sorun da değildir. Bir iki örnek:


Çoktan kaybolmuş bir şeyi
arayan biri gibi
mekik dokuyorum kaç yıldır
Londra’yla İstanbul arasında.

(Londra’ya Dönüş)


Yavaşça, denizin derinliklerinden
volkanik bir ada yükselircesine,
Elsa geliyor yine aklıma.
Nasıl yenilebildim koşullara!


(Mendirek)

...

Düşünce ve duyguyu ifade eden yargı cümlesiyle değil, betimleme cümlesiyle kuruyordu şiiri Margulies. Şiirin bu biçimi bilindiği gibi çok başarılı değildir ama Margulies başarılı oldu. Buradaki başarı, betimlemenin sürpriz anlarına ya da kaderi belirleyici anlara odaklanmasından gelir. Düşünce yargısını dile getirmez ama ben yine de Margulies’in şiirini düşünce şiiri olarak değerlendireceğim. Yaşanırken “değeri anlaşılmayan” ile sürekli hesaplaşma içinde oluşun şiiri. Onun Larkin’in şiiri için kurduğu cümleden el alarak denebilir ki tipik bir Roni Margulies şiiri, hep kaçırılmış fırsatlarla, yaşanmamış mutluluklarla ve yaşanıp yetersiz bulunmuş deneylerle ilgilidir. Ama Ziya-Cahit-Külebi’nin kurduğu sesin devamı olarak.

Yücel Kayıran

&&&

İsim benzerliği olmadığını zannediyorum, “Paralellikler” öyküsü, “Fikret’in ölümüne anlam verebildiğim gün, bağlantılarını, paralelliklerini kurabildiğim gün uzun uzun anlatacağım babasını Barış’a,” cümlesiyle sona erer. 2006’da yayımlanan TK 1980’de yer alan ve Fikret Sılay’a adanmış olan “Düello” şiirinin sonu da şöyledir.


Duyar gibiyim yanında olsam
fısıldayacaklarını kulağıma:
Anlamı her neyse
Yaşam boyu yaptıklarımızın,
o kadar anlamlı olacak
aşağı yukarı, giderayak, ölüm de.

(Telgrafçiçeği[5], s. 233)

Ya Seyahat’teki bazı öykülerde tuhaf, saçma durumlarla, olaylarla ilerliyor anlatılanlar, dedim ama öbürlerinde yok mu sanki? Hangisi daha saçma, kim bilebilir? “Doğumgünü” öyküsündeki gibi sabah yeni uyanmış bir insanın alnında silinmeyecek, çıkarılamayacak şekilde birtakım mesajlar yazılı olması mı, yoksa “Gam” ya da “Paralellikler” öykülerindeki gibi bir arkadaşın ölüvermesi mi?

Behçet Çelik

&&&

Yıllar önce bir tatilde akşam vakti elinde şarap kadehi, balkondan bir dereye bakarak bana “ulusalcı sosyalistler yenilmeden işçi sınıfının başının kaldırması bana çok zor görünüyor” demişti. Ben ise elimde çay bardağı, işçi hareketi gerçekleşeceğinden asla şüphe duymadığımız patlamasını gerçekleştirdiğinde ulusalcı dar kafalılığı da aşacağını söylemiştim. 

...

Roni Margulies açısından milliyetçilik, zengin bir tarihin işçi sınıfının zihninde yer edinmesini engelleyen hurafeler bütünü anlamına geldiği için çok tehlikelidir. İşçi sınıfı, milliyetçilikten arındığı oranda kendisini egemen sınıfa bağlayan tüm halatları kesip atma şansına sahip olabilir.

...

Roni Margulies, Kürt halkının özgürlüğünü 32. Gün programında bir eski generale karşı savunurken, ya da 24 Nisan anmalarına katılıp Ermenilerden özür dilenmesi kampanyalarına omuz verirken, başörtüsü özgürlüğü mücadelesinin yanında tavizsiz dururken devletin ezdiklerinin yanında, milliyetçiliği teşhir ederek sadece bir yüzleşme/hesaplaşma mücadelesinin içinde yer almıyordu; bunu aynı zamanda bugün sosyalizm mücadelesinin asli öğesi olarak ele alıyordu.

Şenol Karataş

&&&

Sosyal medyadan saniyeler içinde cümlelerin dağılmadığı zamanlardan itibaren, Sayın cemaatimiz kendisine Musevi mi dese Yahudi mi dese daha tam seçememişken; Roni uluorta yerde Türkiye Hahambaşı ile ortak ve farklı noktalarını anlatır, Aşkenaz tarafını överken Sefarad tarafını yerer, unutmazsa mutlaka çok sevdiği için ezberlediği Ladino sözü de söylerdi: “Se levantar los pipinos para harvar el bahçevan!” Yani; salatalıklar ayaklanmış bahçıvanı dövüyor.

Rita Ender

&&&

Roni’nin var olmadığı bir dünya nasıl bir şey, bilmiyorum, tasavvur bile edemiyorum. Yokluğu hâlâ bana gerçekdışı gibi geliyor. Nasıl yani, bir daha meyhaneye gidemeyecek, müstehcen fiyatlara kalkan paylaşamayacak, o yarım şişe ben bir duble içemeyecek, ben ciddi takılırken o garsonlarla sululuk etmeyecek, hemfikir olmadığımız konularda anlamsız tartışmaların tadını çıkaramayacak mıyız? Olur mu öyle şey? Hem sonra Londra’ya gittiğimde kimin evinde kalacağım ben?

Roni birçok kişinin hayatına dokunmuştur, siyasi yazılarını, anılarını, şiirlerini beğenip okuyanlar çoktur. Onlar sanırım önümüzdeki günlerde ayakları daha fazla yere basan şeyler yazacaktır. Benim şu anda söyleyebileceklerim bunlar sadece.

Bir ömürlük dostluk nasıl kelimelere dökülebilir? Ya düşülen kocaman bir boşluk?

İrvin Cemil Schick

&&&

Cehennemde bir kartopu

Hayatlarımızın esiri değil efendisi olmak istiyorduk ve bu amaçla başvurduğumuz yöntemler –içinde bulunduğumuz durumlardan elimizden geldiğince geriye çekilmek, duygusallıktan titizlikle, gerçek duygulardan da daha büyük bir titizlikle kaçmak, her şeyde her zaman bir ironi öğesi yakalamaya çalışmak– temelde aynıydı.”

Roni Margulies

Roni’yi ilk ne zaman gördüğümü tam olarak biliyorum. “İlk” ve “görmek” kelimeleri tabii sözlük anlamlarında alınmamalı. Aynı semtte büyüdüğümüze göre kim olduğunu öğrenmeden önce onu farkına varmadan defalarca sokaklarda görmüş olmam gerek. Bunu izleyen, aynı okullara devam ettiğimiz dönemde de yollarımızın kesişmesi tabii gündelik bir olaydı. Ama, ayrı şubelerde olduğumuzdan, artık kim olduğunu bilsem de nasıl birisi olduğunu bildiğim pek söylenemez. Benim için taşıdığı belirsizlikten sıyrılıp birçoğunu paylaştığım duyarlılıkları, eğilimleri, güçlü ve zayıf yanları, zevkleri, değerleri, inançları, istekleri olan somut birisine dönüşmeye başladığı nokta bir kış tatilinde çıktığımız Göreme yolculuğu.

Bir yerden bir yere, gezmek amacıyla değil gerekli olduğu için gidildiği o günlerin Türkiye’sinde bu geziyi iki okul arkadaşımız kendileri için planlamış, ama son anda biri beni, öteki de Roni’yi onlara katılmaya davet etmişti. Ankara üzerinden Kayseri’ye, oradan da Nevşehir’e gittik, daha öteye taşıt bulamayınca da, eşyalarımızı handan bozma bir otele bırakıp yüzümüzü zonklatan soğuğa ve yukarıdaki kül rengi bulutlara aldırmadan şehirlerarası asfalta çıkıp yürümeye başladık. Neredeyse beş kilometre gittikten sonra Peri Bacalarının başka bir gezegenden çıkmış gibi duran dev çıplak taş gövdelerinin ileride belirdiği ânı hiç unutmayacağım.

Tek unutmayacağım bu da değil. Dönüşte, Nevşehir’e giden bir minibüs durup bizi alana kadar gene uzun süre yürümek zorunda kaldığımız için yarı donmuş halde vardığımız köhne otelimizde tanık olduğum sahnenin üzerimde eşit derecede iz bıraktığı açık. Dördümüz, karyolalarımızın üzerine oturmuş, ısınmak için çay içerek, gençlerin her fırsatta yaptığı, hayatla ilgili o alabildiğine ciddi konuşmalardan birini yaparken Roni’nin, bir süredir şiir yazdığını söyleyip çantasının dibinden bu ilk ürünlerini kaydettiği defteri çıkartışı hatırladıklarımızın yaşadıklarımızı aşabilen o şaşırtıcı canlılığıyla kafamda duruyor.

Ama, garip bir şekilde, en net olarak geriye kalan da, akşam yemeğinde, yasal olarak gereken yaşın altında olmamıza rağmen kimsenin ısmarlamamıza itiraz etmediği dublelerin oluşturduğu sis perdesinin içinden gördüğüm birkaç sokak ötedeki lokanta. Duvarda asılı siyah beyaz fotoğrafında bir tren penceresinden bakan Atatürk, yaldız kapaklı su şişeleriyle küçük tabaklara konulmuş salata ve tatlı porsiyonlarının durduğu soğutmalı vitrinin tepesini yazı masası olarak kullanarak Sportoto kuponunu dolduran garson, boş olmayan tek öteki masada oturan, Ziraat Müdürü, Hükümet Tabibi ve Odalar Birliği Başkanı olarak etiketlediğim gürültülü üçlü ve yemeğin ortasında dışarıda gökten inmeye başlayan kar hâlâ benimle.

Başka bir yaşta olsaydım o akşam orada otururken bütün bunlar bana Çehov’un kaleminden çıkmış bir taşra dekorunun parçaları gibi görünebilirdi. Ama onyedimdeyken Marlowe çok daha sık aklıma geldiğinden, şiirle ilgilendiğini yeni öğrendiğim Roni’ye doğru eğilip İngilizce “Cehennemdeyiz, sevgili Faustus” dedim ve yüzünden geçen ifadeden cesaret alıp gene İngilizce bir deyime başvurarak daha alaycı bir tonla ekledim: “Ve Cehennemde bir kartopundan fazla şansımız yok.”

Bunları söylerken ilk kez gerçek karmaşıklığıyla gördüğüme inandığım, özgüven sahibi, kültürlü, duyarlı, zeki, esprili insanla yarım yüzyıl dost kaldık. Ortak yanımız Cehennemde Bir Kartopu gibi yaşamaya razı olmamamızdı. Hayatlarımızın esiri değil efendisi olmak istiyorduk ve bu amaçla başvurduğumuz yöntemler –içinde bulunduğumuz durumlardan elimizden geldiğince geriye çekilmek, duygusallıktan titizlikle, gerçek duygulardan da daha büyük bir titizlikle kaçmak, her şeyde her zaman bir ironi öğesi yakalamaya çalışmak– temelde aynıydı. Ama ben böylelikle bir tür bilgeliğe sığınırken, Roni belli bir uzaklıktan baktığı için yapısını kavradığını düşündüğü dünyaya çok daha elle tutulabilir bir şekilde hâkim olmanın peşindeydi. Söz konusu olan yalnız kendi hayatını etkileyen koşullar da değildi; bütün tarihe gem vurup başını doğru yöne çevirmeye çabalamadıkça rahat etmeyeceği belliydi. Siyasi mücadeleye atılıp devrimciliği benimsemesine yol açan bence bu oldu.

Dünyaya hâkim olmak isteyen birisinin elbette her şeyden önce onun şimdiki durumu ve istenen geleceği hakkında kesin bir fikrinin olması gerekir. Böyle bir konuda kararsızlığa düşmek ya da ciddi görüş ayrılıklarının oluşmasına izin vermek nasıl hareket edilmesi gerektiğini görmeyi imkânsız hale getirerek dünyayı ancak hâkim olunamaz kılabilir. Roni’nin yalnız siyasette değil, başka alanlarda da zaman zaman sergilediği kestirip atıcılık ve dediğim dedikliğin böyle bir korkuya bağlanabileceğini düşünüyorum. Onun dillere destan hırçınlığından ben de oldukça sık payımı aldım (“Zırvalamayı kes, Şavkar”, “Saçmaladığının farkındasın değil mi, Şavkar?”, “Aptal, aptal konuşma, Şavkar”) ama görünürdeki zorbalığının ardında yatan gerginlik ve endişelerin farkında olduğumdan her seferinde beni azarlamayı bitirmesini bekleyip, “Krizin geçtiyse, devam edebilir miyim?” demekle yetindim. Gülüşüp kaldığımız yere döndük. Başka bazı arkadaşlarımla yaşadığım dargınlıkları onunla hiç yaşamadım.

Ve tabii o öfkeli, kırıcı, şiddetin eşiğindeki Roni tanıdığım tek Roni değil. Dünyaya hâkim olma çabasının bir parçası olarak önündeki bütün engellere rağmen gençliğinin değer ve inançlarından ve sürdüğü bohem hayattan vazgeçmemekte direnen, kelimeleri seven, üç dil bilen, her an bir şiir okumaya ya da espri yapmaya hazır insan benim için çok daha önemli. Bir öğlen Londra’da gittiğimiz küçük Polonya lokantasında sofradan kalkarken, çok geldiği için kadehimin dibinde bıraktığım bir parmak şarabı fark edince, böyle bir şeyden gerçekten korkuyormuş gibi “Bitir şunu lütfen; birisi görür filan, rezil oluruz” diye fısıldayan, evde başka bir şey olmadığı için rom içtiğimiz bir gece aklına gelen “zayıflatmasa da mutlu edeceğini” düşündüğü “Korsan” diyetini “Sabah kahvaltısında bir maşrapa rom, öğle yemeğinde rom çorbası, akşama rom flambé” olarak özetleyen, başka bir gece saat ikiyi geçmişken hâlâ oturduğumuz meyhanenin sahibine “Siz gidin, biz kapatırız,” diyen hep aynı yarı ayyaş-yarı ermiş, zeki ve saf, sert ve kırılgan çocuk-adam.

Ama tabii sonuçta dünyaya hâkim olmak boş bir düş. Nasıl insanlar olursak olalım ve nasıl davranırsak davranalım, hayatlarımızla artık baş edemediğimiz kötü günler er geç gelip bizi buluyor. Yıllarca ertelemeyi becerdiği bu dönem Roni için, ellisini geçtikten sonra geldi. İlkin, birkaç defa ayrılıp barıştığı Yunanlı sevgilisi Elsa’yla ilişkisi kesin olarak sona erdi, ardından uğruna Londra’daki hayatını bırakıp Türkiye’ye taşınacak kadar önemsediği Taraf’taki köşe yazarlığından gazetedeki gelişmeleri onaylamadığı için istifa etmek zorunda kaldı, o tarihlerde o da Türkiye’de bir üniversitede ders veren, bebeklik günlerinden beri tanıştıkları İrvin’in Amerika’ya dönmeye karar vermesiyle de ancak böylesine yakın bir dostun sağlayabileceği desteği kaybetti.

Bütün bunlara, yenilgi kabul etmeyen tipik meydan okuyuculuğuyla karşılık vermesi ne kadar yıpranıp örselendiğini o noktada görememiş olmamın tek nedeni değil. Seyahat etmemi güçleştiren sağlık sorunları yüzünden Türkiye’ye artık çok seyrek gittiğim, Roni de sadece Londra’da hâlâ duran eviyle ilgilenmesi gerektiğinde İngiltere’ye geldiği için çok az görüşebilir hale gelmiştik. Bir arada olduğumuzda onda gördüğüm değişiklikleri, ağır ağır oluşurken tanık olsaydım farkına varmayacağım ayrıntılar olarak geçiştirebiliyordum. Ama sonunda bunu yapamadığım gün geldi.

Hesapta olmayan bürokratik bir işlem İstanbul’a uçmamı gerektirince Roni’yi aradım, arada bir, elli yıl önce onu “ilk gördüğüm” meyhanede otururken başlayan karı aşan yağışların olduğu soğuk bir Şubat haftasında buluşup gideceğimiz son meyhaneye gittik. Burada neden tuhaf bir durumla karşı karşıya olduğum duygusuna kapıldığımı anlamam biraz zaman aldı: Normalde yerine oturur oturmaz masanın üstündeki tabakları ve diğer sofra eşyalarını tam istediği şekilde yeniden yerleştiren, sonra da garsonları çağırıp su, buz ve rakının, belirlediği noktalara bırakıldıktan sonra bir daha asla ellenmemesi konusunda uyaran Roni bu defa da bu işlemleri tamamlamış, ama sanki gerekliliğine bütünüyle inanmadığı bir formaliteyi yerine getiriyormuş gibi, bunu biraz mekanik ve isteksiz bir şekilde yapmıştı. Düzensiz bir dünyaya hâkim olup düzene sokmanın artık onun için eski önemi kalmamışa benziyordu.

Meyhaneden çıkınca bindiğimiz taksi kardeşimin yaşadığı apartmanın kapısında durunca Roni yukarı gelip bir şey içme davetimi kabul etti, ama gene biraz mekanik ve isteksiz bir havası vardı. İkinci bir viski teklif ettiğimde geri çevirdi, gece burada kalması ya da hiç olmazsa kar dinene kadar beklemesi konusunda dediklerimi ise dinlemeye bile gerek görmeden dönüp gitti. Merdiven boşluğundan asansörün aşağıda kapanan kapısını duyunca pencereye gidip baktım ve gene biraz geç olsa da, buraya kadar viski içmek için değil, sağlık sorunlarım zaman zaman denge kaybını da içerebildiğinden sokaklarda düşmemi önlemek için geldiğini anladım. Çoktan, seslenilse duymayacak kadar uzaklaşmış, başında kendi kardeşinin hediyesi mor kukuleta, üstünde kısa siyah paltosu, ayak izlerini hızla örten kara aldırmadan, kimsenin yaşamak isteyemeyeceği, hâkim olunması imkânsız bir dünyanın karanlık yüreğine doğru ilerliyordu. Bir işe yaramayacağını bilmeme rağmen, gittikçe ufalıp gözden silindikten sonra bile ardından bakmaya devam ettim.

Şavkar Altınel

&&&

Hoşça kal Ronicim; seni yazılarının eşliğinde bana gönderdiğin yaşlılık/yaşlanma şiirlerinle uğurluyorum.

Cumartesi sabahları yayımlanan yazılarını Cuma günleri gönderdiğinde Roni’yle mutlaka bir mini WhatsApp sohbeti olurdu aramızda. Şimdi dönüp onları tek tek okuyorum yüzümde bir gülümsemeyle. Sanıyorum zaman zaman yapacağım bu işi… 30 Eylül 2022’de “bunlar benim yaşlılık/yaşlanma şiirlerim” diye iki şiir göndermiş, sonrasında da bunu itiyat haline getirmişti. Sorduğumda, “Evet” demişti, “kitaplaştıracağım…”

Alper Görmüş
20 Temmuz 2023

Roni’nin biçime ve kurala önem vermeyen dağınık bir adam olduğu önyargısını nereden peydahlamış olabilirim? Rintmeşrep hallerinden olabilir mi? Olabilir. Çok olmasa bile ara ara oturduğumuz meyhane masalarındaki hali de katalizör rolü oynamış olabilir bu önyargıda; gözümün önüne izmarit dolu küllüğe bir sigara daha bastıran dumanlar içinde bir Roni görüntüsü geliyor.

Yani nedeni muğlak olsa da yargım kesindi: Roni öyle biriydi.

Serbestiyet’te yazması için aradığımda çok sevindiğini söyledi, tabii biz daha çok sevinmiştik. Bu arada önyargı sürüyordu: Kimbilir neler olacaktı? (Roni, yazılarının düzenli olarak Cumartesi sabahları yayımlanmasını istemiş sonra da eklemişti: “Her Cuma, karanlık basmadan yazılar elinde!..” Dış sesim: “Peki”, iç sesim: “Hay allah, keşke daha ‘gevşek’ bir anlaşma yapsaydık.”)

Sonrası şaşkınlık ve mahcubiyet. Roni hiçbir Cuma günü geceye kalmadı. Benim ona verdiğim “21:00’e kadar” sınırını hiç zorlamadı. Yazılara gelince… Beni orada da mahcubiyet bekliyormuş. ‘Dağınık’ yazılar beklerken ben, şaşkınlık içinde tek bir cümlesine, tek bir kelimesine dokun(a)madığım yazılarla karşılaştım.

(10 Aralık 2021)

Seni en disiplinli Serbestiyet yazarı ilan ediyorum Roni, bu terbiyen daim olsun:)
Cuma günleri yazılarını gönderdiğinde mutlaka bir mini WhatsApp sohbeti olurdu aramızda. Şimdi dönüp onları tek tek okuyorum yüzümde bir gülümsemeyle. Sanıyorum zaman zaman yapacağım bu işi.

30 Eylül 2022’de “bunlar benim yaşlılık/yaşlanma şiirlerim” diye iki şiir göndermiş, ardından bunu itiyat haline getirmişti. Böylece sohbet için yeni bir bahis de açılmıştı.

Yaprak Gölgeleri

Karşı evin duvarında,
parlayan camlar arasında
dantelli yaprak gölgeleri
siyah beyaz bir film sanki,
sürekli hareket halinde;
kıpır kıpır, koşar adım,
yetişecek gibi bir yere,
aceleymiş gibi işleri.
Uzatıp kafamı penceremden
bağırmak gelir sabahları içimden:
“Hem gidemeyeceksiniz bir yere
hem de geçicisiniz benden bile.”

Son Tren

Bozkırın orta yerinde
diz çöküp toprağa
tren geliyor mu diye
kulak dayamış gibiyim
uzayıp giden raylara…
Gelen kapkara bir tren
hızla önümden geçerken
atlayıp ben de giderim
diye düşünürdüm eskiden,
her neresiyse gittiği yer.
Ses vermiyor şimdiyse raylar.
Sallanan son eller sallanmış,
uçup dağılmış son duman,
ne gelen var, ne giden,
kapanmış bütün garlar,
kalkıp gitmiş son tren.

(28 Ekim 2022)

Hüzünlü müsünüz?

Çıkıp uçaktan Heathrow’da
doğru yeraltına indim.
Metroya bindim, oturdum,
yüz yüze geldim bir reklamla:
Bir gözyaşının altında,
“Hüzünlü müsünüz,
sürekli ve nedensiz?
Yardımcı olabiliriz.”
Bir psikoloji kliniği.
Yol boyunca düşündüm:
İlk bindiğimde bu metroya,
18 yokken yaşım daha,
ilgilenmez, güler geçerdim
çıksa bu reklam karşıma.
Niye gülemiyorum şimdi?
Niye cevabım evet?

(28 Ekim 2022)

Güzel şiir ama sen şu yaşlılık işlerine fazla sardırma.
(4 Kasım 2022)

Bu hafta yok mu yaşlılık şiiri?
Yazı bittikten sonra 😁

İğne İplik

Yağmurlu havalarda vapurda olunca
yol alınca damlalarla dalgalar arasında,
bir şey tamamlanır sanki insanın içinde
akar gibi dolanınca adaların kenarından:
İplik iğnenin gözünden geçmiş de,
her şey her şeye teyellenmiş gibi,
bir eksik nihayet giderilmiş gibi.
Bilir ama için için insan yine de:
her şeyden olduğu gibi
gelecektir eninde sonunda
bu vapurdan da inme vakti.

(4 Kasım 2022)

Çok güzel şiir. Adada yaşadığım iki yıl geldi gözümün önüne (2000-2002). Bilgi Üniversitesi yılları. Sabah 05:55 vapuruyla Kabataş’a, Akşam 15:40’la Kabataş’tan Büyükada’ya…
Teşekkür. Ama bu da yaşlılık şiiri. ‘Vapurdan inmek’ bir metafor…
Ya Roni tamam şair değiliz de o kadarını da anlıyoruz yahu. [Peki] Neden “ama?”
“yaşlılık işlerine fazla sardırma” demiştin ya. Yine sardırdığım için “ama”.
Ha, ok. Onu laf olsun diye dedim. Boşver, devam. Duygun neyse aktar gitsin.
Tam dediğin gibi. İyi şiir sahici olmak zorunda, yoksa iyi şiir olmaz. Gerçek duygunu aktarmazsan sahte olur.
(18 Kasım 2022)

Kapılar

Hafif yağmurlu bir sonbahar akşamı
rüzgârın kapıyı çarparak kapamasında
simgesel bir anlam aranmamalı.
Ne bir işaret bu, ne de kehanet.
Yer değiştiren havanın basıncıyla
kapının basitçe hareketlenmesi sadece.
Bu arada, evet, artık kapanmış kapılar,
çok daralan yollar da olabilir hayatımda.
O başka.

(25 Kasım 2022)

Ve yepyeni, birkaç gün önce tamamlanmış bir şiir:

Kamyonlar

Hafriyat kamyonları geçti dün önümden yine,
arka arkaya üç tane, dopdolu, tepeleme,
harf taşıyorlar bir yerinden kentin bir yerine.
Önde gidene g’ler yüklenmiş, e’ler ikincisine,
arkadakinde karışmış harfler birbirine.
Kim ısmarlar bunları?
Kim ne yapar bu kadar çok harfle?
Kamyon dolusu karmakarmaşık olasılık.
Teslim alıp birileri bu harfleri bir yerlerde
dönüştürebiliyor mu acaba anlamlı bir bütünlüğe?
Çok denedim, çok istedim,
beceremedim ben. Hep harf kaldı harfler elimde,
ne bir kelime oluşturabildim, ne de bir cümle.

(16 Aralık 2022)

Sadece

Ilık bir odanın penceresinden
uçtuğu anda dışarı
sineğin bir kanadı kopuverse rüzgârda;
kazan dairesinde bir tekir kedi,
kalorifer dumanlarının arasında
sabaha kör uyansa,
orta yaşlı bir bakkal
bacaklarını kaybetse,
ikisini de, araba kazasında;
iki çocuklu emekli bir kilimci
sağır olsa yanı başında
bir tüpün patlaması sonucunda;
kilimci ve bakkal, kedi ve sinek,
devam eder hiçbir şey olmamış gibi.
Ne yürümek önemli çünkü, ne işitmek,
ne görmek, ne uçmak herhangi bir yere,
öyle ya da böyle,
yaşamak sadece.
Yaşamak sadece.

(16 Aralık 2022)

O gün ilk açtığımda okumayınca sonra dalgaya geldim. Şimdi okudum. Valla Roni (genç Roni kızmasın), bunlar ‘gençlik şiirleri’nden daha güzel bence.
Eksik olma. Yaşlılık biraz da ustalık demek belki de.
(27 Ocak 2023)

Birden

Tutunmuş ucuna uzun bir dalın
sorunsuz sandığı bir dünyada
usul usul salınırken rüzgârda
hafifçe sararmış bir yaprağın
kopup düşmesi gibi yere birden,
evlere yakın uçmayı seven
kıvrak, oynak bir güvercinin
hızla çarparak şeffaf camına
dışa doğru açılan bir pencerenin
baygın düşmesi gibi yere birden,
bana da bir şey oldu birden.
Nasıl oldu?
Ne zaman oldu?
Anlayamadım.
Hiç beklemiyordum.
Yaşlandım birden.

(27 Ocak 2023)

Ya Roni, şiir çok güzel ama üzüyorsun beni. O kadar da dertlenme. Senden daha ‘abi’ler var bu fasılda.
(20 Mart 2023)

Yolun Sonu

Uzun yol kaptanlarıyla
TIR şoförleri eskiden
çok garip gelirdi bana.
Git git bitmez yollarda
aylar yıllar boyunca
varamadan insan nasıl yol alır?
Şaşardım hep, nasıl sabreder,
nasıl dayanır sonsuz yollara?
Biliyorum ki şimdi oysa
(yaklaşırken yolun sonuna)
uzun yol dayanılmaz değilmiş,
yanlış düşünmüşüm onca zaman:
Hiç bitmemesi değil yolun,
bitmesiymiş korkutucu olan.

(30 Mart 2023, Perşembe)

Editör Kardeş, yarın hastanede bir işim var, ne olur ne olmaz, iş uzar kaygısıyla, C’tesi yazımı bugünden yazdım. gönderiyorum. Ama biz yine C’tesi yayına sokalım tabii.
(14 Nisan 2023)

Bugüne kadar yazı gönderdiğim en geç saat!
Hay allah, ben de 19:57’de gruba “Roni de cıvıttı” diye yazmıştım, keşke bir dk daha bekleseymişim. Şaka şaka. Bu diyarın en disiplinli Roni’sisin:)
(14 Nisan 2023)

Sebep

Karanlık bir koridorda,
kalabalık bir yol kenarında,
sahilde, tatilde, bakkalda,
bir korku düşerdi bazen
gençken içime durduk yere,
anlamsız, soyut, aptalca…
Geçer giderdi hızla sonra,
anlaşılmazdı ne olduğu
neden olduğu.
Arada bir şimdilerde
yine düşüyor içime
birden midemi tırmalayan,
kalbimi bir el gibi sıkan,
beklemediğim bir korku.
İşin kötüsü artık şimdi
ne soyut ne de aptalca,
anlamlı ve gerçekçi.
Ve çıkmıyor aklımdan sebebi.

(14 Nisan 2023)

Tenks. Bunlar kitap olacak di mi?
Elbette. Seneye olur herhal.
(9 Mayıs 2023)

Ronicim nedir vaziyet? Oldun mu ameliyat?
Ameliyat yok, bugün kemoterapi başladı. Ölmeyi düşünmüyorum 😄
Roniler ölmez proletarya bölünmez!
İlk kemoterapim tamamlandı, eve döndüm, hiçbir yan etki yok, şimdilik zımba gibiyim!
(9 Mayıs 2023)

Yukarıda (25.11 tarihinde) “Kamyonlar” başlıklı ve hafriyat kamyonlarıyla ilgili bir şiir göndermiştim sana. Bu onun küçük oğlu:

Ö ve ü

Harfler döküldü hızla giden kamyonun kasasından,
uçuştular soğuk rüzgârda yerlerini arar gibi bir süre,
yol kenarına yığıldılar sonra. Bir ö çarptı gözüme,
ardından bir de ü gördüm. Dönüp sırtımı yürüdüm.
Bildiğim bir şeyin gerek yoktu altının çizilmesine.

***

Roni, Serbestiyet’e gönderdiği son yazısına “ö” ve “ü”ye dair bu şiiri iliştirmişti.

Hoşça kal Ronicim.

Alper Görmüş