Bir seferinde beni Küçükköy’deki evine misafirliğe çağırmıştı; küçücük bir arazide iki katlı beyaz bir evi vardı orada. Bana “malikânesini” gezdiriyor, bir yandan da durmadan, heyecanlı heyecanlı anlatıyordu: “Çok param olsa burada hasta öğretmenler için bir sanatoryum kurardım. Aydınlık bir yapı olurdu, hani, kocaman kocaman pencereleri, yüksek tavanları olan çok aydınlık bir yapı. Mükemmel bir kütüphane kurar, bütün müzik aletlerini bulundurur, arı besler, bostan eker, meyve yetiştirirdim. Onlar için tarım üzerine, meteoroloji üzerine, daha pek çok konuda konferanslar düzenlerdim – öğretmen dediğin her şeyi bilmelidir, ihtiyar, her şeyi.” Birdenbire susuverdi, öksürdü ve o tatlı, o zarif, insanı ister istemez bütün dikkatiyle onu dinlemeye zorlayan karşı konulmaz çekicilikteki gülümseyişiyle bana şöyle, yan yan baktı. “Düşlerimi dinlemek seni sıkıyor mu? Bunlardan söz etmek çok hoşuma gidiyor benim. Ülkemizin kırsal kesimlerinde iyi, akıllı, bilgili öğretmenlere ne büyük, ama ne büyü...