Ana içeriğe atla

Kayıtlar

sezai karakoç etiketine sahip yayınlar gösteriliyor

Bahçe Görmüş Çocukların Şiiri

İlkin sakin kiraz bahçeleridir andığım eski günlerden Şehrin çocuklara mahsus kaydıraklardan olduğu Fi tarihinde kutsal sözleri kale almadıkları için Harap bırakılmışlar tabiatüstü güçlerle Bir kere elime aldım mı çocukluğumu Üstüne kerametler yazılı derilerde Geleceği bildiren derilerde Başlar yeni bir mantığın bağbozumu Paganini bakışıyla ölümü inkar eden Anneleri şaşırtan çocukları büyüleyen Sevimli kahinlikleriyle fakirleri sevindiren Ve siz ey çingene kadınları O yıllar savaş yıllarıydı geceleri karartma Gündüzleri fırın önlerinde birikirdi halk Biz çocuklarla büyükler arasındaki fark Bir yanda şehir bir yanda kiraz bahçeleri Sezai Karakoç

Savaş Alanında

Bir insan ha aslan pençesinde paramparça olmuş Ha olmuş şiirimin nişanı Aynı kaderdir onu bekleyen Annesi yakında ağlayacak ona Öldürmeden önce başına dikildiğim anda İyi bilir ölümün satın almak için bir karşılık ödemediğimi Ve en ufak bir kaygım olmayacağını Karşılık olarak tasarlanan cezadan Korkunç kuzey rüzgârı üstünde koptuğunda Ve köpükten kamçısıyla kıyıyı dövmek için Dağ gibi dalgalarını topladığı an Benden şiddetli olamaz deniz bile Düşmanımın üzerine atıldığım zaman Gazaptan bambaşka bir insan olduğum zaman Dolu yüklü olarak ansızın çıkıp gelen Bir bulut çabukluğu ve hızıyla Kureyşe gelince peşlerini bırakmayacağım İçinde bulundukları sonsuz kayıp halinden Lât ve Uzza putlarına tapmadan dönünceye Ebedi ve Tek Allah önünde secdeye kapanıncaya kadar Hz. Hasan Bin Sabit Çeviri: Sezai Karakoç

Endülüs'e Ağıt (Feryadnâme)

Çıkan iner, kalkan düşer, her yükselişin var bir sonu Niçin bunca gurur maldan, mülkten, adtan sandan insanoğlu. Oluşta ne var ki olduğu gibi dursun, hiç değişmesin. Sen de gök gibisin, bir gün masmavi güneşlik, bir gün bulutlu. Bu dünya kime kalmış, yaramış ki kalsın yarasın sana da. Yok hiçbir çizgisinde bu yeryüzünün ölmezlik rengi ve ölmezlik kokusu Zaman değişmek bilmez kesin ölçülü ve hükümlüdür: Geri döner, paralar sahibinin zırhını, kılıçlar ve kargılar iIeri doğru işlemez oldu mu. Zaman bu, ona ne kılınç kını dayanır, ne meşhur kaleleri sultanların. Kınlar eskir, kaleler çürür, o kaleler dünyanın en sarp yurdu Gımdan olsa da; Gımdan, şahin bakışlı ve kartal duruşlu. Nerede, de bana, o taçlı hükümdarları Yemen'in? De bana, onların taçlar içinde bile taç olan taçları ne oldu? Şeddad'ın cennet diyerek kurduğu saraylar ülkesi İrem, Sâsaniler'in ebedî sanılan devleti ne oldu? Altınları yığdı yığdı da bir dağ yaptı Kârun, hani o dağ? Hani Âd, hani ...

Büyükanne

Üç yıl olmuş nerdeyse öleli büyükannem Ne iyi kadındı. Gömülürken Akraba, eş, dost, tanıdık, tanımadık Ağlamış sızlamıştı ta yürekten Yalnız ben dolaşıp durmuştum evde Üzgün olacak yerde şaşkın. Ayıplamıştı biri beni Tabutunun başında sessiz Kupkuru gözlerle böyle bakılır mıydı? Şamatalı yas, çabuk geçip gitti Üç yıl boyunca tatlı-acı olaylar, Başka heyecanlar, sarsıntılar, yıkışlar Silip götürdü herkesin gönlünden o günün acısını. Yalnız benim gözümde canlanır o an ve ağlarım sık sık Üç yol boyunca artarak ve günden güne. Bir ağacın gövdesine yazılmış bir ad gibi Ruhuma işleyerek ilerler boyuna hatırası. Gerard de Nerval Çeviren: Sezai Karakoç

Köpük

Portakal büyüsüdür yalayan seni beni Kentte başlarken gece horozun terk ettiği Bir kadını havlıyor taşıyor o ıssız köpekler ki Kırmızı bir karpuzun ortasından kesilen o köpekler ki Deniz mi dedin ne denizi Ben Kristof Kolomb'un uşağı değilim Ben ırmakçıyım denizci değilim Kulağımda ne bir aşk ne de bir kürek sesi Bir meydan uğultusu barbar bir inşaat sesi Bir kere kente girdin Bir kadını al onu yont yont anne olsun Her kadın acıma anıtı bir anne olsun Çocuklara açılan mavi kırmızı pencere anne Sen bu şehrin sokaklarından geç sonsuz pencerelerle Bir insanı al onu çöz çöz çocuk olsun Ve sonra yıpratılan ne Mavi bir alıkonan Bu köpekler neyi havlıyor hangi kadını Bu horozlar neyi ürperiyor çocukları mı Sabah ki marul ortası kırılan bir gemi direkte Vakit çiçek bozuğu bir akşam terkisi Bana ayrılan hangi Arap atının terkisi Hangi çadır düşüncesi ve çöl Bir mermerin rüzgârdaki savruluşu çöl Kadın giyeceklerinin kıvranışı kızılda Bir kırmızı biber salgını devele...

İnci Dakikaları

Sen bana yeni yılsın her dakika Her dakika bir yaşıma daha giriyorum Sen benim üstüne titrediğim güzel ve yeni Saatim kadar saadetimin gözbebeği zamansın Ben bin parçaya bölündüm her parçasında Her parçasındayım kırkayak sesli boğuk Arkadaşlığın Çalkantısız Üniversitenin yalnızlığın ve ağlamanın Erkek ağlar mı diyeceksin Hayberin kapısı ağlar mı erkek ağlar mı Ben yel gibi erkekler ağlar diyorum Bir dakika ağlar yılbaşı dakikasında Daha gözlerimin gerçek yaşları belirmeden Ağlamak diye bir şey yoktur diye bir şey Yüzme bilmeyen bir uyurgezer yüzer ya Çürük ve havada asılı tahtalar üstünde Hafif kedi ayaklarıyla yürür gerçekten yürür ya Sen benim ağlamamı erkeklığıme Uyanan ölmeyen yenilenen Azgın kışlar içinde keskin baharlar bulan Seni bulan yeniden bulan tekrar tekrar bulan erkekliğime say Bütün bir yıl bütün bir yaşama boyu Gizli heybelere binbir gece eşyası doldurduğuma say Ben otomobilleri böylesine yankısız sağır komam Öyle bir isyan şiiri var ki ben onu...

Sultan Ahmet Çeşmesi

Su yerine süs akıyor Deliklerinden Eğilmiş ölümsüz ince bilekli Cariyeler bakıyor                  Derinlerden geliyor sesleri Önünde dokuz minare Aynalar kadar aydınlık yüreği Kilise öte yanında yara bere İçinde kendini sessiz bir oluşa bırakıyor                  Değiştiriyor deri Tramvayın köşeleri sarıdır Ortasında oturmuş mesut bir sağır Bütün gün türkü çağırır Erir çeşmenin iki göz bebeği                  Ben o kanlı kızgın                  Gözyaşlarıyım çeşmenin Sezai Karakoç

Alınyazısı Saati 4

Bütün dünya mahkûm gibi Yalnız sen hürsün sabah yıldızı Bizim zincirle bağlı her yanımız kolumuz kanadımız Yalnız sen özgürsün sabah yıldızı Güneş bile lekelenmiş Yerden yükselen dumanlarla Ay paslanmış Geceden sisler ve puslarla Yalnız sen saf lekesiz ve mâsum Yalnız sen tertemiz Gecenin eremediği Gündüzden önce ulaşan Kendi gönül sırrına Ve günün soluğuyla sararmayan Parçalanmaz aydınlık Ve bölünmez ışık Alınyazımızın tek ak noktası gibi parlayan Sabah yıldızı Bütün gece uykusuz kalsam Bütün ömür susuz kalsam Ne çıkar Seni görürüm mutlak Sabaha doğru Sabah namazı Senin kanatlarındır İnsanı götüren Hür ve aydınlık ufuklara doğru Yıldızlar çekilir Ve güneş erteler doğmasını Ve sana kalır Zaptedilmez öz vatan gibi Gökyüzü Ve sabah rüzgârı Hafif hafif siler Gözünde birikmiş yaşları Kadifeden görünmez ellerle Neden ağladın bu gece Ve dün gece Ve neden ağladın evvelki gece Neden söyle Sabah yıldızı Bırak Beyrut’a ben ağlayayım Altmış bin ölü v...

Alınyazısı Saati 6

6. Kimse söndüremez seni Sabah yıldızı İnsanlığın alınyazısısın Altın çivilerle çakılmış Zaman levhasının göğsüne Ürkek bir güvercinin Kalbi gibi atsa da nabzın Sen çelik kalesisin secdenin ve sabrın Kerpiç damlara Sessizce sürünüp geçsen de Ayın gölgesinde Belli belirsiz İletsen de bildirini Güneşin ilk parlayışıyla Sönecek çiğ tanelerine Kimse bilmese de Yine sen olacaksın O güneşin gözbebeğinde Güneş yakar Sen ışıtırsın Ateş denizinin çalkantılarından Yüzü bulandıkça onun Yüzünü aydınlatan Suyunu durultan Sen olacaksın onun             * Ve o kadınlar nereye gittiler Anne olan sevgili olan o kadınlar Çocuklarının üzerine titreyen Kirpiklerinde hep aynı Sevgi ve merhamet ışığı O kadınlar gökyüzüne mi çekildiler Eleğimsağmalara mı göçtüler Muratlarımızla birlikte Ve şimdi Erkeklerin kötü alışkanlıklarına özentili Bir kadınlar seli Onlar gibi Kumar içki ve şiddetin esiri Ve kentte gece yarılarında Tabanca sesleri...

Taha'nın Gül Muştusu

-Kav 2- 34 Günaydın bana geri gelen şiir Bana geri gelen anıt Bana geri gelen kalbim Bana geri gelen kalbimin ayışığı Gözleriyle iyileştiren yaralarımı Kalbim güneşim efendim Günaydın yüreğimin kuşluğu Sürekli kuşluğu Günaydın alacakaranlık Ama nasıl alacakaranlık Bizi yataklardan koparan Dağlara yaklaştıran Dağlara doğru fırlatan Grevlerden grevlere koşturan Yanardağ Alacasıyla anne karanlığıyla baba Loşluğuyla kardeş aydınlıyla abla Kırmızı kırmızı bir karasevda Siyah siyah bir kuş lamba Hız kazanmış kristal camlarla Gelen ve giden İçimizde ve dışımızda Son durak İstanbul İlk durak Ankara (...) -Taha kapının önünde- 37 (...) Ne bahardan bir gül ne yazdan bir yemiş Ne kıştan bir imdat ne sonbahardan sada Bir ara dinlendiriyor yüreğini Beethoven Dört duvardan yavaş yavaş gelen Gözlerden bir çılgınlık akıyor geriye geriye doğru Van Goghun elleriyle kırılan bir başak mı bu Cermen baltalarıyla frenk sopalarıyla İskandinav buzullarıyla geçti Wagner ...

Ağustos Böceği Bir Meşaledir

Böcek ki akıtıyor damla damla ağzından Üzüm ballarında süzülmüş ağustosu Titreyen şıngırdayan bir çocuk oyuncağı Ağustos bu seste Bu durmayı unutmuş seste Çam diyor ağustos böceği Çamlara kasideler söylüyor Tanrı’ya yakarıyor nesli tükenmesin diye Bu hanedanın Ağaçlar içinde şah ağaç olan bu hanedanın Ey masalcı adam iftira ettin sen Bu harikalar harikası böceğe Onu suçladın tembellikle En çalışkan onu görüyorum ben Hiç bir karşılık beklemeden Yazı ağustosu çamı çınarı Tanıtıyor bize yazı ağustosu çamı ve çınarı Ağacın dalında güneşe doğru yaklaşarak Suyun, bir damla suyun değerini altın ediyor Çiğ damlası bir zümrüttür diyor Susadıkça eşsiz sesiyle şarkılar söylüyor İlahiler okuyor güneşe gönderiyor Sen bunları levha levha kızart diyor Bir daha yanmayacak şekilde kızart diyor Kıyamete kadar kalsın insanlığa uzat diyor Güneşi yakıcı güneş bilen gölgeyi reddeden Gölgede saklanma kurnazlığını reddeden Aç kalma pahasına olsa da öten Susamanın armonilerini en iyi bilen Matemden alevden bir...

Masal

Doğuda bir baba vardı Batı gelmeden önce Onun oğulları batıya vardı Birinci oğul batı kapılarında Büyük törenlerle karşılandı Sonra onuruna büyük şölen verdiler Söylevler söylediler babanın onuruna Gece olup kuştüyü yastıklar arasında Oğul masmavi şafağin rüyasında Bir karaltı yavaşça tüy gibi daldı içeri Öldürdüler onu ve gömdüler kimsenin bilmediği bir yere Baba bunu havanın ansızın kabaran gözyaşından anladı Öcünü alsın diye kardeşini yolladı İkinci oğul Batı ülkesinde Gezerken bir ırmak kıyısında Bir kıza rastladı dağların tazeliginde Bal arılarının taşıdığı tozlardan Ayna hamurundan ay yankısından Samanyolu aydınlığından inci korkusundan Gül tütününden doğmuş sanki Anne doğurmamış da gök doğurmuş onu Saçlarını güneş destelemiş Yıllarca peşinden koştu onun Kavuşamadı ama ona Batı bir uçurum gibi girdi aralarına Sonra bir kış günü soğuk bir rüzgâr Alıp götürdü onu Ve ikinci oğulu Sivri uçurumların ucunda Buldular onulmaz çılgınlıkların avucunda Baba ...

Alınyazısı Saati - Kudüs (Gökte yapılıp yere indirilen şehir)

1. Ve Kudüs şehri. Gökte yapılıp yere indirilen şehir. Tanrı şehri ve bütün insanlığın şehri. Altında bir krater saklayan şehir. Kalbime bir ağırlık gibi çöküyor şimdi. Ne diyor ne diyor Kudüs bana şimdi Hani Şam'dan bir şamdan getirecektin Dikecektin Süleyman Peygamberin kabrine Ruhları aydınlatan bir lamba İfriti döndürecek insana: Söndürecek canavarın gözlerini İfriti döndürecek insana Ve Kudüsü terkettiğin o ikindi Birinci Cihan Harbi günü vakti Kan sızdırıyor kaburga kemikleri Karlı dağlardan indirdiğin atların Bir evde perdeyi indiriyor bir kadın Mahşerin perdesini kıyametin perdesini Ağlıyor yere inen saçları Göğü yırtan kefen beyazı elleri Ve Kudüs şehri. Gökte yapılıp yere indirilen şehir. Tanrı şehri ve bütün insanlığın şehri. Yeşile dönmüş türbelerin demiri Zamanın rüzgar gibi esen zehiriyle Ve yatırlar patır patır kaçıyor geceleri Boşaltıyorlar işgal edilmiş bir şehri boşaltır gibi Kaçıyorlar Lut şehrinden kaçar gibi Tuz heykele dönüşmemek i...

Hızırla Kırk Saat

1. bu çok sağlam surlu şehirden de geçtim beni yalnız yarasalar tanıdı az kalsın bir bağ bekçisi beni yakalayacaktı adım hırsıza da çıkacaktı her evde kutsal kitaplar asılıydı okuyan kimseyi göremedim okusa da anlayanı görmedim kanunlarını kağıtlara yazmışlar benim anılarım gibi taşa kayaya su çizgisine gök kıyısına çiçek duvarına değil kedi yavrularından başka -o da gözleri açılmamış olanlardan başka- el uzatmaya değer soluk alır bir nesne bulamadım bir gün daha öldü ey batıdaki mağaralar beni afyonunuz bağlasaydı da uyusaydım bu katı bu sert kente gelmeseydim bir kaç eski ölünün kemiğini fosforladım ışıklarını arttırdım bin yıl sonraki çocuklar için yaşlı bir adamın şapkasını düşürdüm karpuz kopardım dağdan taş yuvarladım ırmakta yıkandım ölümsüz çamaşırlar giyindim çivi yazısıyla yazılmış bir taşa oturdum yanımdan tak kuran işçiler ve turistler geçti çok eski bir şairin(ben miyim yoksa) taktım aklıma şöyle bir dörtlüğünü: "giydiklerin öyle ölüms...