Ana içeriğe atla

Kayıtlar

Mehmet Solak etiketine sahip yayınlar gösteriliyor

Bir Acûzenin Yakarışı

sen hiç üşüdün mü kucağında gözleri yemyeşil benzi boz bulanık bir hüzün  üşümek nedir bildin mi  ayaküstü zamanı uzatmak  akşamdan dallarda sabahtan kaskatı yerde sığırcıklar gibi  içine büzüşmek sessizce  bildin mi  sarsıcı bir söz sonrası  nedir kat kat örtülere bürünmek.  serin suları yürümek ürpererek  en çok ölmeyi bilmek  ne ki gelişimiz kadar beklenen  gidişimiz  canciğer ikiz kardeşimiz  tanrım  biz neyiz ki bir acûzeden başka  yol göster bize, aşka  hoş kıl yüzümüzü evimizde kalalım  yâ rahîm  yâ kerîm Mehmet Solak

Hasret Burcu'ndan Hikmet Burcu'na Kırk Uzun Yol

Haydar Ergülen, 1956 Eskişehir doğumlu. 40 Şiir ve Bir… kitabını 1997 yılında çıkardı. Demek ki; 40 Şiir ve Bir yayımlandığında şair 41 yaşındadır. Her ne kadar Dante, yolun yarısı olarak 35 yaşı görmekte ise de anlaşılan o ki; Haydar Ergülen için yolun yarısı 40’tır. Kitapta yer alan kırk şiir, en güzel çocukluk ve gençlik anılarıyla geride bırakılan kırk yıllık yarı ömrü, bir dize ise ömrün ikinci yarısına atılan ilk adımı temsil etmektedir. 40 Şiir ve Bir, iki bölümden meydana gelmekte. İlk bölüm: 40 Şiir. Bu bölümde yer alan kırk şiirin bir diğer ilginç yanı da her şiirin yirmi dize + bir dizelik iki bölümden oluşması. Ayrıca her şiirin yirmi dizelik bu ilk bölümünde kelimeler çoklu okumalara ve anlamlara açık bir şekilde kullanılmış. Bu kullanım da, bir dizenin tek başına bir ‘şey’ ifade etmesi ötesinde; bir bütünün (yirmi dizelik bendin) parçalarından biri olması sonucunu doğurmuş. Ayrıca bu ilk bölümde şair, aynı kelimelerle  -kimileyin kökteşlik ve sesteşlikten de yarar...

Ölüm Fotoğrafları

ben ölümdüm her akşam hüznüyle ölürdüm oysa ne çok şarkı söyler yürürdüm bilirdim her şarkı dokunur gönlüme her adım tüketir adımı ne de çok adım vardı nereye dönsem deniz oradaydı bir beyaz martı çığlık çığlığa ağzında inci mercan nar nârına ölürdüm ben ölümdüm kaçtıkça kanardı düşlerim uykuya sarılır gözlerim kavgaya uyanırdım kurşun asker değildim postallarım temizdi omzum boştu lâkin bir başım vardı kavlamış kulağım bereme gizlenmiş saçlarım sonra kelimelerim olanca yorgunluğuma eş yeminim her vakit alkışım ısınmadan soğuyan soğudukça ısınan yatağım ki akardım aktıkça genişlerdi suskun her yağmur ürkütür yolda bırakırdı her kar ben her seher ölürdüm ben ölümdüm denizin rahmini yırtınca o çirkin ses yüzünce gövdesini köpürten hançer açardım penceremi hayata inat uzanırdım körfeze yaslanarak her nöbet ısınırdı avuçlarım katırtırnakları batardı sırrıma kasılır tutardım büyürdü karanlığın ortasında nicedir serpilen serap binnaz nazına ölürdüm ben ölü...

Sorsam Usulca

kaldı mı kimi kimsen iki adres arasında kahırdan boyuna eksilen senden temkinsiz bir rivayetin vadesiz mektuplarından başka kaldı mı… en hazin şarkımın rengi ol, sıfatı öyleyse heveskâr esmerliğime sırdaş içimde eskiyen siyah- beyaz bir filmde mültecisin işte, kendinden çıkacak yolun yoksa kime uzak kime çıkar bilmediğin ne sırtında hırkan sükûtu neftî ne mührün lekesi cebinde haydi in kendine bir kelime seç kimsesiz harflerin sığınağı olsun aramızda gezen meleklerin sesi sırlardan bile sessiz nâzenin bir kelime: adın olsun Mehmet Solak

Adına Hazırım

1. parça pörçük bir şiir bu hem bütün benim gibi ha var ha yok 2. rutûbet kokuyor genzim balçık her yanım kara balçık çözüldü çözülecek dilim koptu kopacak tufan el aman 3. ne zaman boşalacak bu gergin bu meyus yay alın çatına dünyanın kötücül aklıma kaçak sayılsak da kehânet gecelerinde yarım kalsa da suçumuz alıştık kalbimize yenilmeye alıştık nietszche’nin ölümüne dar vakitlerde ölmeye ya hallâc-ı mansûr’a takvimler göstermese son günü ne çıkar uzun gelse çentiklenmese hayat birikmese yok olsa denizde masmavi köpük köpük gecikse attar’ın anka’sı zümrüt siyahı kopsa tufan kim erer salâha nuh değilse adı kim körelen bir bilmece bu eksikte yok olan parçada bunalan kelâmı olmayan mihrap mı ne ne karıncasız yaz ne vahasız çöl yetebilir mecbur kalbime sultanı olsa da bir güzeller güzeli gökten üç elma düşse de tek evime çıkamam kerevetine neden 4. kim sussa kim yalnız kalır kim tek başına, nerede duvar altında kalmasa hâlâ çıkabilse çan ...

Kıyısızım

kimseye kıyım yok benim, kıyısızım benim uçurumlara yakışan sûret kendime ayırdım yalnız yalnızlığımı yazdan güze güzden kışa biteviye akan bir içdeniz gibi en içime dolan nice nehirler akmakta bahçeme nice köprüler kurulmakta sözsüz kim indi kuyuma,kim(in) di bilir misin kûy-i yâre bırakıp giden kalbini çürümüş yazlardan geçerek son yaprakları son aşkları son hüzünleri bırakarak ıssız yolculuğuna çıkan,kim başkasına sığ kendisine derin bu mevsimde serkeş akşamlara küskün yollara yoldaş ne olur sarartma beni ey güz “huysuz konuk”uyum ben bu şehrin ince parmaklarınla kapa gözlerimi yaslı sözlerle teskin et ben yolcuyu sanma ki “safâdan sema-ı râh ederim” bu ateşten mevsimin kıyısında Mehmet Solak

Şiir Hevestir

Şiir nedir, sorusu şimdiye değin defalarca sorulmuş; hiç üşenilmeden de defalarca cevaplanmıştır. En öznel tanımlamalar şiir üzerine yapılmıştır, dense yeridir. O halde, bir tanımlama da ben mi yapacağım. Hayır. Niyetim tanımlama yapmak değil; sadece şiir- insan ilişkisine heves penceresinden bir göz atmak. Heves; bir şeye karşı duyulan istektir. Fakat aşk, şevk derecesinde bir istektir bu. Herkesin içinde bir şeylere karşı istek vardır mutlaka; heves etmekten alıkoyamazsınız kimseyi. Ama herkes hevesdâr değildir yine de ve olamaz. Her arzuladığına ulaşıp ondan hevesini almak herkese nasip olur mu sanıyorsunuz. Ne mümkün! Kimlerin hevesi kursağında kalmamıştır ki!..Kimler etrafına bakıp, olur olmaz her şeye heveskârlık göstermemiş sonra da hevesini alıp kendi köşesine çekilmemiştir. Kuşkusuz pek çok heveskârın yolu düşmüştür şiire. Heveskârı çok olunca, şiirin de yol geçen hanına dönmesi kaçınılmaz olmuştur. Aslına bakarsanız hanın bir şikayeti yok bu durumdan. Sıkıntı, konukların ...

Kimi, Nereye Götürür Şiir?

Hiç kimseyi, hiçbir yere götürmez şiir. Her kim, şiirle bir yerlere gittiğini ya da şiirin, kendisini bir yerlere götürdüğünü iddia ediyorsa yaman bir kandırmacanın içindedir. Üstelik, kişinin sırf kendisiyle sınırlı bir kandırmaca değildir bu. Zira, kendisiyle beraber başkalarını da kandırmak vardır işin içinde. İnsanoğlu bunu hep yapar aslında; yani habire kandırır kendini. Doymaz bir türlü. Yetmez, kendini kandırdığı şey, her neyse onu başkalarına da empoze eder. Gündelik hayatta buna bir gerekçe bulunabilir. Çoğu kere de bir zaaf olarak değerlendirmek mümkündür bu hali. Oysa sanat söz konusu olunca, mesele zaafiyet sınırlarını aşarak sahtekârlığa gelip dayanmakta. Ne fark var demeyin sakın. Zaaf, marazî bir haldir, irade hakimiyeti yoktur onda. İradesine hakim olamadığından yapar her ne yapıyorsa insan. Halbuki sahtekârlık düpedüz iradî bir durumdur. Bile isteye yapar insan her yaptığını. Hesaplı kitaplıdır sahtekârın edimi; itkisel yahut dürtüsel değildir yani. Peki nasıl ...