Ana içeriğe atla

Kayıtlar

ece temelkuran etiketine sahip yayınlar gösteriliyor

Bir şey oldu bu memlekete. Kimse kimseyi sevmez oldu

Meral için... Yazmam böyle şeyleri. Özel meseleler bunlar. Ama sanırım bu kez kayda geçmeli. Niye? Anlatacağım. Sabah sekizdi galiba, belki daha erken. Uyuyorum. Telefon çalıyor, telefonda bir kadın hüngür hüngür ağlıyor: "Yazını okuyorum şimdi onun mezarı başında. Bugün Yaman'ın ölüm yıldönümü." Susuyorum. Ağlarken şaşkınlığıma gülüyor: "Meral Okay ben." Yıl 2002'ydi. Irak'a savaş açacaklardı, Meclis'te harıl harıl fezleke çalışması. Mehmet Ali Alabora ile birlikte Savaş Karşıtları sözcüsü yaptılar ikimizi. Kafası kesik tavuk gibi koşturuyoruz, bir Ege Üniversitesi'ndeyiz, bir ODTÜ'de, hatta bir gece Ankara'da Roman mahallerinde davulcu zurnacı örgütlemekte. Geceleri sokaklarda binlerce insan beraber zıpladığımızı hatırlıyorum şimdi: "Öldürmiycez ölmiycez! Kimsenin askeri olmıycaz!" Arjantin'den dönmüşüm. Kafam bir gönül meselesine bozuk, fena bozuk. O sebeple zaar, Arjantin eylemleri ile Irak işgali arasında, o hengamede ...

Albatros

Kadın albatros bana erkeğini anlattı onu seçmek için epey zaman harcamıştı albatros eşini seçmek için onu sınavlardan geçirir; kolay değildir kadın albatrosu döllenmeye ikna etmesi kadın albatros erkeğinden söz almalı bir kuş başına gelecekleri bilmeli değil mi? yavruyu verecek yumurtanın üzerine oturması gerekir kadının çünkü, böyle geçecektir aylarca kuş günleri bir kerecik bile kalkarsa, kuş ölüsü çıkar bu aşktan kolay değildir ölü vermiş aşkları sürdürmesi bu yüzden altı ay sınar kadın albatros erkeğini altı ay sonra edilir kuş dilinde bağlılık yemini yine de düşünerek ve kederlenerek geçirir kadın albatros gününü ve gecesini; kolay değildir bir kuşun muhtaç olduğunu sevmesi kuş kadar hür olanın kalbini esaretine vermesi ama yine de onu besleyebilecek bir erkeğe, gittiğinde dönecek bir kuşa vermelidir kuş gönlünü hak etmelidir erkek, bu özgürlük bozumunu kadın albatros döndü öbür gözünü ilki gibi değil hikayenin bu bölümü yavru çıkınca yumurtadan, gelecekti aş...

Gidenler genç kalır

Yaşlanma, gitme korkusuyla başlar... 'Bırakıp gidebilenler' ise hayatta, 1-0 önde koşar... İhtiyarlamak azizim, gitmek korkusuyla başlar. İçine bir şüphe düşüyorsa kapıyı çarpıp çıkacakken, duraksıyorsan, işte tam o an, yaşlanır insan... Yeni bir başlangıç yapmak için üstat, önce boşlukta durabilmesin. Boşlukta "kalmaktan" kortuğun zaman, işte tam o an, bir daha yeni bir şeye başlayamayacak kadar ihtiyarlar, çökersin. İnsan, sevgili arkadaş, zaman içinde yaşlanmaz aslında. Bir ikindi, zamanın nasıl da geçtiğini düşündüğünde, düşündüğü bütün o zamanların yükü üzerine bindiğinde ihtiyarlar. Tam o ikindi gitmeye karar verirse, şöyle yeniden "Ne yapmalı?" yaylasına çıkıverirse dirilir yeniden. Bağlantısızlığın yaylalarında iyi, sağlam, canlandıran bir rüzgâr eser. O rüzgâra çıkmazsan eğer, yeni bir şey olmaz. İhtiyarlamak, yeni bir hayat fikriyle, yayla rüzgârından üşüdüğün zaman başlar... Serserilik deneyleri Bazen, yapılması gerekenler, koruması icap ...

Şiir, ihtiyacı olanındır!

Dün, tam öğle üstüydü, Yenikapı feribot gişelerinde iki genç kadın konuşuyordu. Kadınların saçlarından vapurlar geçip gidiyor, kadınlar kendi saçlarına takılıp hep gişede kalıyordu. Biri diğerine dönüyordu aniden, bir cümleyi tam ortasından kuruyordu: "Okumadıysan 'Ben sana mecburum'u oku." Sonra genç kadın, firketeden kurtulan saçlarını topluyordu hamarat bir hızla, biletleri kesiyordu. Dün bir bilet gişesinde, düğünleri için çeyiz biriktiren iki kız, geçip giden bir gün gibi, Attilâ İlhan'ı anıyordu. Dün, sabahın körüydü, gazetelerin içine sarılmış taze ekmekler kurşunlu bir buharla bekliyorlardı gidecekleri evleri. Bakkal, âdeti değildir pek, gazetelere bakıyordu. Telefon çalıyor, Mualla Hanım yine en bet sesiyle muhtemelen, bir kutu yumurta istiyor, "Bak, tazeyse ver ama" diyordu. Bakkal, şaşılası şey, sinirlenmiyordu. Zira gazete balyalarının ilk sayfalarda Attilâ İlhan'ın yüzünü görüyor, "Ölmüş yahu!" diyordu. Sesi, aniden bir h...

Sonlar Kuşağı

"BİZDEN bir ya da iki önceki kuşak bizim kadar çok 'son' görmedi. İlişkilerde bizim kadar çok son yaşamadılar. İşlerine bizim kadar hızlı son verilmedi, bizim kadar yeniden başlamak zorunda kalmadılar. Her son, yas demektir. Sonlandırdığınız şeyle ilgili ne kadar az şey hissederseniz hissedin bu, böyledir. Dolayısıyla bizler mutluluğun peşinden koşan ve aslında neredeyse aralıksız yas tutan bir kuşağız. Sevgililerin, arkadaşların, işlerin, evlerin, mahallelerin yani terk ettiğimiz her şeyin yasıyla doluyuz. Düşünün, anneannenizi düşünün..." Böyle bitirmiştim "Aldatılmış Kuşak" yazımı. Mutluluk diye, ne olduğunu bilmediğimiz bir şeyin peşinden koşmaya esir edilmiş bir kuşak olarak aslında "Sonlar Kuşağı" olarak adlandırılmamız gerektiğini söylemiştim. Oradan devamla... 'SORUN SENDE DEĞİL...' Ne kadar söylerse söylesin, istersen bin kere "Sorun sende değil, bende" desin, her ilişkinin sonu bir beceriksizlik yasıdır. İstersen ken...

Ayrılık

Erkekler birçok kez gider. Kadınlar bir kez... Sözler erkeklerin ağzından çabucak çıkar, beklemeden. Kadınlar, bekleyip içlerini ezip ezip bir tek kez söyler: "Bitti!" Bir kadın bir adamı gerçekten bittiğinde terk eder. Sonra ne söylesen nehir akmaz geri doğru. Nehirler geri akıtılıyorsa... Hiç gerçekten konuşulmaz artık. Hiç gerçekten gülünmez. Hayat, yaşamanın bir kötü taklidi gibi gelir geçer; değmeden, deşmeden. "Böyleymiş demek" dersin, "Hayat böyle bir yermiş demek ki". Kendi kendini ikna edersin: "Böyle de yaşanıyor işte." Bir gün ne tükeniyor, kimse bilemez. Kadınlarda hikâyeler, bazen hiç kavgasız, gürültüsüz bitiverir. O zaman işte, ölümlü olduğunu hatırlarsan eğer, gitmen gerekir. Sonra... Kadınlara oluyor sadece bu. Bittikten sonra her şey, hep öyle söyler kadınlar: "Sanki hiç olmamış gibi." O yıllar, yıllar, yıllar, "Hiç yaşanmamış gibi" derler. Başkalarına da değil, kendi kendilerine dönüp baktıkla...

Nar Kalpler

Aşk iki kişi arasında asla eşitlenmeyendir... Gözün başkalarını da görüyorsa sevdiğini sevmiyor musundur artık? Birini sevmek topyekûn kapattırır mı "dükkânı"? Kepenklerin inmeli midir, elenmiş un varsa elek asılmalı mıdır duvara? İnsan güzel adamları ve güzel kadınları "görüyorsa" hâlâ, hâlâ "bakıyorsa", aklından "Acaba?" diye geçiyorsa, aslında o kadar da dolu değil midir içi? Bir boşluk mu vardır aslında? Ondan mı yani mesela? Liseli bir meram gibi görünen bu bahis, derdi ömürlüktür esasında. Eğer bir tür "kalbî lobotomi" olabilseydi, birini sevince artık ömrünün sonuna kadar kafan karışmasaydı hiç, başka bir şeyi, başka kimseyi düşünemez hale getirilebilseydik kendimizi bir ameliyatla... Oh! Ne şahane olurdu. Konu kapanır, işimize bakabilirdik. Ne ki hayat bölünüyor ortasından bazen. Nar gibi çatlıyor kalp yumuşak karnından. Dağılıyoruz kırmızı kırmızı, toparlayamıyoruz tanelerimizi. Ama işte kalbimiz çırpıştı diye hata da y...

Bileceklerin

Söylemiştim oysa; ben gürültüde kalıcı değilim. Yeniden bir ayrıkotu bulmalıyım içimde. Yoksa kendimi iyiden iyiye kalabalıktan biri sanabilirim. Göçe yetişememiş bir kuş kadar üşüyor sağ elim. Oysa büyük yüzölçümlü cümleler kurmak için okyanuslar geçecektim. Dar odaların oyuncak yaygaralarından çok vakit kaybettim. İçimin ılık, tanıdık seslerini bastırdı kalabalık. Ancak tek bir gündüzün hükümdarı kâğıtlar üzerine, her şeyi biliyormuş gibi yapan cümleler kurmanın bedeli bu. Oysa hiç keyfini sürmedim ki “biri” olmanın. Nasıl süreyim? Benimle ilgisi olmadı hiç, bütün kalabalıkların “iyi” dediği şeylerin. Ben hiç “biri” olamam ki! Olup olabileceğim: Hiçbiri. Söylemiyorum bunu hiç. “İlan ederler” çünkü. Bunun bile gürültüsünü ederler. Bunu, gerçekten “hiçkimse” olanlar bilirler. Bugün tekrar yüksek ve geniş yaylalara çıkmak mecburiyetindeyim. Dar odalarda çürüttüğüm organımı iyileştirmek için uzun bir yola gideceğim. Oralara vardığımda hâlâ çıkıyorsa sesim, s...