Ana içeriğe atla

Kayıtlar

Zehra Betül etiketine sahip yayınlar gösteriliyor

Bir çocuk için kaygılarını korkularını dindirecek şey kelimeler cümleler değil, başını sıkıca yaslayabileceği anne-babasının şefkatli göğsüdür.

Yedi yaşındaki oğlumun uyumadan önce sohbet etmek gibi bir alışkanlığı var. Daha doğrusu uyumadan önce gevezeliği tutuyor. Muhtemelen uyumak istemediği için yapıyor. Ama uykudan önce onun acayip sorularına cevap vermek, uykuya direnişini  ve konuşmaktan yorulup gözlerinin yavaş yavaş kapandığını  seyretmek benim için de güzel bir alışkanlık haline geldi. Dün geceki sohbetimizde, tatile gitmekten, denizden, havuzdan, nasıl yüzme öğrendiğinden, bahçeli ev hayalimizden bahsettik uzun uzun ve heyecanla. İzinlerimiz iptal olduğu için askıya aldığımız tatil planımızla ilgili dua etti önce, ‘’Allahım nolur annemin izinleri açılsın’’ diye. Sonra birden bire ‘’Anne darbe gecesi ben çok uyandım yanına geldim di mi?’’ dedi. Nerdeyse onbeş gündür gündemimizde ‘’darbe’’ olmasına rağmen onun küçük sesinden bu sözcüğü duyunca irkildim. Evet o gece çocuklar alçaktan uçan f16ların ‘’sonic’’ ses patlamalarından çokça uyanmışlardı fakat sabah uyandıklarında hatırlayacakları kadar bilinçleri açıl...

Sakıncası yoksa, şiirin bir köşesine yaslanıp dinleneceğim.

Aşk kuvvetli bir duygu ve kuvvet gerektiriyor. Aşkın elinden kurtulmayacak iş yok. Sanırım ben o ‘’aşk’’ı kaybettim. Kısa bir süreliğine içimden aşk ve iştiyakın alındığını düşünmeliyim. Kısa bir süre diyorum ki, kendimden ümidi kesmeyeyim. Allahım ne çok ihtiyacım var. İlk listem şu olsun: 1. istemeyi istemek 2. istemek 3. ümit 4. güç 5. yeni güzel bir liste 6. aşk ile yeniden… Bu sıralama değişebilir… Kafam karıştı. Önce belki de ümit ve güç istemeliyim. … Boş mu duruyorum sanki. Bana bugün yaşamak nedir diye sorsalar, ‘’hiç durmadan koşmak’’, derim. Yetişmeye çalışmak… Yetmeye çalışmak… Durup da kendine ‘’nereye koşuyorsun’’ diye soramayacak kadar hızlı koşmak… Ben bi yazarken kendime soru sorabiliyorum. Bu yüzden o harici listede ‘’yazmak’’ hep var. ‘’Mutluluk odası’’ demiştim ya…  İşte o odanın dört duvarında da ‘’fe eyne tezhebun’’ yazıyor. O odada okuyor, o odada yazıyor, düşünüyor, düş görüyorum. O odada musıki var, kamış var, simsiyah is mürekkebi var, şiir va...

"Babamın yanına gitmek istiyorum."

mn-106 İlkokul birinci sınıfa giden bir çocuğun ne derdi olabilir ki… Öğretmen biraz fazla ödev veriyordur, kalemi zor tutuyordur, harfleri birbirine bitiştiriremiyordur, okulda bir arkadaşına canı sıkılmıştır ya da ne bileyim yaramazlık yapmıştır da annesi ceza vermiştir, babasına küsmüştür, kardeşiyle kavga etmiştir… Ne derdi olabilir ilkokul birinci sınıfa giden altı yaşında bir çocuğun… Bu sabah babaannesiyle birlikte muayene olmaya gelen Mehmet altı yaşında, ilkokul birinci sınıfa gidiyor. Geçen hafta aşı olmuş, kolu şişmiş, boğazı ve kulağı ağrıyormuş, ateşi de yükselmiş. Babaannesi anlatıyor. Mehmet, solgun biraz gülümsemiyor, benden korkmuyor muayene olurken, itiraz etmiyor, ağlamıyor, nazlanmıyor. Önden iki süt dişi düşmüş, yenileri çıkacak daha güzel dişlerin olacak diyorum gülüyorum, hiç tepki vermiyor. Babaannesi anlatıyor. ‘’Yemek yemiyor doktor hanım ama çikolata cipse hayır demiyor.’’ Benim de oğlum bire gidiyor biliyor musun diyorum Mehmet’e. ‘’Senin de öğretmen...

Ödev yaparken, küçük ‘’e’’leri ve küçük ‘’a’’ları ‘’çok zor, yazamıyorum’’ diye ağlayan Aliemir’in, Senden istediği sabrı istiyorum.

mn-103 Bir gece önce herşey çok net ve bulutsuzken sabah uyandığımda bu bulanıklık neden. Ruhumun güneşli, parçalı bulutlu, fırtınalı ve ya yağmurlu hava durumunu hangi meleğinin eline verdin Allahım. Sebepsiz yere yükselip kanatsız uçmaya başlıyorum, kollarım önce bir çift kanada dönüşüyor sonra birden felçli kuşlar gibi yere çakılıyorum. Hiç kanatları felç olmuş kuş görmedim, kuşların kalbine de felç iner mi? Hiç bir kuşun yere çakıldığını da görmedim, gösterme… Seninle aramızda mektuplar var, içleri ayna dolu. En güzel cevap yazan Sensin. Ben sabırsızım, öyle halketmişsin, kalbime dokunmayan cümlelerimi dinleme… … hamdolsun evrendeki dehşetten korkulardan koruyana ki çekip dizimizi karnımıza toprağın geldiğimiz noktasına eğilerek yumuşaklıkla eserimizin içine bakarak cennet hediyen cehennem benim eserim hamdolsun hamdolsun dünyadaki dehşetten koruyana ki bize gizli kendisine açık nedeni bir hüzünle korur parçalanıp giden özümüzü … Ve ben duruyorum ölümümün başında ...

monoklinik notları 101

‘’Bilâkis biz, hakkı bâtılın başına çarparız da onun işini bitirir; bir de bakarsınız ki bâtıl yok olup gitmiştir. (Allah’a) yakıştırdığınız sıfatlardan dolayı yazıklar olsun size! Göklerde ve yerde olanlar hep O’na aittir. O’nun huzurunda bulunanlar, O’na ibadet etme hususunda ne büyüklenirler ne de yorulurlar. Onlar, bıkıp usanmaksızın gece gündüz Allah’ı tenzih ederler. ’’ Enbiya /18-19-20 ‘’Eğer Allah, insanları zulümleri yüzünden hemen cezalandırsaydı, yeryüzünde hiçbir canlı bırakmazdı. Fakat onları belirli bir süreye kadar erteler. Ecelleri geldiği zaman ise ne bir an geri kalabilirler, ne de öne geçebilirler. ‘’ Nahl/ 61 Bismillahirrahmanirrahim. Bu aralar diye başlayan cümleler kuracağım. Zaman dilimi olarak ömrümün hangi kısmındayım bilmiyorum. Bu belirsizlik içimdeki bazı şeyleri öldürürken bazı şeyleri de diriltiyor. Bu aralar yıkılmış, yenilmiş, huzursuz, yorgun ve aşırı endişeli hissediyorum. Yenilgim kime karşı bilmiyorum, kimle savaşım, muhatabım kim… Yıkılaca...

Bizim derdimiz bize yetiyor da, keşke bir bülbül olaydı şurda, ötme demezdim…

Bir ara kapıya çıktım, Suriyeli kadını ve o eski-püskü arabadaki bebeğini gördüm, kadının yüzündeki şaşkınlık ve mahcubiyetini, kızaran yanaklarını, müdahale etmek istedim ama yapamadım. Bu da benim ayıbım olsun. ... Tam o sırada Kemal Sayar'ın ”merhamet”le ilgili bir yazısını okuyordum. O kadının sınandığını ve merhamet bahsinden kaldığını düşündüm. Allahu alem tabii… Ama müdahale etmediğim için hala kendime kızıyorum. Olan bitene içimiz yanıyor ya, hani her fırsatta zalimi kınayıp mazlumun yanında oluyoruz ya, ve her defasında elimiz ulaşamıyor diye hayıflanıyoruz ya… İşte Allah mazlumu kapımıza getiriyor. Bize merhamet ve iyilik için fırsatlar veriyor. Bu hepimizin imtihanı. *** Bu dünyada, bir çocuk tarafından koşulsuz sevilmek kadar büyük hediye olabilir mi. *** Ali, ilk gelişinde, uzun uzun duvardaki eserleri incelemiş ve aralarından en büyüğü parmağıyla işaret edip: -Anne, bu tabloların efendisi mi? diye sormuştu. O günden beri o tablonun adı, ”tabloların e...

insan dokunduğu ölüleri hiç unutmuyor

Geçen gün sokağın ortasında dokunduğum ölümden sonra birşey farkettim. Dokunduğum ölülerin yüzünü asla unutmuyorum. Kalp masajı yaptığım o kadının yüzü hala gözümün önünde. İntörnken başında beklediğim adamın kolundaki çapa şeklindeki dövme ve dudaklarındaki morluk dün gibi… Gecenin bir yarısı Lalelide ölüm raporu düzenlediğim yaşlı adam da hafızamdaki mezarlıkta yerli yerinde duruyor. Anladım ki, insan dokunduğu ölüleri hiç unutmuyor. Ya şu önümüzdeki bilmem kaç piksellik ölüm fotoğraflarına da dokunsaydık… Ya dokunanlar… Ya sevdiğimiz birinin ölüsüne dokunmak… Zehra Betül

şiir gibi ya hu!

Tıp-psikiyatri “yas”a ömür biçer. Der ki, ölülerinizin ardından en fazla altı ay üzülebilirsiniz. Altı aydan fazla süren yas, artık hastalığınızdır ve bizim sizi tedavi etmemiz gerekir. Bu matematiği, boşverelim. Zaten, “dünya” denen illetli mekanımız altı ayı doldurmamıza müsade etmiyor. Üstelik toplu ölümlerimizin üzerinde kirli gölgeler geziniyor. Ceset, toprakla toprak olup çürüyene kadar üzüntümüz geçiyor da, o kirli gölgeler ve ” kötülük” hiç bitmiyor. Asıl hastalık da bu! * Meğer mum çiçeğim küsmüş. Bugün bir hastamdan öğrendim. Öyle mazlum, sessiz, efendi duruyor ki… Anlamamışım ben. * Balkonum güzel güneş alıyor ve bir de aliyle ömerin tertemiz neşeleri var. * Bir de, karadut lekesi ellerden çıkmıyor… * mübarek yağmur! ismini sevdiğim melek! Bugün ne kadar kararsızsınız… * Bir süredir, kavgaya benzer hoş olmayan dialoglara şahit oldum. Çok anlamadım, baktım midemi bulandırıyor bu konuşmalar, ekranımdan siliverdim hemen… * Büyük bir sessizliğin başındayım sanki. Bir...

'inna lillahi ve inna ileyhi raciun'

… ”Mustafa amca mahallenin şekerci dedesidir ve aynı zamanda şeker gibidir… Yusyuvarlak yüzü, küçücük gözleri, tombul yanaklarıyla, hep tebessüm eden haliyle Hulusi Kentmenden bile daha şirindir. Elinde şeker dolu poşeti ve yanında yöresinde çoluk çocuk hiç eksik olmaz… Ezan sesini her işittiğimde, camdan bakarım arkasından, sıyırdığı gömleğinin kollarını alelacele iliklerken, kendine has tombul yürüyüşüyle zihnime kazıdığım fotoğrafı, her vakit güncellerim… Ah mustafa dedeciğim, kim der sana, yirmi yıldır yatağa bağlı hanımına bebekler gibi bakıyorsun, diye… Hiç bir gün mü yorgun görünmez insan, hiç mi yüzünde keder olmaz… O tonton ellerini öpsem alnıma koysam, sabrından, tevekkülünden ve vefandan bir parça bulaşır mı bana da… Allah sana sağlık ve kuvvet versin…” 2008-Ayvansaray 'inna lillahi ve inna ileyhi raciun… Sela sesine kulak kesiliyorum, odadaki hastaya sus işareti yaparak… Camı açıp iyice dinliyorum selanın son kısmını. Yok, kim olduğunu anlayamadım, makamlı nağm...

mesela işte…

bazen şöyle hayaller de kurmuyor değilim… sakıncası yoksa… mesela… fatih camiinin avlusuna kedileri ziyarete gidiyoruz ali ve ömerle. bir tas su ve bir tas yemek elimizde. kuşları da unutmuyoruz, güvercinlerin en çok sevdiklerinden avuçlarımıza ceplerimize dolduruyoruz. önce kedilerin yanına gidiyoruz, ali ve ömer elleriyle bir yavru kediyi besliyor. mesela işte… o yavru kedi de bizimle birlikte güvercinlere yem vermek istiyor. demir parmaklıkların çevrelediği güvercin besleme alanları var ya camilerde. ali, o alanı reddediyor. ali ömer ben ve kedi yavrusu, hepimiz gidip, avucumuzdaki ve ceplerimizdeki yemleri şadırvan avlusuna serpiyoruz, tam da cemaatin dağılma vaktinde. şadırvan avlusunun içi güvercinlerle doluyor. cemaat, bize hiç kızmıyor ve namaz ertesi dualarını güvercinlere ve bize okuyor. mesela işte… güvercinlerden biri ömerin omuzuna konuyor ve bizimle gelmek istiyor. ali ömer ben yavru kedi ve güvercin, hepimiz birlikte eve dönüyoruz. yavru kediye ve gü...

yarım kalmış uzun şiirler değil kısa şarkılar söylemeli...

fesleğenlere de göz değer mi diye soruyor sana yorgun bir karınca bilemeyeceğin sorular var tabii, nereden bileceksin nazar diye bir şey var, sulara da dokunur toprağa da avucuna da dokunur mu nazar, fesleğen kokan avucuna mavi boncuklu firketeler, kundaklar ve karıncalar her akşam suya bastığın kalbin, bahar kokan sabunlar hepsini biliyorsun evet, hepsinden haberin var peki ya çıkmayan lekelerini kalbin, kaç ölçek deniz suyuna basarlar ne tarafa seyirirse bir kalp hayra işaret eder ya fesleğen mevsiminde kaybettiklerin, ya gidenler kalplerine pusula koyup gönderdiklerin dönüş yolunu öğretmediklerin kendinden büyük yorgun bir soru soruyor sana karınca bilemezsin tabii, nereden bileceksin… anlaşılmaktan korkuyorsun biliyorum bu kadar anlaşılır olma, bu kadar kızarmasın yanakların kuş diline boya gözlerini, ağlama ki akmasın… karıncaların bile kalbi olduğuna inanarak fesleğen kokan cevaplar biriktirebilir misin iki oda bir salon ferahlığında bir söz söylemelisin sonr...

beni bu gece çocuk say Allahım!

bir blog girdisi yazmak istiyorum... mümkün mü? bir blog girdisi yaz diyen buton ya da kutucuk ya da herneyse.işte oraya.fare ya da mause ya da herneyse işte.onun ucundaki okla şöyle bir dokundum.neden.bilmem.canım istedi.oysa ki yazacak hiç bir şey yok. sahiden yok. /mesela beş harfli bir isim, yedi harfli bir şehir ve altı harfli bir durum. üstüne bir de üç harf ekleyeyim.al sana kocamannn bir şiir.karın ağrıtan, saç baş yolduran cinsten.allahım bu şiirime bir yanıt istiyorum senden.oku ve yanıtla allahım./ çocukların ateşli hastalıkları adına... yaşlıların kronik hastalıkları ve demansı adına... noktası olmayan sesli harfler adına... tüm işe yaramayan köşe yastıkları adına... yazıp yazıp üzerini karaladığım reçete kağıtları adına... gidenlerin ardından serpilen bir kova su adına... gitgide sıklaşan migren atakları adına... işe yaramaz ağrı kesiciler ve onlarca ilaç yazdırıp giden hastalar adına... evet hepsinin adına... konuşasım var... yazasım yok... /bu gece sen beni çocu...

Sana diyeceklerim çok birikti Allahım

Sana diyeceklerim çok birikti Allahım … kağıttan kumbara yaptım, biliyorum kağıtlar da ağaçtan cadde kenarları, ağaçların öksürük krizleri, egzozlar cılız ağaçlar, eski türk filmleri, ince hastalıklar… çok ağaç yok buralarda, ağaçların dallarında çaputlar dua ederken soyduğum elma kabukları tek parça dualar da birikir kağıt kumbaralarda şiir yazalım dedi geçen gün arkadaşın biri omzumu silktim, bana ne dedim, burun kıvırdım mahsustan şiir okuyalım, şiir yazmayalım, içinde şiir geçen şiirlerden sıkıldım ne çok şiir, ne çok şiir şiir bilinir mi, bilenir mi hiç şiir taklit edelim böcekleri, bilinçaltlarımız çarpışsın tam burunlarından, altbenlik üstbenlik psikolojik savunmalar ağaç kurtları şiir yazalım ve çaputların ucuna bağlayalım güzel elma soyarım, bir de kağıt kumbara yaparım kuşdilini konuşamam, bunu annemden öğrendim şiir yazmayalım, zaten dünya bir şiir kuşdilini iyi konuşan,yani anlayamadığımız yani dönüp duruyor, yani pozisyonel vertigo, yani dünya bir şii...