Ana içeriğe atla

Kayıtlar

Onat Kutlar etiketine sahip yayınlar gösteriliyor

Bir Şiir Üstüne Çeşitleme

Külrengi bulutlarıyla güz günlerinin Sevdiğim İstanbulu gibisin Gene de çağırıyor yüreğin Daha aydınlık bir yeryüzünü Her zaman genç gözlerinde gülüyor Su kocamış ve yorgun İstanbul Gene de yaşıyor ve sırlı aynasında Bana gösteriyor senin yüzünü Ayak basmadığım çorak bozkırda Sevdiğim Anadolu gibisin Gene de bekliyor yüreğin Uzakta ve elinde olmayanı Sevecen gözlerinde tükeniyor Hasret rüzgarlarıyla Anadolu Gene de üretiyor ellerin Yeni baştan ve umutla sevdanı İstanbulum Anadolum sevdiğim toprak Ne kadar yakınım sana Ve ne kadar uzak Onat Kutlar

Penceremden Görünmeyen

Çamağacına Duman renkli ve kocaman bir karganın Kumlu dalgın kanatları ardından Denizin derinliklerine açılan Akdeniz güneşinde çürümüş ahşap Ve kuytu yosunlara çalan teknenin Reçine kokusuyla tanıdığım Çamağacına Bol sisli bir kışın ormanından Karlı gelin telleri taşıyan Gümüşten yapraklarla örtülü Uysal ve uzun boynunu bahçelerin Ve benim toprağıma eğmiş Gülümserken bir eşkiya rüzgarın Söküp uzaklara götürdüğü Çamağacına Bir akşamüstü kayboluşu Penceremin daracık sahnesini Lacivert ve kadife ve kesin Birinci perdesiyle kapayan Günlerimi çok eski bir oyunun Gözgözü görmeyen karanlığında Ortaçağ panayır soytarılarının Küt ve kıvırcık sakallarıyla Durmadan dekor değiştirdikleri Öfkeli aralığında bırakan Çamağacına Şimdi rüzgar geçiyor penceremden Gövdemin kuruyan kavalını Kırmızı türkülerle donatarak Senin ormanından sayısız ağaç Ve düslerimde bembeyaz yıkadığım Teninden coşkun sular geçiyor Kapılıp sürüklenen ırmağa Kıyıların danteline alışkın Ellerim birden ulaşıyor Çamağacına Öperken...

Bir Şiirin Gelişi

İlmekler atar günlerin yatay rüzgarlarına bir yağmur başlangıcı gibi belirsiz. Uzakta boşanan bir yayın, açık havada çınlayan çekiç seslerinin ve bir omuza yaslanmış ağlayan güzel bir yüzün parmak uçlarıyla gelir, yaklaşır. Nedensiz bir kıra çıkma isteği ya da çok eski bir kitabı yeniden okumak. Bir kazıya hazırlanır gibi, bir yolculuğa. Bir tahliye sabahının hüznü tarayan sevinçleriyle aşar duvarları ve gelir konar kanatlarıyla yabancı bir kuşun. Bir uzaklığın habercisidir demir kapılardan çamurdan, korkulardan, bakan yüzlerinden küçük çocukların alınlarına yirmi yıl sonraki ölüm hükmünü mührüyle şimdiden basan sultanın kanlı topraklarından. Bastırır sevgilinin tutkulu gövdesiyle derin sularına koyu mavi bir akşamın. Pırıltılı balıkları bilinen sözcüklerin hızla geçerler henüz hiç bir gezginin ulaşamadığı kaynağa doğru. Ve bir kayadan kırınca bir acının zincirlerini uçmak ister yeryüzüne bu ateş yıllarından konuğu. Henüz yazılmamış olan şiir. Onat Kutlar

İstasyon

Yalnızım bir kompartımanda Bir hızar testerisinin yaz ışığı ufuk hattından Ağır ağır gözlerime geliyor köşede rüzgar Tozla yıkıyor söğüt dalını çocuk Onaltı bağımsız devlet büstünün Sarkan bıyıklarını düzeltiyor zaman Düşündükçe koyu bir renk alıyor Buraya uzun bir yol boyunca Kurulu bir kumpanya çadırlarından Tuğla harmanlarından geldim her ateşin Çemberinde yanarak ve darağacında Kurutarak dikişsiz gömleklerimi Her sabah zekeriya sofralarında herkesle Kalın kitapların yufkasını yeniden ıslatıp Yedik açlık Düşündükçe daha da artıyor hangi geçmişin Kaynağına eğilsem acı bir su Gelecek günlerin yorgun treni yıllardır Telaki bekliyor Bekle bekle bekle gençliğin karanlık yıldızı Yıllardır takım değiştiriyor ve cephe İsimsiz bir tortuyla kapanmış Bilemedim nasıl bir mangal yüreğimiz Kömür gözlü çocuklarla yanıyor ve bedenim Ateş içinde Eylül. Her yanımdan geçen öpüşlerinin Islak serçelerini duymasam Kör testereyi bile göremeyeceğim. Onat Kutlar

Orman

Kendine esen rüzgarla derinleşen yüzü bir adamın durur ve ormana bakar, bu benim. Damarların uğultusunu duyar bir sarnıçtan gizli bir kente döşenmiş su yollarının Ağaçların sararmış yaprak uçları dalarken gökyüzünün karanlık denizine kökler büyülü bir ışıkla aydınlanır ve toprak yabancı bir mimariye açılır, bana ait olan. Yalnızlık, doğunun bildik çarşısı kendi alışverişiyle canlanır, yeni bir ırkın kölesi masmavi bir adam haber bekler, benden yabancı bir tapınağın tanrıçasına. Ötmeyen soyu tükenmiş kuşun saati alacakaranlığı gösterir, gündüze mi geceye mi gideceği belirsiz bir yolcu gibi. Ben. Anılar biter ve bir cumhuriyetin sınırları silinir. Çekilirken bir çınarın burcuna yüzünün gölgesi olan güneş bayrağı, bir adam çam iğnelerinden bir çelenk koyar kayanın dibine, bir gençlik anıtı olan kayanın. Sonra ağır ağır ağaca dönüşür Geleceğe ve sonsuzluğa uzatır yapraklarını sürgünde bir kıral gibi, ülkesi olmayan Bırakır kılıcını toprağa rüzgar ve büyüyle gelen ...

Furuğ Ferruhzad

Sunu Güzel bir zamandı. 1963 yılının Eylül ayı. Anadoluhisarının eski ve kocaman ahşap yalılarından birinde, hanımelleri, mor salkımlar, vişne ağaçlarıyla dolu kuytu bir bahçede, sabahları rıhtımı yalayan denizi, gün boyu satıcıların seslerini ve akşamüstleri İsfahan faslının gizli serinliğini dinleyerek geçirilmiş bir yazdan sonra birden başlayan yarı kanatlı yarı gölgeli günler. Celâlle birlikte, Hukuk Fakültesinin benim için üç yıl ara verilmiş diploma sınavına hazırlanıyorduk. îçimiz sürekli bir isyanla doluydu. Kitapları açtıktan kısa bir süre sonra, İranda ve Türkiyede, yani hukukun karanlık sürprizlerle dolu bir labirent haline dönüştüğü ülkelerimizde yaşayan hüsnüniyet sahibi üçüncü şahısların tümüne veryansın ederek kapatıyor, Furuğ Ferruhzaddan söz etmeye başlıyorduk. İranın o sırada henüz yirmi yedi yaşındaki genç ve fırtınalı kadın şairinden. Onun, Şah dönemi işkencelerine ve yeryüzündeki tüm haksızlıklara karşı yükselttiği karanlık bir çığlık olan Yeryüzü Ayetleri...

Ayrılık

Ayrılık şiiri ne kadar yalın Sevdiğimiz aşk sözcükleri gibi Kılıçla kesiyor bir hain nokta Öpüşen virgüllerle akan cümleyi Nasıl soğuk ayrılığın güneşi Gölgeli bir çınar olan gövdemin Dallarını içten kırınca acı Buzdan bir alçıyla tutuyor beni Ayrılık sabahı ne kadar beyaz Ölümün hüzünlü arkadaşı kar Bana ütülü bir çarşaf hazırlar Bir karanfil tam yüreğimin üstünde Onat Kutlar

Çevirmen

Bu özelliğimi ilk kez, çocukken fark ettim. Evimizin avluya bakan ikinci kat odasının penceresi önünde oturmuş, garip bir olayı izliyordum. Avluda, çiçekten meyveye dönüşmek üzere olan bir zerdali ağacı vardı. Meyveleri serçelerden korumak için dallarına örümcek ağı gibi ince bir iplik ağı geçirilmişti. Ama gene de çok sayıda serçe vardı ağaçta. İçlerinden bir bölüğü, iplere ve dallara çarparak kalkıyor, yüksek avlu duvarının ortasındaki bir deliğe doğru uçuyor, delik çevresinde bir süre çırpındıktan sonra yeniden ağaca konuyordu. Tam o sırada pat diye bir tüfek patlıyordu yanı başımdan Ağaçtaki serçelerden birinin cansız yere düştüğünü görüyordum. Ağacın yanında, elinde porselen bir tabakla, Ticaret Mahkemesinin yaşlı odacısı duruyordu. Düşen serçeyi alıp, usulca tabağa koyuyordu. Tabak ölü serçelerle doluydu. Karşıda, kullanılmayan ahırın karanlık kapısı önünde, elleri ceplerinde öylece duran küçük erkek kardeşim dikkatle odacıyı izliyordu. Gökyüzü, ikindi güneşiyle aydınlık, avlu g...

Bir Soru

Akşamüstü oturdum yol kıyısına Düşündüm Ne kalacak bizden geriye Balkan yaylasından ve bozkırlardan Kafdağlarına giden şu bulut Sonsuz mevsimlerle esmerleşen Şu toprak ve derin çınar ağacı Biz yokken de vardı Çocukların şu gülen sarı feneri Ayışığı Ve ıssız balkonlarda Kırmızı biberlerle üzgün yaşlıları Aynı mandalda kurutan güneş Çayırda gölgeler bırakacak Dalgın yeryüzünde çekilirken Kalabalık çarşılara tortusu Çökecek Tüccarın kanpazarından Mezarlığa taşıdığı paranın Değirmeni döndüren ter ırmağı Kuruyunca ardında tuz kalacak Ve bir anı öfkeli işçilerden Sinirli kediler bir tekir şerit Olacak Ve bir çöl esintisi Dörtnala kaybolan arap atları Bir çavdar haritası çizecek Bozkırı terkeden tarla faresi Kuş tüyleri gökyüzünün camını Buzlu yazılarla donatacak Hersey değişiyor ama ne yapsak Duracak Tarihin uzun duvarı Taşlara kırmızı izler bırakan Ve aynı kıyıdan yürüyen köle Silecek kıralların adını Gene de karanlık dağ başlarında Yarın bir kin gib...

Günlük Şiirler

Sen gittikten sonra iki çalgıcı turnalar semahını çaldı ve kimse dinlemedi onları benden başka. Sarımsak kokusunun yoksulluk ve rakıyla buluştuğu saygısız kalabalıkta kimse duymadı beni terkeden kanatların bıraktığı esintiyi. Biri incecik öbürü kalın iki tel vururken çalgının yüreğine nicedir aklımı kurcalayan Bertold Brecht’in “Sevenler” şiirini düşündüm bir yaşamdan ötekine yanyana uçan iki turnayı. Taa, yirmisekizlerden, “Güneşin ve ayın az değişken dilimleri altında uçup giderler yine, böyle tutkun birbirine. Hey, nereye gidersiniz? — Hiç bir yere — Nerden gelirsiniz? Her yerden. Sorarsınız, ne zamandır birliktesiniz? diye. Az zamandır. Ne zaman ayrılacaksınız peki? — Yakında.” Çıktığımda hava açıktı ikindi güneşi gibi nicedir ısıtmayan parlak ayın az değişken dilimleri altında yürürken sordum kendi kendime. Nereye gidiyorsun? Hiç bir yere. Ne zamandır yalnızsın? Bilmem, denize ve ayışığından yapraklar kesen şiire sormalı bunu. Daha yazılırken bir anıya dönüşen...

Sadece senin yüzün

Yeraltında bir bizans sarnıcı gibi loş Kuyularda körlerin durağan bakışlarını Tedirgin bir çocuğun önsezileriyle Bozmadan geçerken hiç düşünmemiştim Yukarda bembeyaz bir güvercinin Mavi bir balkonun bulutlarından Benim toprağımı aradığını Karşıda tepelerin hayal perdesini Bir sardunya ağacı hışırdatıyor Koyunlar sessiz bir yılan bir güneş Bir kısrağı her yıl aşan kırların Azgın tanrısı Pandan doğma yabansı Ve inatçı bir keçi gibi Gavvino Bir zincirlemeyle geçiyor çocukluğumun Kısa pantolonlu kara gözlü yoksulluğuna Sanki Pera'nın bindokuzyüzden Art nouveau pencerelerden baktığı Tirse haliç ve loş kumrular oteli Birbirinden habersiz iki odada Seni de salıyor düşlere ve beni Tanrım görmeden tedirgin ve kızgın Gümüş bir asansör çıkarırken seni Kara bir ağırlık gibi iniyorum boşluğa Sakalının koyu meşe dallarıyla Kapatınca karanlık bulutlar Göklerdeki haşin ve eski ahitten Bir mezmurla isyan eden babamız Dilsiz ve korkulu ve yoksul Sıkı toprağı delip g...