Ana içeriğe atla

Kayıtlar

Sabahattin Ali etiketine sahip yayınlar gösteriliyor

Ayran

Köyden istasyona giden yol, eriyen karlarla diz boyu çamurdu. İki mızrak boyu yükselen güneş, tarlaları hala örten karların üzerinde pırıltılarla ve göz kamaştırarak yanıyor, fakat yoldaki pis su birikintilerine vurunca donuk sarı bir renk alıp boğuluyordu. Kocaman ve altı çivili kunduralarını çıplak ayaklarına geçirmiş olan küçük Hasan, sağ koluna aldığı güğümü, ara sıra dinlenerek sürüklemeye çalışmaktaydı. Bazan sol elindeki çinko maşrapayı yere bırakarak ağır yükünü vücuduna daha az ağrı verecek bir şekilde kavramak istiyordu. Ağzına kadar ayranla dolu olan güğümün alt kenarı her adım atışında dizlerine vurmakta ve dirseğine kadar geçirdiği sapı, kolundan kurtulup önüne yuvarlanmak ister gibi, ileri hamleler yapmakta idi. Kunduralarının arka tarafı o kadar dışarı doğru eğilmişti ki, çocuğun topukları ayakkabının ökçesine değil, doğrudan doğruya çamura basıyordu. Yaz kış, her gün gitmeye mecbur olduğu bu iki saatlik yol bu sefer daha uzamış gibiydi. Tam yarı yolda...

Köprüde Sabah

Gece, yavaşça siyah mantosunu sürükler Vapurlar, şimdi suya bırakılmış kütükler, Ufuk, banyo edilen bir fotoğraf camıdır.. Dağlar dudaklarını boyar pembe bir tüyle Köprüde fersiz gözler açılır üzüntüyle Sabah, ızdırap çeken kalplerin akşamıdır.. Kollarını gererken iş bekleyen bir sandal, İlk ışıklar açılır esmer sularda dal dal; Rüya görür kıyılar bir uyanık uykuda.. Gecenin bir mehtabı andırırken sonları, Gemi fenerlerinin ziyadan bastonları Kaybolur ağır ağır kurşunileşen suda.. Paslı mızraklar gibi uyuklayan direkler Bir gün yapacakları muhayyel cengi bekler, Uçuşur beyaz deniz kuşları alay alay.. Buruşuk bir deriyi andırır titreyen su, İner merdivenlerden ilk vapurun yolcusu, Uyandırır ihtiyar köprüyü bir tramvay.. Sabahattin Ali

Köprünün Geceleri

Bir saat, ta uzaklarda ikiyi çaldı... Şehir artık kâbuslu bir uykuya daldı... Sarınarak ben de eski bir pardesüye, Sağa, sola yıkılarak indim köprüye... Ne dizimde kuvvet, ne cepimde para... Bilmiyorum niçin geldim buralara! Hava berbat... Deniz ulur, gökyüzü ulur Bu soğukta iliğime işledi yağmur... Bakmayarak fırtınanın boğuk sesine Çöküverdim köprünün bir kanepesine... Deniz bazan susup bazan homurdanıyor; Üsküdar’da birkaç ışık sönüp yanıyor: Eşelenen kıvılcımlı bir mangal gibi... Gece sarmış etrafı bir siyah şal gibi... Kırbacını dalgaların vurup sırtına; Onları da kudurtuyor şimdi fırtına... İşte böyle yerler, gökler saçarken ölüm, Ben buraya nasıl geldim, onu düşündüm: Bir bardayım, eğlencesi, zevki yerinde; Bütün gözler sahnedeki Rus dilberinde... Büküldükçe ihtirasla onun kolları, Sarhoşların alkışları sarsıyor barı... Cüzdanlardan birer birer çıkıp liralar, Kafaları dumanlıyor buzlu biralar. Ellerinde çalgıları, perişan, harap, Deli gibi çırpınıyor...

Köprünün Çocukları

Güneş karşı dağlardan çıkarken yavaş yavaş Köprüde görülüyor hararetli bir telaş Kemerlerden geçerken zerzevat kayıkları Sislere gömülüyor Marmara açıkları. Yeni gelen bir vapur çalıyor tiz bir düdük Yanaşarak köprüye alıyor bir öpücük Köprü yangınlığıyla bu hoyratça busenin İnliyor tatlı tatlı... İnliyor derin derin... Ufacık bir istimbot ötüyor canavarca, Bu sesle sarsılıyor köprü dakikalarca... Artık o da uykunun zincirini kırıyor... Bu ihtiyar haliyle köprü barındırıyor Nice sefil muhitin, sefil çocuklarını... –Akıntı sürüklerken karpuz kabuklarını, Mavnalarla dolarken boş kemerlerin altı– Dubaların üstünde yığın yığın karaltı Görülüyor ki, bunlar köprünün çocukları; Bunlar işte hayatın, bugünün çocukları... Bakın!.. Birisi yana eğerek kasketini, Güneşe yalatıyor kabuk tutan etini... Kimbilir ki bu çocuk ne işler işleyecek?.. Belki üç kuruş için birini şişleyecek, Yahut bir mağazanın delecek kasasını, Bu vaka artıracak mücrim piyasasını: Hemen kolundan t...

Bir Firar

İki candarma İdris’i aralarına almış götürüyorlardı. İdris ayaklarına basamayacak haldeydi. Candarmalar çok dövmüşlerdi, fakat seke seke yürümeye çalışıyordu. Bayram namazında İmamköy Camii’ni bastığını ve orada namaz kılanları soyduğunu en nihayet itiraf etmişti. Halbuki böyle bir şeyden haberi bile yoktu… Ne çare?.. Dayak bu… Her şeyi söyletir. En aşağı yedi sene yiyecekti. Seke seke yürüyor, ara sıra ayağı bir taşa takılıp sendeledikçe candarmaların birisi koluna yapışıyordu. Biraz yürüdükten sonra kendisine bir de sigara verdiler… Bunlar da aslında fena adamlar değildi… Fakat ne yapsınlar, vazife… Takibe çıkarken, -faili bulmadan gelirseniz gözüme görünmeyin!- diye yüzbaşı sıkı sıkı emirler vermişti. Köyü soyan çoktan kirişi kırmış olacağı için, ne yapıp yapıp fail bulmak lazımdı. İdris de zaten kaç senedir buralarda serseri serseri dolaşıyor, binbir türlü dalaverelere girip çıkıyordu. Birkaç kere de sigara kağıdı ve çakmaktaşı satarken yakalanmıştı. Asıl mü...

Yat ve Uyu!

Bu karanlık, bu uzun kış gecelerinde… Soğuk, buzdan bir perdeyle süslerken camı, Dolaşırken birçok siyah gölge odamı, Damarımda kurşunlaşıp donarken kanım; Yine seni düşünmekle geçer zamanım… Bu kimsesiz… Bu mahzun kış gecelerinde… Serpilirken pencereme avuç avuç kar… İçerimde hicranlardan bir nehir akar… Karların da lambam gibi rengi sarıdır… Onlar yırtık bir mektubun parçalarıdır: Rüzgâr, sana yazdığımı geri getirdi… Pencereden dondurucu bir nefes girdi… Rüzgâr yaptı her çatıda ayrı bir makam… Yine senin hayalini gördüm bu akşam… Hançeremden alev gibi çıktı bu çığlık: -Git istemem! .. Git istemem! .. Çık odamdan çık! .. Ah! .. Ne dedim? . Hayır gitme.. Hayır gitme… Gel! .. Ben git dedim, dedim ama sen işitme… Gel! .. Sensin beni en onulmaz yerimden vuran, Fakat sensin yine boş ömrü dolduran… Bu çılgının senden başka muini var mı? .. Gitme… Beni senden başka kimse anlar mı? .. Gözlerimi sen ki başka bir ufka açtın… Nerdesin ya? .. Nerdesin ya? .. Ah neden kaç...

Kırlangıçlar

Şehrin kıyısında, ufacık bir derenin kenarında, dalları suya sarkan ihtiyar bir söğüt ağacı vardır. İlkbaharın başlangıçlarında bu söğüdün dallarına bir dişi kırlangıç gelip kondu; derenin bir başından bir başına yıldırım gibi uçan, beyaz göğüslerini suya dokundurarak şeffaf kanatlı küçük böcekleri yakalayan diğer kırlangıçlara bakmaya başladı. Başını hafif hafif sallıyordu. Derin düşüncelere daldığı belliydi. Söğüdün dalları hışırdadı. Bir erkek kırlangıç geldi, dişinin karşısındaki dala kondu. Kırlangıçlar arasında pek teklif yoktur. Uzun uzadıya takdim filan edilmeden konuşmaya başladılar ve pek az sonra da ahbap oldular. Evvela havadan, sudan bahsedildi. (İki kişi birbirlerini yeni tanıdıkları zaman havadan sudan bahsetmek adettir.) Fakat biraz sonra erkek bir iki dal ileri geldi, dişi daha az çekingen bir hal aldı. Muhabbeti kaynattılar. -Olur ya!- demeyin, iki kırlangıcın ilkbaharda, herkes dört tarafa koşup çalışırken bir söğüt dalında oturup yarenlik etmeleri gündelik ...

Rüzgar

Arzularım muayyen bir haddi aşınca Ve kulaklar sözlerime sağırlaşınca Bir ihtiras duyup vahşi maceralara Çıkıyorum bulutları aşan dağlara. Tanrıların başı gibi başları diktir, Bu dağları saran sonsuz bir genişliktir, Ben de katıp vücudumu bu genişliğe, Bakıyorum aşağılarda kalan hiçliğe. Bu dağların bir rakibi varsa rüzgardır. Rüzgar burda tek başına bir hükümdardır. Burda insan duman gibi genişler, büyür. Bu dağlarda ıstıraplar, sevinçler büyür. Buralarda her düşünce sona yakındır, Burda her şey bizden uzak, ‘O’ na yakındır. Burda yoktur insanların düşündükleri, Rüzgar siler kafalardan küçüklükleri. Yanağıma çarpar geniş kanatlarını, Ve anlatır mabutların hayatlarını. Arasıra kulağını bana verdi mi, Ben de ona anlatırım kendi derdimi. ‘Ey dağların dertlerini dinleyen rüzgar! Benim artık yalnız sana itimadım var. Gelmiş gibi uzaktaki bir seyyareden Yabancıyım bu gürültü dünyasına ben. Etrafımın sözlerine aklım ermedi, Etrafım da bana asla kulak vermedi. Sene...

Kürk Mantolu Madonna

Sonra, bir şey arıyormuş gibi gözlerini yüzümde gezdirerek: "Berlin'de yalnızsınız değil mi?" dedi. "Ne gibi?" "Yani... Yalnız işte... Kimsesiz... Ruhen yalnız... Nasıl söyleyeyim... Öyle bir haliniz var ki..." "Anlıyorum, anlıyorum... Tamamen yalnızım... Ama Berlin'de değil... Bütün dünyada yalnızım... Küçükten beri... " "Ben de yalnızım... " dedi. Bu sefer benim ellerimi kendi avuçlarının içine alarak: "Boğulacak kadar yalnızım... " diye devam etti, "hasta bir köpek kadar yalnız... " Parmaklarımı adamakıllı sıkarak biraz yukarı kaldırdı ve sonra masanın üstüne vurdu: "Sizinle arkadaş olabiliriz!" dedi. "Siz beni yeni tanıyorsunuz, fakat ben sizi on beş yirmi gün tetkik ettim... Herkese benzemeyen bir haliniz var... Evet, sizinle gayet iyi arkadaş olabiliriz... Garip garip yüzüne baktım. Ne demek istiyordu? Bir kadın, bir erkeğe bu şekilde ne teklif edebilirdi? Hiçbir şey bilmiy...

Tasavvur

İçimde ona karşı tarifi imkansız bir şefkat vardı. Yatağında nasıl uzandığını, nasıl ağır ağır nefes aldığını, saçlarının yastığa nasıl serildiğini tasavvur ediyor ve hayatta bu manzarayı görmekten daha büyük bir saadet olamayacağını düşünüyordum.. Sabahattin Ali

Ebedi

Gerçi, kafamı vurdum duvarlara yeisle; Gerçi, benden kaçtığın zaman yanlış bir hisle, 'Niçin anlaşılmadım? ' diye çok inledimdi. Şimdi kalbim rahattır, şimdi başım serindir... Kalbim ki senin en son sığınacak yerindir Ve tekrar geleceğin günü bekliyor şimdi... Çünkü insanlar yarın isteyince etini, Aradığın lekesiz kardeş muhabbetini, Yalnız benim serseri kalbimde bulacaksın... Maskesi çabuk düşer temiz olmayanların; Nihayet içyüzünü görerek insanların, Göğsüme küçük bir kuş gibi sokulacaksın... Ben ki her şeye dudak büken bir derbederim, Ne kimseye yar olur, ne bahtiyar ederim, Fakat sana her zaman hürmetle tapacağım... Taşlar bile sarsılır duyduklarımı yazsam Ah kardeşim! .. Ben seni hiçbir şey yapamazsam Ebedi yapacağım! .. Ebedi yapacağım! (1928) Sabahattin Ali

Çocuklar Gibi

Bende hiç tükenmez bir hayat vardı Kırlara yayılan ilkbahar gibi Kalbim hiç durmadan hızla çarpardı Göğsümün içinde ateş var gibi Bazı nur içinde, bazı sisteyim Bazı beni seven bir göğüsteyim Kah el üstündeydim, kah hapisteydim Her yere sokulan bir rüzgar gibi Aşkım iki günlük iptilalardı Hayatım tükenmez maceralardı İçimde binlerce istekler vardı Bir şair, yahut bir hükümdar gibi Hissedince sana vurulduğumu Anladım ne kadar yorulduğumu Sakinleştiğimi, durulduğumu Denize dökülen bir pınar gibi Şimdi şiir bence senin yüzündür Şimdi benim tahtım senin dizindir Sevgilim, saadet ikimizindir Göklerden gelen bir yadigar gibi Sözün şiirlerin mükemmelidir Senden başkasını seven delidir Yüzün çiçeklerin en güzelidir Gözlerin bilinmez bir diyar gibi Başını göğsüme sakla sevgilim Güzel saçlarında dolaşsın elim Bir gün ağlayalım, bir gün gülelim Sevişen yaramaz çocuklar gibi Sabahattin Ali

Öyle Günler Gördüm ki

Öyle günler gördüm ki, aydın gökler kararıp Bahtım bir bulut gibi üstüme çöker oldu, Her gözümü yumunca tanıdık yüzler görüp, Hayaller alev alev beynimi yakar oldu. Ümitsizlik, gariplik dört tarafımı sarıp Yüzüm sırıtsa bile, içim yaş döker oldu. Her sabah ilk ışiklar gözlerimi oyardı, Uyanan taş duvarlar iniltimi duyardı. Öyle günler gördum ki, duvarlar gelir dile, Gözumde canlanırdı eşkiya masalları. Varlığımı sarardı, hain bir isteyişle Görmediğim yumuşak bir düşmanın elleri Kafada çelik gibi fikirler dursa bile Kalplerin eksik olmaz böyle zayıf halleri: Bazen kendi kendimin elinden kurtulurdum, Kalbimi bir çamurda çırpınırken bulurdum. Öyle günler gördüm ki, dost dediğim insanlar Ben yanına varınca dudağını kıvırdı. Bir zamanlar yanımda ağız açmayanlar Sırtımı sıvazladı, bana oğüt savurdu. Silahsız gördüğüne saldıran kahramanlar En alçak tekmelerle beni yere devirdi. Ruhum bir heykel gibi düşüp parcalanırdı. Bu sesleri duyanlar gülüyorum sanırdı. Öy...

Değirmen

Hiç sen bir su değirmeninin içini dolaştın mı adaşım?.. Görülecek şeydir o… Yamulmuş duvarlar, tavana yakın ufacık pencereler ve kalın kalasların üstünde simsiyah bir çatı… Sonra bir sürü çarklar, kocaman taşlar, miller, sıçraya sıçraya dönen tozlu kayışlar… Ve bir köşede birbiri üstüne yığılmış buğday, mısır, çavdar, her çeşitten ekin çuvalları. Karşıda beyaz torbalara doldurulmuş unlar… Taşların yanında, duman halinde, sıcak ve ince zerreler uçuşur. Halbuki döşemedeki küçük kapağı kaldırınca aşağıdan doğru sis halinde soğuk su damlaları insanın yüzüne yayılır… Ya o seslere ne dersin adaşım, her köşeden ayrı ayrı makamlarda çıkıp da kulağa hep birlikte kocaman bir dalga halinde dolan seslere?.. Yukarıdaki tahta oluktan inen sular, kavak ağaçlarında esen kış rüzgarı gibi uğuldar, taşların kah yükselen, kah alçalan ağlamaklı sesleri kayışların tokat gibi şaklayışına karışır… Ve mütemadiyen dönen tahtadan çarklar gıcırdar, gıcırdar. Ben çok eskiden böyle bir değirmen görmüştüm ad...

üzüntülüydüm

Evden çıktıktan sonra bir şey unuttuğunu fark ederek duraklayan, fakat unuttuğunun ne olduğunu bir türlü bulamayarak hafızasını ve ceplerini araştıran, nihayet, ümidini kesince, aklı geride, ileri gitmek istemeyen adımlarla yoluna devam eden bir insan gibi üzüntülüydüm. Kürk Mantolu Madonna-Sabahattin Ali

Melankoli

beni en güzel günümde sebepsiz bir keder alır bütün ömrüm beynimde acı bir tortusu kalır anlayamam kederimi bir ateş yakar tenimi içim dar bulur yerini gönlüm dağlarda dolanır ne bir dost ne bir sevgili dünyadan uzak bir deli beni sarar melankoli ne kış ne yazı isterim ne bir dost yüzü isterim hafif bir sızı isterim ağrılar sancılar gelir yanıma düşer kollarım görünmez olur yollarım hem sevgini hem elleri önüme ölüm serilir ne bir dost ne bir sevgili dünyadan uzak bir deli beni sarar melankoli Sabahattin Ali