Ana içeriğe atla

Kayıtlar

Kemal Varol etiketine sahip yayınlar gösteriliyor

Babalar ve Yazarlar

Jale Parla, Tanzimat romanından yola çıkarak yazdığı “Babalar ve Oğullar “adlı kitabında, Türk romanının kaynağındaki önemli bir boşluğa vurgu yapar. Tanzimat romanlarındaki kahramanların çoğunun yetimliğine dikkat çeken Parla, bu romanlardaki kahramanların çoğunun yetim olması kadar belirleyici bir unsura değinir. Bu romanların kendisini de birer yetim metin olarak tanımlar Parla. Tanzimat romancıları bir yandan Batı’dan alınan bu yeni edebi türde ürün verirken, bir yandan da Osmanlı’dan kalan eski ahlak ve değerler manzumesini de sürdürmeye çalışırlar. Daha da ilginci, Türk romanının, bir baba-oğul çatışmasından çok, babadan yoksun kalmanın telaşı içinde, bir baba arayışının içine doğduğunu vurgulayacaktır Parla. Nasıl ki, Tanzimat romanındaki “baba arayışı” belirlemesini Jale Parla’ya borçluysak, modern Türk romanındaki “çocuk kalmışlık” imgesini de şüphesiz Nurdan Gürbilek’e borçluyuz. Gürbilek’in “Kötü Çocuk Türk” kitabında yer alan “ ”Azgelişmiş Babalar” başlıklı incelemesi mode...

Kasaba Dolmuşları

“En güzeli, yol yürüyüş öğretir Dostum, eskimeyen arkadaşım” Gülten Akın Herkes beni bir demiryolu aşığı sanıyor ama gerçek öyle değil. Babam, otuz yıla yakın bir zaman hep aynı tren istasyonunda yol işçisi olarak çalıştı. Ama bir gün bile başka bir istasyona tayin olmaktan söz ettiğini hatırlamıyorum. İşinden yana mutlu olduğu söylenemezdi. Bir drezinanın güç bela ilerlediği güzergahta hemen hemen her gün demiryolunu onarmak sanıldığı kadar kolay değildi çünkü. Kar, demiryolunu kapardı, onu çağırırlardı. Gider, günlerce eve dönmezdi. Üzerinde kardan sırılsıklam olmuş elbiseleriyle eve geldiğinde buğular yükselirdi gövdesinden. Kimse ona yaklaşamazdı ama sabah hiçbir şey olmamış gibi yine yola düşeceğini adımız gibi bilirdik. Güneş, rayları gevşetip kaza ihtimali belirince yola çıkardı arkadaşlarıyla beraber. Yaz sıcağında gevşeyen rayları onarıp eve dönerdi akşamları. Erken uyuyup sabah karanlığında yola düşerdi sefer taslarıyla. Eğer nöbeti yoksa, yalnızca hafta sonları görünen bir ...

"Kendini zorlama evlat, baba dediğin tamamlanmamış bir kelimedir zaten."

İlk anda tanıyamamıştım ama oydu. Babam, tamı tamına yirmi beş yıl sonra, bir elinde yıllanmış üç telli bağlaması diğer elinde ahşap bavulu kapımın önünde diz çökmüş, gece vakti aniden ortaya çıkmış mahcup bir konuk veya geçip giden zamandan borcunu mahsup etmeye gelmiş eski bir alacaklı gibi öylece beni bekliyordu. @ Kapı ağzında, âdeta son bir kez daha karar vermek istercesine bir an durup merakla içeriye, evimin upuzun koridoruna baktı. Yorgun ve tükenmiş nefesi ondan önce içeri girdi. Tam hareketlenip eşikten bir adım atmak üzereydi ki birden vazgeçti. Sanki o kapı ağzında çekilmiş bir fotoğraf karesinde donup kalmış gibi öylece kalakaldı yerinde. Gecenin bir yarısı her şeyi göze alıp kapıma kadar gelmişti ama hâla kararsızdı. Nedenini ikimizin de gayet iyi bildiği eski bir tereddütle yıllarla geçmemiş, hatta daha da artmış derin pişmanlık akıyordu kırışmış yüzünden. Belki de içeride biri olup olmadığını, bu gece yarısı rahatsız edip etmediğini, evin müsait olup olmadığını anlamaya...

FETRET

I âvâz sokakları gönendirmek için gezinen yüzüm şimdi pas artık kesif kokularla anılıyor adım ve cismim her kötülüğe varım artık: annem beni görmüyor çünkü anneler bir gün icâzet verir her cocuğa: git ve gözlerin güz olmadan başkalarını öv artık. eski bir sevgilinin hatırasını örter gibi kapandı ardımdan yedi kibir bir karar üstüne yüz sürdüm yolların sonsuz âvâzına, yürüdüm melekler bakmasın diye uyurken örtünen annem ben uzak yaşına gelince şimdi naz: âh ki büyüttüm çocuklarımı başkalarına! II biley taşı eriyen bakışlarımda çözülürdü zamanın uğultusu gelirdin: dudaklarının arasında yağmurun sesi unuturdum, uzayıp giden gökyüzü kime kapalı neden her şey vecdini soldurur çocukluğunu anlatırken neden mendil ister babasız kadınlar bilmedim, çünkü herkesin kalbi artık biley taşı herkes hırpalarken kısık sesle canını bazı babaların yasıyla yaşarken herkes savurdum bir sitemle ölümün giz dilini ne baba ne oğul olabildiğim kadın , bağışla: ey yetim, bu aşkt...

aşk ve ülke: kalınmaz

susulur, orda işte, sesindeki kargaşaya aldanır gönül bir gün bir çocuk mecbur sorar: bu nasıl gitmek kahır, korku, sabır; vedâ bile mahrum bana yalnız, etten ve kemikten bir ses: gitme! hüküm soran donuk annedir öpüp başıma koyduğum bir el gıyâbında yargılanır kalbim anlatılır: buymuş sana sebep kardeşe sızı dünyaya selam geriye mektup bırakılır çünkü ‘yokuş yol’ da gece kurşun gündüz çizme dağıtır devlet durulur gökyüzü, davullar susar bir düğün, bir cenâze her yerde zılgıt, sorulur: bu nasıl katlanmak. kayalar yarılır mezarsız ölüler korusu başlar bende: erken yaşım, ölüm yaşım senin vebâlini kim taşır dönüp bakılır son kez parmaklardaki şefkat azalır anımsanmaz hangi kadaya gönül borcumuz kaldığı anımsanmaz: hâlâ kısa seyirdir dünyada insan ağır iyiliğim, sevgilim uzun ayrılık oldum, öyle farz et yürüdüm, tükendim ‘her kayanın gediğinde ağladım’ gıyâbında yargılandı kalbim anladım: buymuş bana kısmet Kemal Varol

yıllarca bir övgü cümlesi olarak üst cebimde taşıdım bu sözleri

Ahmet Erhan'ın Ardından Ahmet Erhan’la Kitap Zamanı için bir söyleşi yapmıştık. Telefonda sesi gittikçe inceliyordu ve ben bunu nezaketine bağlıyordum. Daha ilk şiirlerinde nabız atışı gibi bir görünüp bir kaybolan ölüm epeydir yolunu gözlüyormuş meğer… İlk şiir kitabım yeni çıkmıştı. İstanbul’da dönemin popüler kültür dergilerinden birinin ofisinde, onca tanınmış şair ve yazarın arasında, taşradan yeni gelmiş bir genç olarak bir köşede duruyordum. Odadaki genç şairler babaları yaşındaki şair ve yazarlara adlarıyla hitap ediyordu ve bu durumu çok garipsiyordum. Benim gibi sıkıntıyla oturan ve “abilik” sıfatını fazlasıyla hak eden biri vardı odada, ısrarla kendisine adıyla hitap etmemi istemesine rağmen bunu bir türlü beceremiyordum. Yıllarca yaşadığı Ankara’yı bırakıp İstanbul’a yeni gelmişti. Elleri titriyor ve sürekli terliyordu. Etraftakiler terini silmesi için ona peçete uzatırken göz göze geldik. Sonra da odadaki kalabalıktan kurtulup kendimizi derginin küçücük balkonuna a...

Bir şairden tanıtım amacıyla beş- on şiir alabilirsiniz, ama benim ya da başka şairlerin bütün şiirlerini alan siteler var. İnsaf artık!

Ahmet Erhan, 1981 yılında, henüz 21 yaşındayken Necatigil Şiir Ödülü’nü almıştı. Sonrasında Türk şiirinde önemli bir okur kitlesi edindi. Şiirde 30. yılını dolduran, adı daima çeşitli tartışmalarla anılan Ahmet Erhan, yeni kitabı Sahibinden Satılık’la yeniden okur karşısında. Ahmet Erhan’la son zamanlarda yaşadığı sağlık problemlerini, şiiri hakkında yapılan tartışmaları ve şiirin bugününü konuştuk. İlk kitabınız Alacakaranlıktaki Ülke gerçekten de talihsiz bir dönemde, 12 Eylül’den sonraki zor koşullarda yayımlandı. Ama aynı zamanda bu kitabınızla çok geniş bir çevreden ilgi gördünüz ve hemen peşinden de 1981 yılında Necatigil Şiir Ödülü’nü aldınız. Bu kitap, kendi kuşağınız içinde bir çeşit öncü görevi gördü kanımca. Ama gördüğünüz onca ilgiye rağmen çeşitli çevrelerden kimi suçlamalarla da karşı karşıya kaldınız. Öncelikle kitabın talihsizliğinden öte bu ülkenin talihsizliğinden söz etmek gerekiyor sanırım. 12 Eylül gibi despot bir rejimin öncesi de, sonrası da bir kâbustu...

vâveylâm

kekre bir kapının önündeyim işte böyle çok zaman âh! üvey heveslerin peşinde muhâcir derin yamaçlarda seferi bir halkın öksüzüyüm çıbanlarıma ilişecek gücü bulmak için yol boyunca izler bıraktım çarpık çentikler attım sağ kalan yanlarıma toprakta bir kaç damla erken kan.. yine de kimseye anlatmadım, ilksiniz: düğümüm karardı da her seferinde mecbur kaldım öldürdüğümü sevmeye kekre bir kapının önündeyim işte böyle çok yaz elbet ben de başka aşkların kılıç artığıyım ve ilk gecesinde yarılmış bir kuşatma gibiyim hâlâ.. belki çok erkendi gözlerimi dikip konuşmak için ama beklenir de neden yanıt alınmaz uçurumlardan neden iltimâs geçilir boynun en önce kırılacak yerlerine anlamayacak kadar şaşkındım.. yine de kimseye anlatmadım, ilksiniz: çekilmiş denizler, kapanmış defterlerle geçti de çok yaz bulunamadı safirden el değmedik yerlerim kekre bir kapının önündeyim işte böyle çok gün uzun kandil gecelerinde ağarırken saçlarım işte böyle çok defa bir sürek avının ortasın...

Mor Sevgilim

bir tespih gibi dağılıp hatırlarken seni öptüm etimdeki kızgın mührün sızısından dizlerimde işleyen yaraların haylazlığıyla hayata benzeyen sözler ettim kime rastladıysam kime baktıysam: birden acıyla bozkır ömrüm bu kaçıncı düğüm atılan bana, bu nasıl böyle küf söyle: artık ne, bu harabe kime boğaza tıkanan yutkunma nedensiz bir akşamdan kalma nem gibi unutuldum ah! kim ki kaldı bütün aşklarının yasını tutan: aziz sevgilim, her gülün ziyanı neden kokusu kadar Kemal Varol

Tanrım Öldür

III. aldığım lanetin uğruna yanan güneş söndü özür borçluyum sırattan geçerken incittiklerime borçluyum sırasını bozan her çocuğa ama işte ben! dünyaya selam durarak yürüdüm her adımda yutkundukça kalbi acıyan bir ben kaldım yine de üstüme kapanan hangi taş neyi örter sokaklar hangi gülüşümden mustarip, bilmem ama bilirdim uzun bir sayfada kara olmasam ah! yine de unutulmuyor alınmış bir ah IV. boynumdan öpenlerin selamıyla bitirdim sözümü oysa kimsenin sırrı yok herkes kendi ömrüne recâ avuç avuç gezer de bulamaz bir çıra böylece bir kez daha ördüm duvarımı bir kilit taşı tutuyor tüm sırrı, şimdi ağlasınlar kimsenin su kadar mes’eli yok : eğildim kuyuya, bir yudum dedim, herkes için dedi : kan doluyum, sırrını verdin çünkü bana keşke bir söz daha etseydin belki şiir olur yazılırdım sana ah! kalbim kir tuttukça kin döktüm tanrım öldür! Kemal Varol

Bıçağa Adanan Çocuk

akşamın ela perdesini aralayan çocuklar erken büyür erken büyüyen çocuklar dağ ve namlulara inanırlar. sıyırıp zehirli yılan gömleklerini yoksulların göz hakkıyla bakarlar şehre. eski kervanlardan rehin aldıkları çan sesleri gelip geçer iki yanlarında akan iki mor nehirle. akşamın ela perdesini aralayan çocuklar çok geç anlarlar: dünyada merhamet sözünü miskal ile satarlar. çünkü yazık ki artık bin elin artığıdır dünya. çünkü herkesin içinde eksik bir yusuf vardır. örtülü bir tabutla geçer herkes herkesin içinden.  bütün çocuklar başka bir adla boğazlanır. âh ki hüzünler evine asılır suretleri. yani bazı çocuklar kuyuya düşer o su artık içilmez olur çocuklarla kapanan kuyu elbette taşlanır. eski bir yasin gecesi diz çöküp okunur yas kitabı. avuçtaki yeşil bene sığdırılan abdal sırrı, o siyah sayfa görülür: nasıl beter nasıl mazlum, nasıl kin diliyle düğümlü. diz çöküp okunur her gömlek: çünkü kuyudur bazı çocukları söylemek görmez kimse, gö...

gözlerim uzak yollarda heves

                  n. gürbilek ve y. varol’a canıma değen her sözden kara seyyâh ağrısıyla geçerim uzun bir sıkıntı işte her akşam gidip geldiğim oysa yataklardan geçerdim ben hepaynıhikâyeyianlatankadınlardan koynumda yıkanmış ırmaklar taht kurar uzanıp üzgün aynalardan bakardım kendime: evin küçük oğluymuşum bir zaman bundanmış sokağa ve aşka çıkarılınca huysuzlanışım bundanmış ve anlamam gerekmiyormuş: şehrin alnında açılan ışıklar kimlerin çocukluğuna değer hangi nefsle aklanır ayrılığı hüner gibi yaşayanlar bundanmış ve hep büyük konuşmak gerekmiş: herkes gider ve düş evlerin küçük oğluna düşer kapanır kapılar yüzüme, kaç yıl daha sabır kalırım ince bahçeler, taş avlulardan geçer ıssız kayalıklarda kötü sır kalırım kendine enkaz insanlar bir tembih gibi bakar unuturum çıkacağım sokakları, ömrümün tamamıdır bu onca sözden, zamandan yadigârım, bilmem kime kalırım.. soramam: eskiden dindiğim sarnıçlar neden şimdi kin neden göğsümde bentlerde...

Kindar sabahı

“What can I tell you my brother, my killer What can I possibly say? I guess that I miss you, I guess I forgive you” L. Cohen gözlerini bir yabancıya anlatmak için şimdi kimin mahvına imreniyorsun hani üzgün anneler, eksik babalar hummalı bir çocukluk varınca kapına sarılıp sustuğun, tek gözünle ağladığın sonsuz seviştiğin şimdi kim derdin şimdi benimle yatarken kime nasıl uyuyorsun karanlık kışlalar, uzak dağ köyleri ben hep seni gittim galiba düşmanını özlemekle başlıyor kinimiz ben şimdi galiba pek iyi değilim peki ya sen nasılsın uykularını bana kin edip uzattın mı saçlarını ben eskiden geceyi kendimden bilirdim yağmur çırağı gözlerinle göğsüme kapandığın safran sabahlarım yok artık ben şimdi galiba çok deniz susmuş kara kadınların kederiyim ölüler akşamlara kavuşamaz diye herkes beni suya uğurlarken sen şimdi beni görmüyorsun ne kılıçların şavkıması ne yılanların yedi yıl sakladığı kin saçlarını bana uzatıp hâlâ bilmiyorsun: herkes ancak düş...

Katran

I. Veda Neziri sözün harfi bağışlamadığı yerden geldim sabır telkin eden ayaklarımı unutup taşın ve suyun uzağına geldim oysa erkenmiş daha ceplerimi sökerek ayrıldığım kendimden ne kadar uzak düşsem çeşmeler yine susacakmış yüzüme geç oldu ama bunu da bildim: yarıldı aklımın serinliği herkes bir nehrin dalgınlığıyla baktı bana ben ey paslı sözlerin sahibi onca zaman sonra herkesin yalanın saçlarını okşadığı yere geldim herkesin veda hevesiyle toprağa imrendiği yerde iki gece beş kış uyudum rüyama kara atlar kışı geldiğinde artık kalbime gerek yok, diyordum olsa da faydasız beni kadırgamdaki üveyiklere mahcup kılacak hangi kelime geçit dokunduğum ipeklerden yükselen zerre bana neyi fısıldar, diyordum ama bir gün bir harf parmaklarıma dar geldi kirpiklerimin işaret ettiği vadiye baktım bir gün ceketimle bir kapıya yığılıp durdum: adımın geçtiği yerde bana kim üşüyebilir her taşa tuttuğum alnımı kim unutturabilir bana daha çok dökülmeden varıp sormalıyd...