Ana içeriğe atla

Kayıtlar

Yılmaz Odabaşı etiketine sahip yayınlar gösteriliyor

Gözlerin Gökyüzünde Bir Dolunay

Diyelim ki sessiz gecede poyraz… Sis çökmüş o heybetli dağlara; yurdun da kar altında, gözlerin gök- yüzünde bir dolunay. Diyelim ki sınamışsın uzaklığın ihanetini. Seslere çarpmış sesin, ama ulaşmamış hiçbir yere nefesin… Diyelim ki şarabın dökülmüş, suların kesik, bu hayat seni bir oyuncak sanıyor… Diyelim ki sana çıldırmak yasak, sana ağlamak yasak, yarın yasak, düş yasak sana. Diyelim ki üşüyorsun kısacık bir ömrün sığınağında; bir çay bile ısmarlamıyor hayat! Diyelim ki lekesiz hiçbir şey kalmamış artık; sis çökmüş güvendiğin dağlara… Kederli bir süvari ol orda, sen orda! Bıkma atını mahmuzlamaktan, bıkma bu puştlar panayırında berrak nehirler aramaktan… Yaslı bir kışa rehin düşse de günler, kalbindeki tomurcuğu bahara büyüt; o tomurcuk düşlerinin yağmuruyla ıslansın. Çünkü her insan bir limandır başucunda tekneler; çünkü herkesin hüznü kocaman, aşkları dalgın… Kimi kanıyor şahdamarından, kimi bozgununda yetim, dervişan, kimi aşklarıyla, düşleri...

Feride

“kasketimi eğip üstüne acıların” -C. Süreyya- sunu: “istasyonda konuşan iki dilsizdi onlar ayrılığı söyleyen kara gürültülerde şaşkındır buralarda ayrı düşen âşıklar kış’ın ve silahların beyaz serinliğinde...” * k(adın): feride, uyruğun: dünya; dinin yok, dilin var ve sonrasını ben bilirim! aynı yağmurlardan kaçarken bir saçağa düştük önce; sonra gece, avluda bir kırık dal dursa üşürdü feride. tarihini düşmedim, düşünmedim, ama tenimiz tanışır önce ve terimiz... o benim avradım olur gecelerce, günlerce; sonrasını ben bilirim... * geceye yağmur inerdi işte böyle sicim gibi, ipince... giderek soğuyan dünyamıza kanat vururken kuşlar ve hüzünle şaşırırken yolunu yitik yıldızlar, feride, bir destan gibi yürürdü ömrünü akmaya yarışırken sular. * sonra sular sulara, günler günlere vururdu ve hayat onu da, beni de hem ne kötü vururdu; hayvan gibi vururdu hayat, küfür gibi, namlu gibi vururdu... sonra feride geceler boyu uyurdu. İleride unutulmuş bir Allah k...

Aşk Bize Küstü

Biz bu kentlere sığdık da, bu kentler bize sığmadı Asiya; ve bir çığlık gibi günlerin çarmıhında; arttıkça yalnız, sustukça silik… Ay ışığı gölgeleri büyüttü, son kuşlar da vuruldular dağlarda. Yakamozları söndü sahillerin, ışıkları evlerin; çağın vebalı gövdesinde bir hayalet gibi gölgemizde yalnızlık. Kaldık… Kırık bardaklar gibi, içilmiş sulardan geride buruk bardaklar gibi… Düşler artık ölü çocuklar doğuruyorsa, sevgiler boğduruluyorsa kürtajlarda ve daha eskimemiş tüfeklerle ordusu bozguna uğramış askerler gibi kalıp, bozuk paralar gibi yuvarlanıyorsak kaldırımlarda, bir bedeli vardır elbet cennetini çaldırmanın; ömrünü yetim bir bebek gibi bırakmanın bulvarlara, bozgunlara ve yanlış yalan aşklara… Bir bedeli vardır bu kuşatmaların, ilkyazları kurşunlatmaların… Biz bu kentlere sığdık aslında, bu kentler bize sığmadı Asiya, ah, son kuşlar da vuruldular dağlarda! Ay ışığı gölgeleri büyüttü. Mutluluk oyununa geç kalan ölü kuşlarla geldim. Geldim… K...

Kendine Benim İçin Bir Gül Ver

(Sensizlikle flört etmeyi sen değil, sensizlik bilir; sesi ses, sessizliği sensizlik bilir.) Korkma, sana aşkı öğretmeyen kendinin ellerinden tut! Çok ağrımış kendinin, siyah ve ayaz kendinin. Hep avuttuğum düşler için bana bir gül ver... Bak, Palandöken dağlarında karlar erimiş, teknelerle kol kola bir bahar sulara inmiş; dağlar için, sular için bana bir gül ver. Bir gül ver söküldüğüm günler için -ve önce kendinin ellerinden tut.- Kendimin ellerinden tutunca, içimden nehirler gibi akmak geliyor; yollara çıkmak, yolculuklara bakmak geliyor. Geberesiye içip salaş meyhanelerde, buralardan böyle ceketsiz kaçmak geliyor. Tutunca kendimin ellerinden, pusulasız gemilerde yatmak; yaşlı ve şefkatli bir azizenin koynunda sabaha dek kıpırtısız susmak geliyor. Sevgilim, iyi insan, tutunca ellerimden, ömrümün içinden akmak geliyor... (Sessizlik sensizliği ezbere bilir; sensizlik her şeyi bilir...) Korkma, sana aşkı öğretmeyen kendinin ellerinden tut; so...

Ey Hayat

Yaşam bir ıstaka; gelir vurur ömrünün coşkusuna. Hani tutulur dilin, konuşamazsın… Tırmandıkça yücelir dağlar. Sen mağlupsun sen ıssız ve kalbinde kuşların gömütlüğü; tutunamazsın! Eloğlu sevdalardan dem tutar, aşk büyütür yıldızlardan; senin ise düşlerin yasak, dokunamazsın. Birini sevmişsindir geçen yıllarda. Açık bir yara gibidir hâlâ. Hâlâ ne çok özlersin onu, ağlayamazsın… Yolunda köprüler çürür. Sesin, sessizlik sanki bir uğultuda. Savurur hayat kül eyler seni, doğrulamazsın… Yapayalnız bir ünlemsin dünyayı ıslatan şu yağmurlarda. Her şey çeker ve iter, anlatamazsın... Yaşam bir ıstaka, gelir vurur işte ömrünün coşkusuna. Sesinde çığlıklar boğulur ama, bağıramazsın… Sonra vakt erişir, toprak gülümser sana; upuzun bir ömrün ortasında ne hayata ne ölüme yakışamazsın… Yazdırmalısın mezar taşına: Ey hayat, sen şavkı sularda bir dolunaysın. Aslında hiç olmadım ben bu oyunda. Ömrüm beni yok saysın... Yılmaz Odabaşı

Aşkın Bilançosu

I Gidersin; yağmurlarda kırık kalır mızrabım. Gidersin; ardından dilsiz bir ihanet gider. Gidersin, her şey gider. Gidersin, kalbimde bir tabur ayaklanır, İlgilenmez ordular, hükümetler… Gidersin; işte rezil bir an’dır bu. Yazdıkça silinen sözcükler gibidir hayat. Gidersin; bir hazin dramdır bu! /Kanmadım aynalara sana kandığım kadar, İçimde bir boşluk sana yandığım kadar…/ II Bugün hasretin kırlarında dolaştım; Senin adınla, Aşkın adıyla Savrulup aktım o ırmaklardan. Irmakları çöllerle, Çölleri denizlerle, Denizleri düşlerle buluşturdum… Sustum kaldım sonra günleri savuşturdum... /Ne ses ne nefes ne de bu rüzgâr bağışlar seni; Simsiyah gecelerde budanırken ah ömrüm, Dönüp sırtını giderken kimler karşılar seni?/ III Sen olmayınca sesin de yoktu, gözlerin de; Bu yüzden odama resmini yaptım, Ve söküp kalbimi yanına astım. Sensiz geçen yılları da ben buruşturdum. Kalbim hasretinde asılı kaldı, Yetim kalmış anıları ben tokuşturdum… IV Daha bu solgu...

İkinin Şiiri

Bugün iki kez yağdı yağmur; iki kez eskidim sanki. İki ömrü kol kola yaşadım ben; biri nergis bahçesi, diğeri mahşer yeri. Hep iki şömine yandı yüreğimde; birinde ateşti, diğerinde kül. Ve iki kez âşık oldum; bundandır iki kez ölmüşlüğüm. Sonra bir serüvende ikiye böldüm ömrümü; şimdi sömestrdeyim. İlk iki kitabımdan sonra sıtmaya tutuldu coşkum; daha depremlerleyim. Ve iki kere iki, kitabımda benim, ya çok eder ya sıfır Yılmaz Odabaşı

Konuşsam Sessizlik Sussam Ayrılık

resmin rehindir gurbetimde gurbetimde sesleri aşındırmış kimliksiz bir kasaba ve senin kederini ıslatan o yağmurlar rehin alnı özlemle dağınık bir akşam getirdim sana sar, büyüt ellerinle, konuk et sıcaklığına konuk et kanatları kanatılmış kuşlar getirdim sana... ve akşam, bir kez daha saçlarını topla ve dağıt sesini rüzgârlara “bir of çeksen karşıki dağlar yıkılır” çekmiyorsun! akarsuları imrendiren yüzün de sabahçı kahveler de biliyor görüşmeyeli yorgunum yıkık kentler kanadı sevinçlerimle görüşmeyeli ya sen nasılsın adım, adresim durur mu defterinde? şimdi siirt'te koyun kokulu bir gecedeyim beynimde iklimsiz papatyalar ve kuşatılmış bir akşam duruyor penceremde sokakların gün batınca neden boşaldığını ve yüreğimin neden kabardığını bilmiyorum konuşsam: sessizlik/gitsem: ayrılık sonra kıpırtısız yasladım göğsümü boğulmuş güne al bu çağrıları sulara göm, o uzak sulara gurbetini rehnetme özlemimde… YILMAZ ODABAŞI

Günlerin Bulanık Sularında

Kalabalık, kabarık şehir; çok şehir, çok beton, yok: İnsan… Çok: Şehir; hiç: İnsan! Sevgileri güneşte çekmiş, ruhları eprimiş ve ihanetlerini cüzdanlarıyla besleyen hiç insanlar, geldiler; milli piyango ve otobüs biletleriyle kürdanlarıyla, balgamlarıyla, ayakkabı bağlarıyla nüfus cüzdanlarıyla, “kazı kazan”larıyla, visa kartlarıyla, maskeleriyle, markalarıyla… Güneşin heybetine bakmadan ve aldırmadan rüzgârın zarafetine... Birer küfe gibiydi omuzlarında hayat; her biri kendince yokuşlarda, her biri amansız yokoluşlarda, şarkıları yankısız, aşkları unutuşlarda... Kapanıp gündüzlerin ıssız odalarına; hepsi çürük akşamlardan ve bayat sayımlardan kalma (!) Geldiler, göğe bakmadan, dokunamadan o uzak ovalara telaşla, günlerin bulanık sularında... Hiç insan, sabahın köşesinde kusmuş şehrin şanına; sabahlar akşamına, adamlar aşklarına, kusmuş günlerin bulanık sularında. Sevgisiz kaldık, sevgisiz kaldık kısacık Nisan akşamlarında... Şimdi hızla yı...

Yenik Serçe

I yaban ve asi dağlara dağılan taylar gibi ve yangın gençliğinin alazında ışıltılı bıçaklar gibi adana’da yollara dizilmiş garlarda çığlık çığlığa peronlarda çocuklar gibiydi gözleri /adı nevin şarap içer, rüzgâr giyerdi geceleyin…/ II o, kanadı kırık bir kuştu beyaza vurulmuştu kimseler görmnedi bir başka renk sevdiğini kimseler görmedi kimseler kirlendiğini… /adı nevin hüzün kokar ve korkardı geceleyin…/ III “kendini martılarla bir tutma” derdim; “senin kanatların yok. düşersin, yorulursun, beni koyup koyup gitme ne olursun!”* o, kanadı kırık bir kuştu gülümserken vurulmuştu kimseler görmedi uçtuğunu kimseler görmedi kimseler öpüştüğünü… /adı nevin özlem tüter ve ç(ağlardı) geceleyin./ IV “ışığın” diyordu: kırılıp düştüğü yerlerden geliyorum; karanlık kördü ve acımasız… ellerimle kırdım ben de kalan kanatlarımı; kanatlarımı kanatmaktan geliyorum… V o bir yenik serçeydi sıkılınca ağlamaya çıkardı. sonra da çift çıkardık; kar yağardı, biz dinle...

Bir Aşk Bir Yara

Ben şu kısa boylu hayatta uzun boylu kederlerle acırım. Yorar beni şu telaş, şu karmaşa. Bir sığınak aranırken şu uğultuda, bir aşk gelir, bir yara. Bir yara… Bir yara daha! Eski bir aşk, yeni bir ayrılıktır her zaman. Bunu kuşlar sorar, yıldızlar da anlatır. Kimse bilmez be canım, bir yara bir ömrü nasıl kanatır… Ben seni hep ayrılıkla anmışım. Titreyen ellerimle günlerin buğusuna adını… Hep adını yazmışım. Bir aşk gelmiş bir yara. Bir yara… Bir yara daha! Eski bir aşk, yeni bir ayrılıktır her zaman. Bunu kuşlar sorar, yıldızlar da anlatır; kimse bilmez be canım bir yara bir ömrü nasıl kanatır… Yılmaz Odabaşı