Ana içeriğe atla

Kayıtlar

Nergihân Yeşilyurt etiketine sahip yayınlar gösteriliyor

Bir

Saçlarımdan biraz ayırıyorum sana, elimde bir tek bu var çünkü kamusal prangalar, mülakatlar ve pektabi asla uzak değil bütün harfler, benim sana uzaklığımla kıyaslanınca. Beni donmuş yüzüklerimle geceye bağışla, için yâd edemem ben seni ....................................................................................................eskime ne varsa eskiyen ölümün yarısı ediyor Eşitlemek için bileklerime, şedid kesiyorum uykumu içeride açık unutulmuş karanlığımdan biliyorum uykuda çok güzelsin, bir sarmaşık kucağımın ismi oluyor –bu yüzden Her kitabın arası karanfil arası kalbini hırpalamışlar senin. kalbimi kitapların arasına bırakıyorum, şimdi öpebilir meselâ kalbini Hiç değilse arkasını dönünce kalakalırım, dermansız bu manzara nilüferin kadehinden içim bomboş sana içim ki yürüyorum bir orman iki kişi hem de nasıl İkimizden biri dudağının iki ucunu dikiyor gözlerin ne varsa kurutulmuş lavanta, yasemen, iris canımda iki kişilik, yokluğun...

Bugün Biraz Kustu Gök Beni

Bugün hiçbir söylediğimin anlaşılmadığı gündür: Yağmurlar yine güzel, ellerin de Sanki borsaları su basmış, hızla tahvillerini kaçırmak isteyen ağalar, Çamura paçalarına kadar batmış koşturuyorlar. Namaz beş vakittir, çünkü insan ahmaktır, Pavlov’un köpeği gibi ezberletmek gerekir, Kendiliğinden dönene ya pervane ya Mevlâna denir Benim sessizliğimin de bir anlamı yok Çünkü çok çığlık biriktirdim, üç kağıt imzalayıp Ruhumun sesini kafesleyen puştlar Gidip gelip nane verdiler, bu boğaz ağrına iyi gelir diye Sonra paralarını sayıp aptallara nane yeter dediler Aklım naneyi aldı, kalbimin çığlığına bağladı Tuhaf mı tuhaf boğulma, incecik kokuyor Kapitalist amcalar Parfüm, bir pislik icadı, hâlbuki abdest alırız biz, peki ya Tesbihli ve seccadeli masalarında dağlara “eğil” komutu veren amcalar Üzerimize üzerimize ölüyorlar, çekilin, bu irin, Bu çok korktuğumuz gövdelerin dolgusu, çekilin! Yahut çekin elinizi yârin boğazından, daha bir gün olsun Benim haneme girmedi ekmeği...

Gülümsemene Tezahürat

Sonra bir çağ geldi İçimize ölü balıklar koymuşlardı bizim İki misket dönüyordu yüzümüzün uzakları gören yarımküresinde İlle de ölmek gibi bir şeylerden yıkanıyordu zaman Uçsuz bir kuraklık yıkılıyordu göklerden üzerimize. Yaradan azat etseler ya bizi. Bu kenarı kırılmış gök ile kaçıp gitsek bir kara deliğe. Şarkı sözlerinden azat etseler, hatta toptan kelimelerden Kaplara irin doldurup cehennemin kadehine kaldırıyoruz Ne sussa bir dil icat edilecek bundan Ne zamanki dönüyor evren kaldığı yere Ben bir adımın izini bulamazken O yusyuvarlak bir kararsızlığın haritasını işliyor dudaklarıma. Sonra bir ağlamak geldi işte Sen orda yoktun, bizi beşiğine koydular Sekiz, bilemedin dokuz yaşında bir çocuğun Çobanlığında çatırdadı ağaçlar, oğlaklar, çakallar… Her şey kırıldı gitti. Sonra ağlamanın geldiği yere bir yılan döndü Aynı yerden iki kere sokamazdı bizi gözyaşları. Taş ustası bir insan yonttu güzelliğin içinden Öyle kahır yüklüdür ki çekici, indikçe güzelliğin üzeri...

41. Mektup

“Konuşma, konuşmak istemezsen Ben konuşurum tavanda koşuşan ışıklarla Hep aynı şeyi söylerim Beni anla.” * Biçimsiz bir keder üzreyim. Sana gelebilir miyim? Hiçbir şeyi tam olarak bilmeden, hiçbir şeyden arınmadan, kendim gibi yarım yamalak bestelerle sana geliyorum. Yollar boy boy yalnızlık: Zifir kalpli bir şehrin tercümesi. Hem sen bir harften bahsetmiyorsun ki. Muska yazıyorsun gözlerimin üstüne. Alnımın ortasına dudaktan müteşekkil bir kuyu çiziyorsun. Kelimeye sığmıyor sen algısı. İçimdeki kitabın sayfalarını çeviriyorsun. Okunaklı olmaya çalışıyorum sana karşı. Sanki nereyi açsan oradan bir yanlış süzülecek. Güneşini takınıyorum. Çünkü o gülümsemelerle icat edilmiş bir lisandır. Beni nasıl okurlarsa okusunlar sencileyin bir söz oluveririm. Semt pazarında annesini kaybetmiş bir çocuk gibiyim sensiz. Kindarım: Muhatabını yere seren şiirler okuyorum. Kendime karşı yere serilişlerimi kutsuyorum. İnsanlardan artmıyor kimse. Zaten bütün özlediklerim senden ibaret. Denize ...

Giderken Konuşmalar II

Kısacık bir an’dık: kuşların Boğaz’ı geçişi gibi rüzgârın tozları savuruşu gibi yaprağın toprağın yanağına değişi gibi sevdik ve öldük. Gayret üzerine düşünüyorum bazen. Yara birden bire buğulanır, biliyorsun. Bütün bir yılı duvarlarıma açtığım billûr yaradan evreni izlemekle geçirmişim. Kucağımda kendinden ölgün kelimeler, kokular adına karışıyor. Kollarımda gölgeler -üzerine gözyaşı, uyku, rüya giyinmişler- Günün içinden geçemiyorum. Konuşup duruyorum hiç anlaşılmadan, hiç susmadan. Kelimesiz, imlâsız. Konuşup duruyorum. Susarsam sanki yokluğun askersiz kalmış her cepheden -ki bütün cephelerde savunmasızım yokluğuna- hücuma geçecek. Ellerimde kadim zamanların kirli kehanetleri ufalanıyor. Şehirler sesimize çatı olabilir mi ki? Müzik kutusunda eski kitapların külleri ve Fırat ve Dicle ve mürekkebi kalp şehrine akmış hikâyeler… Gidip gelmeyenler, yazılıp okunmayanlar, sevip sevilmeyenler… Aynı hikâyeler… Yüz yıl, bin yıl aynı… Birini alıp Yokluk Başkenti’ne gök yapabilirim. Ne...

Öyle çok beklerim ki sarhoş olur zaman…

“Nâz idüp şol iki hâlün birini gizleme kim Nâzunı sen beni öldürmege nâr eylersin” Emrî Naz ile nazm arasında bir kuştur özlemek -ipliğini çeker sevdanın- Kadın inci gibi dizdi gözyaşlarını zamana. Şiirdir bu yüzden beklemek. Bekledi, yokladı incileri. Hepsi yerli yerinde. Yüzüne sürdü gül-i nâzı. Yıkadı asumanın ipeğini, güneş bulmaya çalışmadı hiç. Biliyordu, ölüdür evrenin zifiri. Nûr’a döndükçe yüzünü kanatlanırdı karanlık sırrından. Umut etmek kusurdu, lekeledi inci tozları elini. Üfürdü kederini kuzeyin yağmur bulutlarına doğru. Bu bulutlar gözlerini taşırdı, bilirdi. Bu bulutlar ki gölge eder günlere. Günün gri vakti kesme umudun dallarını. Bahar geliyor. Âh gelsin lütfen! Baharla gel! Kadın ellerini hüsnün kadehine daldırdı. Bu hüzün, güzelliğin şarabıdır kusurun gövdesinden sıyrılan. Cadıların kazanlarına örtülen sahte müjdeyi görmedi. Bakışlarında eğreti çiçekler… Yandı. Cadılar kahkahalarına boyadılar arzı. Benim canım kuş kadar Rabbim! Nasıl da y...

İkincinin Gecesi

Senin gözlerin kahverengi yeşim mi? Şiirle bir antlaşması var mı? Sınırları genişler mi yağmurlarla? Bir gri bulut gibi giydim, kaburgandan çıkarıp ecesi latif geceyi. Şâh tuttu bağladı gözlerime gözlerini. Âh o sabah küçüğü ayaklarım… Kurudular. Bedenimi bırakıp yürüdüler, yıldızlarını dokuduğum masal üzerinde. Soyuldu topuklarımdaki yıldız tozu. Yarım bırakılmış kadehlerde yürümeyi unuttuğun topraklardı bunlar. Baharın saçları lüle lüle, önümde rüzgârın, çarpıp duruyorum incir duvarlara. Bir gölgenin kokusunda tanıyorum seni. Önümde rüzigârın… Ve bir masa, üstünde garplı bir mumun kederi. Onun da üstünde tavana aşina sarılar, alevden hareler… Her yerinde yara bantları ile kör asuman. Yoktur uykusu karanlığımın. Uyanır durur yatağımın kenarına. Kanaviçelerde ufalanır küskünlüğü. Bilirim, yeniden ilmek ilmek aşkı… Ve saf bir çocuk gibi gözlerinden doğmayı… Lirik bir savaş içinden geçmekteyiz. Bir tutam saçı yakıp aşkın sihri tutsun diye ağlaşan çöl kızlarına zamanın hatırı...