Ana içeriğe atla

Kayıtlar

Ağustos, 2016 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

Öleyim, ondan sonra yaz Ermeni olduğumu

Sadece oyuncu değil, sıra dışı bir sinema emekçisiydi. Çok sayıda filmin müziğini yaptı. Şarkılar yazdı, ona ait olduğunu bilmeden dinledik. Ömrünü Sami Hazinses olarak yaşadı. Sonra doğduğunda verilen adla Samuel Agop Uluçyan olarak ayrıldı aramızdan. DUVAR – 1925 yılında Diyarbakır’ın eski adı Pîran olan Dicle ilçesinin, eski adı Herêdan olan Kırkpınar köyünde, dünyaya geldi. Eski adı Samuel Agop Uluçyan’dı! 1927 yılında, şimdi yerle bir olan Sur’un, eski adı Hançepek olan Hasırlı mahallesine yerleşti. Hançepek, Mıgırdiç Margosyan’ın kitabına adını veren Gavur mahallesidir. İlkokulu bitirdikten sonra okumadı. Kentteki Ermenilerin çoğu gibi puşicilik yapmaya başladı. Ufak tefek, ele avuca sığmaz, yanık sesli bir delikanlıydı. Müzikteki yeteneği kısa sürede dikkatleri çekti. 20’li yaşlarında Celal Güzelses’in yönettiği Diyarbakır Musiki Cemiyeti’nin bir üyesiydi. GÜL VE VİKTORYA Sonra Diyarbakır ona dar geldi. Buraya kadar olanları anlatan Şeyhmus Diken’in aktardığına...

Babam

Babam iki tek atınca, "Hadi seni karpuzlara götüreyim" derdi (Karpuzlar Gebze'de oturan kızlardı) Annem kızarır, kızar, "Bey çocuk daha küçük" diye çıkışır Mutfağa gider ağlardı. Babam karpuzdan anlardı. Cevat Çapan

İstanbul'daki

İstanbul’da bir sevdiğim vardı Keçi yavrusuna benzer, Rüzgar eserdi hafiften gözlerinde Halden anlardı. Bütün Şehzadebaşı bilir hikayemizi, Gülhane parkı bilir, gemiler bilir, Gelip geçen bakardı. Yanakları güz elmasına benzer Soğuk havalarda. Ormanlar gibi bakışları; Çocuktu, aceleci, bir hali vardı. Bahar günleri geldi miydi Saçları uzardı. Adını bile unuttum Yüzünü de, gemileri de, Yalnız ara sıra aklıma geliyor Sabah akşam iş başında Ve asfalt caddelerde. Cahit Külebi

Kiraz Dalı

Haziran’da kiraz dalı Çocuklar uzansın diye Yere doğru Eğilir Arif Damar Şiir bana annemin çocukluğuma dair anlattığı bir anekdotu hatırlattı.  Annem bahçede babamla beraber kiraz deriyorlarmış. Bende o sırada 2-3 yaşlarındayım ve bahçede oynuyorum. Önümde mama önlüğü varmış ve onunda ön tarafında cebi bulunuyormuş. Bir süre sonra babamın yanına gelmiş ve kiraz ağacının alt dallarından topladığım henüz olgunlaşmamış kirazları göstererek; "baba bak torbamı doldurdum" demişim. Annem, "o an sana kızıp bağıracak diye çok korktum" diye de eklemişti. Babamsa gülümsemiş aferim deyip yanaklarımı okşamış.

Kömür

Günlerden 2 Kasım 1976 Küçük bir salkımsöğütün altında Karşımda deniz Sultanahmet Ayasofya Geçmiş günlerimin en yaman olaylarını Yokluyorum bir anda Gerçekten Çok verimli oluyor El ele verince yürek kafa Günlerden 2 Kasım Deniz derya külrengi Görkemli bir İstanbul lodosu Öğle vakti İşçiler bir şeyler yiyor Kömür arabaları Ve başörtülü tazeler Ve o güzelim teyzeler Kömür sırasını bekliyor Külrengi bir İstanbul külrengisi İçimize işledi işliyor Atlar alceylan demirikır doru Kula yağız Başlarında yem torbaları Kuyruklarında mavi boncuklar En güzel kımıltılarla Yem kestiriyor Bu küçük salkımsöğüt Harem kapısında limanın Yukarıda Selimiye Kışlası İkide bir gözüme ilişiyor Selimiye kışlası Sana sesleniyorum Selimiye Kışlası Selimiye'nin arkası Karacaahmet Az gerilesem sırtım selvilere değecek Tüylerim diken diken Ne var bunda ürkecek Şimdi bir sel gibi doluşuyor Halkımın uğultusu içerime Böyle zamanlarda ah varmayın üzerime Varmayın üzerime Na ...

Tahassür

Âh kim Pîrâye’min* işte bu yerdir meskeni! Şu siyeh topraklar olmuştur o nûrun mahzeni. Gelmedim on beş sene bilmem ne yanda medfeni. Ey mezâristan bana ettirme âh ü şîveni! Rahm edip âgâh edin ey servler, taşlar beni! Bî-nişan terk eyledim eyvâh evlâdım seni! Söyle yavrum eyleyim şâd-âb-ı giryem kâkini Hangi topraktır senin örten vücûd-i pâkini? Züldür on beş yılda bir kerre ziyâret kabrini. Yok hicâbımdan taharriye cesâret kabrini.           Ger zaman ettiyse pâ-mâl-i hakâret kabrini, Bir vazifeydi bana etmek imâret kabrini. Bir avuç hâk-i mübârekten ibâret kabrini! Eylemez kimse banâ hayfâ işâret kabrini. Söyle yavrum eyleyim şâd-âb-ı eşkim hâkini       Hangi topraktır senin örten vücûd-i pâkini? Hayf kim çok gördü sen nev-bâvemi devrân bana. Vermedi bir gün der-âguş etmeğe meydân bana. Olmadın yavrum niçin bir kerrecik handân bana? Pek ağır geldi bugün bilmem neden hicrân bana? Çâre-sâz ol bâri sen ey dîde-yi giryân bana...

Bir Pus Gibi İçimde

İçimde beni saran Ve hiç olan Bir özlem var hiçliğe Bir istek belirsiz bir nesneye. Sanki sis gibi Sarıp sarmalamış beni Ve küllükteki cıgaramın ucunda Parıltısını görüyorum son yıldızın. Duman duman tükettim hayatımı Ne kadar belirsiz gördüklerim, okuduklarım. Bilinmeyen bir dilde bana gülümseyen Açık bir kitap dünya.                      16 Temmuz 1934 Fernando Pessoa Çev￱ir￱i: Cevat Çapan

Denize Övgü

Santa Rita Pintor'a Rıhtımda kimsesiz, yapayalnız, bu yaz sabahı Bakıyorum kumsalın kıyısından, bakıyorum Belirsizliğe, Bakıyorum ve küçük, siyah parlak bir vapurun Yaklaştığını görmekten mutluluk duyuyorum. Uzakta, öyle açık seçik ve bildik ki kendince Ardında kendi dumanından bir bayrak bırakıyor havaya. Limana giriyor ve sabahı da birlikte getiriyor ve nehirde Denizcilere özgü bir canlanma başlıyor, Yelkenler açılıyor, çatanalar yaklaşıyor, Rıhtıma bağlı gemilerin gerisinde motorlar gidip geliyor Hafif bir rüzgar çıkıyor. Ama ruhumun gördüklerimle, Limana giren vapurla ilgisi yok. Çünkü o uzaklıkla, sabahla, Bu Ân'ın denizle kaynaşan özüyle, İçimde bir bulantı gibi kabaran tatlı hüzünle, Düşsel bir deniz tutmasının başlamasıyla birlikte. Ruhumun olanca özgürlüğüyle bakıyorum uzaktaki o vapura Ve yavaşça bir dümen dönmeye başlıyor içimde. Sabahları gözümün önünde kumsala doğru Yaklaşan gemiler varışların ve kalkışların Acı ve tatlı gizini birlikte ge...

Filozoflardan Öğütler

Ampere            gibi, fakirliği bilgi aşkıyla mağlub et! Aristippus        gibi, haz ahlâkının asil kurucusu ol! Bentham          gibi, (En alçak adam, kanunları kendi menfaatine alet edendir.) de. Bergson           gibi, (Hakikat geçmişte değil, gelecektedir.) diye söyle. Berkeley          gibi, Tanrıdan başka varlık tanımayan ol! Buda                gibi, (Ölümün ötesinde hiç kimse yoktur) ne demek, düşün. Comte             gibi, (Müsbet ilim ve insanlıktan üstün bir hakikat yoktur) dan murad nedir? Onu düşün? Croce              gibi, artist sadece duyan ye duygularını ifade eden adamdır, diye düşün. Çiçeron           gibi, (Fazilet işlenmiş kötülükleri affetmekte saklıdır) diyenlerden ol. Descartes     ...

Pembe Yalı

Kızlar vardır kıvırcık salata gibi Ağızları burunları kıvır kıvır Bacak bacak üstüne vapurlarda Rüzgâr eser oraları buraları görünür Baktıkça fık fık eder adamın içi Vay canına tükürdüğümün İstanbul’u Bir oynak olur Fındıklı önlerinde Elimde yüz iğnelik çapari Poyraz gibi dalarım palamutlara Altımda Turgut Reis motoru Rumelihisarı’nda Orhan’ın mezarı Ne gittim ne gördüm gitmek de istemem Taze ekmek bir parça beyaz peynir Şimdi olsa şuracıkta rakı içer Denize mi bakar kim bilir Ben rıhtımdan suya atlarım Altımda balıklar Üstümde bulutlar Ağzımın kenarında çırpıntılı Boğaz suyu Pembe yalıya doğru yüzerim Oktay Rifat

Kalp düşünebilseydi, atmaktan vazgeçerdi.

Bugün sık sık yaptığım gibi düş kurdum, hayatımın tinsel tarafı büyük oranda bu amaçsız ve değersiz düşlerden oluşur. Rua dos Douradores ten patronum Vasques'ten, muhasebeci Moreira'dan, jilet gibi takımlar giyen şirket çalışanlarından, ayak işlerine bakan çocuktan, üniformalı uşaktan ve kediden bir daha geri dönmemek üzere ayrıldığımı tahayyül ettim. Adeta zincirlerimi kırmıştım, sanki bütün güney denizleri keşfedilmek üzere büyülü adalarını sermişti önüme. Bundan böyle gönül rahatlığıyla kendimi sanata verebilir, varlığımı zihinsel açıdan tamama erdirebilirdim. Ama birden, hatta daha düşüncelerimde yüzerken -kısacık öğle tatilinde, bir kafede oluyordu bu-, bir rahatsızlık duygusu düşüme saldırıverdi: Acı çekerdim, diye düşündüm. Evet fazla söze gerek yok: Acı çekerdim. Patron Vasques, muhasebeci Moreira, veznedar Borges, çevremdeki tüm o namuslu insanlar, mektupları postaya götüren neşe küpü çocuk, maharetli ortacı ve o dünya tatlısı kedi - hepsi hayatımın bir parçası halin...

Yolcu

Gurûb vakti eşyanın yorgun huzûrunda Görüyordu vaktin hacmini bekleyen bir bakış. Ve masanın üstünde birkaç turfanda meyvenin hayhuyu. Gitmekteydi ölümü idrâkin belirsiz semtine. Ve bahçenin kokusunu, rüzgâr, ferâgat halısının üstünde Saçmaktaydı yaşamın saf hâşiyesine. Ve zihin, yelpâze gibi, çiçeğin parlak sathını Tutmuştu eliyle Ve yelpâzeliyordu kendini. Yolcu otobüsten indi: "Ne temiz gökyüzü!" Ve caddenin uzayıp gitmesi aldı götürdü onun gurbetini. Gurûb vaktiydi. Geliyordu kulağa bitkilerin akıl sesi. Yolcu gelmişti. Ve oturmuştu çimenlikte Bir koltuğa. "Canım sıkıldı, Canım çok sıkıldı. Yol boyunca düşündüm hep bir şey Ve yamaçların rengi aldı aklımı başımdan. Kaybolmuştu caddenin çizgileri ovaların kederinde. Ne tuhaf vâdiler! Ve at, hatırlarsın, Kırdı. Ve temiz bir sözcük gibi otluyordu çayırlığın yeşil sessizliğinde. Ve sonra, renkli gurbeti yol üstündeki köylerin. Ve sonra, tüneller. Canım sıkıldı. Ve hiçbir şey, Ne turunç da...