Ana içeriğe atla

Kayıtlar

Nisan, 2018 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

Malatyalı Aşhan Ananın Oğluna Mektubu

Çağam İrecep; Gadan alır, gözünü yerim. Biz seni çoh ösgedik, sen bizi heder ettin. Bu mektupta sana çoh sözüm var bizim pegin bitişiğindeki pegin sahabısı hozzik Şaben papur yolunda ganereye giderken tomofile çarpmış, yere debelenmiş, arnının çatına daş girmiş. Oğlu heyirsiz Mahmıt loynan eve getirmiş, mabeyine döşek serip Şabeni uzatmışlar. Duz çevirdiler, gurşun tökdürdüler, hah ölür dedi ama dert bile yapışmadı Şabene. Evveli gün aminle bi godafa mişmiş dutup Şabeni sormaya gettik. Şaben yerde debelenirken sakkosu yırtılmış, gopçaları tökülmüştü. Sakkosunu yudum gopçalarını tikdim, cıncılı gibi ettim... Şabenin canı marhuta,pıtpıt, isot gızartması istiymiş, yapdım, yedirdim ama hora geçdiğini de zannetmiyim... İrecep geçen hafta pohlu cegetten vurdum, gavur hamamına geddim. Hamam havletti, şendik yohdu, bi gözel yundum, arındım. Eve geldim canım bi şovra istedi. Bi şovra vuram dedim, kevgürü bulamadım. sonra hatırladım, takadaydı... Çağam boynumdan bi hap bozdurdum, gardaşın ...

Genelde dar gelirli kesim satın alıyor.

Türkiye’nin son yıllardaki en büyük sorunu -belirgin bir şekilde telaffuz edilmese de- ekonomik kriz. Dile getirmekten kaçınılan bu kriz, hemen her sektörü derinden etkiledi, etkiliyor. Can Yayınları’nın sahibi Can Öz ise kitap pazarında tam aksi bir durumun yaşandığını söylüyor. “En çok, dar gelirliler kitap satın alıyor” diyen Öz, Diken’e, okurun Türkiye’nin sorunlarından uzaklaşarak huzuru nasıl aradığını anlattı… ‘Kitap okuru Türkiye ile dertli olmaktan bıktı’ Türkiye’de ‘sessiz’ bir ekonomik kriz yaşanıyor. Enflasyon ve işsizlik rakamlarında dünyayla kıyaslandığında rekorlar kırılıyor. Kişi başına gelir her geçen gün düşüyor. Halk yoksullaşırken, bu arada kitapçılar da sessiz sedasız kapanıyor. Siz ise kitap pazarının büyüdüğünü söylüyorsunuz. Bu nasıl mümkün oluyor? Mümkün oluyor çünkü yayıncılar krizin çocuklarıdır. Dolayısıyla biz kriz olmasa da, krizdeymişiz gibi yaşarız. Niye? Türkiye’de ekonomik kriz olduğunda, bunun olacağını önceden hisseden, daralma yaşayan ve krizden son...

Türkiye’de yayıncılık: Her şeye rağmen

Çevirisinden basımına, dağıtımından tanıtımına, davasından dijital dönüşümüne; yayıncılık sektörünün sorunlarına detaylı bir bakış. Yayıncılık, dünyada olduğu gibi Türkiye’de de hiçbir zaman kolay olmadı. Üstelik Türkiye’nin kendine has sorunları; davaları, sancıları, dağıtımı, ekonomisi, teknolojiyi kullanma biçimi ve ‘bakış açısı’ var. Tüm bunlar bir araya gelince, son durumun fotoğrafını çekmenin şart olduğuna karar verdik. Sektörün önemli isimleri; Can Yayınları Genel Müdürü Can Öz, Sel Yayıncılık Kurucusu İrfan Sancı, Ağaçkakan Yayınları Yayın Yönetmeni Metin Solmaz, Danışman-Eğitmen Sevengül Sönmez, Yazım Kılavuzu Kurucusu Şeniz Baş ve SimplePUB Kurucusu Bora Ekmekci bize bugünün yayıncılığını anlatıyor: Can Öz: Zorluk diye sayabileceğim şeyler artık bu işin parçaları Can Yayınları, Türkiye’nin en popüler ve güçlü yayınevlerinden biri. Babası Erdal Öz’den aldığı mirası başarılı bir şekilde sürdüren Can Öz, yaşadığı sorunları şöyle anlatıyor: “En zoru, babamdan devraldığım bu işi ...

Biz (Zaten)

önce … Çeşitli, birçok kaynaktan akıp biriken öfkemiz, öyle olur ki, (belki) zavallılığı içinde pek de haketmediği —belki, layık bile olmadığı— bir biçimde, boktan birinin kafasında patlar: Aslında, o çok daha beterini haketmiştir; ama, işte layık değildir buna aslında. Öfkemiz kördür — en çok da ayna karşısında… Öyle olur ki, bir sürü yönden üzerimize çullanan çeşit çeşit baskılar, bir basınç kaçağında biraraya gelip, suratımızın önünde patlayıverir… Oysa (belki) —herhalde, önceden onları biraraya getiren, birleştiren, yoğunlaştıran da—, kapağı açarak patlamalarını sağlayan da, kendimizizdir. Herşeyi birbirine karıştırmışızdır ya —asıl yaşamsal olarak, kendimize katmak isteyebileceğimiz etkiler ile, geçirmemiz (ve aşmamız —’kazanmamız’) gereken gündelik yaşamda, pek önem vermeden — nazikçe, ya da aldırmazca, belki ezerek — gelmesine, ama geçip de gitmesine izin vermemiz gereken ötekilerden gelen etkileri, hep, biribirine karıştırmışızdır ya: İşte bunun da acı...

Gündüz Yarasaları

I. Neyiz ki biz? İlk ışınları görününce güneşin, Kaparız tepenin gözkapaklarını — Çam değiliz ki, kollarımız açık Ürpererek karşılayalım donuk ışığı. Gölgeler kısalınca çıkarız ortaya, Açıklıktır, aydınlıktır aradığımız, Parlaklıkta bulur gücünü görüşümüz. Tanımayız alacakaranlığı delen, Tepelerin arasından seçen bakışı. — Kör olmuş ışıktan gözlerimiz. Gündüz yarasalarıyız biz. II. Geceyi düşleriz gündüzken, Geceyken de gündüzü, — Yitirebileceklerimiz yitiktir Onlardan uzaktayken — ama Özleriz, döneriz yeniden Yitirmeden Yitirebileceklerimizi Yitiremediklerimize. Yitirebilirdik, deriz; Ama yalnızca bir fiil çekimi bu — Tutsaklıklara bağlamışız özgürlüğümüzü. Gündüz yarasalarıyız biz. III. Sağlamdır düşünce temellerimiz, Ama altlarında kist vardır, sonra kum — Dururuz gerçi, sapasağlam, kalın Taştan duvarlarımızla, dimdik Ayakta; ama biraz su, bir sızıntı Kaydırır temellerimizi hemen. Duyarız yerçekimini hemen, Titreriz. Sımsıkı, gergin Bağlar vardır...

Sallanan Eller

Zeynom: Giderken dalgaların ardından baktım sana yıllardan sonra Hiçbirşey eskimemiş Herşey yepyeni Olabilir mi? Ne çok duygu yaşanıp geçmiş Denizde sürüklenen iki somun ekmek Yemyeşil bir sarmaşık, kökleri kopuk Ne çok yol, ne az varış Güneşin kuruttuğu, rüzgârın savurduğu Karın soğuttuğu, onca iççekiş Günlerin yavaş akışla oluşturduğu Ne az yer, ne çok geçiş Geçmedik belki, gitmedim belki ben Sen orada uzaktan el sallarken Rüzgâr sustu, dalgalar durdu Ne çok gidiş, ne az ayrılış Gelirken herşeyinle koşup gelsen bana yıllardan sonra Hiçbirşey değişmemiş Herşey eskisi gibi Olabilir mi? Oruç Aruoba

Yaşlı Profesör

Ona eski günleri sordum, hâlâ genç olduğumuz, saf, deli fişek, şapşal, toy zamanlarımızı. Bir şeyler kaldı elbet, gençlik hariç, diye yanıtladı. Ona hâlâ emin misin diye sordum insanlık için neyin iyi neyin kötü olduğundan. İllüzyonlar içinde en ölümcülü, diye yanıtladı. Ona geleceği sordum, hâlâ açık seçik görebiliyor muydu. Çok fazla tarih kitabı okudum, diye yanıtladı. Ona fotoğrafı sordum, masanın üstünde duran, çerçeveliyi. Bir varlar bir yoklar. Birader, kuzen, baldız, karım, kucağında kızım, kızımın kucağında kedi, çiçek açmış kiraz ağacı ve üstünde uçuşan bir kuş, diye yanıtladı. Mutlu olduğun oldu mu, diye sordum. Çalışıyorum, diye yanıtladı. Ona dostlarını sordum, duruyorlar mıydı. Birkaç eski asistan, onların birkaç eski asistanı, eve göz kulak olan Ludmila, ki çok yakın, ama uzak da, kütüphaneden iki bayan, gülümsüyor ikisi de, okulun karşısında küçük Grześ ve Marcus Aurelius, diye yanıtladı. Ona sağlığını, ruh halini sordum. Ka...

Baltalanan İncire Ağıt

Duvarda kaldı köklerin çıplak, utanmış. Toprağa saçıldı dalların kopuk, parçalanmış. Bir boşluk esniyor eski yerinde. Kumru gelince sekiyor eksikliğinden. Yongalar arasından kokulu, kuruyan bir hava yükseliyor martılara ulaşan. Yokluğun bile yokolacak boşalamadan, baharda. Ben de giderim artık buralardan yakında. Oruç Aruoba

Önce

14 Eylül Canım – işte yalnızca bunu yazdım; ne yazacağımı bilmiyorum, düşünmedim de – öylesine, bu sözcüğü yazdım:- Canım, içimden akmağa çalışan özlem türkülerini geri itiyorum; onların yeri burası değil. – ‘Karar verme’, ‘istemeyi isteme’ demiştim. Bunlara şunu eklemek gerek : h i ç k u ş k u d u y m a m a. Hem bu ikisinin temeli bu ( ne kararından, ne de isteğinden kuşku duymamalısın), hem de her adımda yeniden kurulması gereken ilişkinin temel taşı. ‘Güven’ demiyorum mahsus: Güven saf birşeydir, epey de güçsüzdür – düşünülmemiş birşeydir, kendiliğinden olur : vardır ya da yoktur. Benim sözünü ettiğim ‘kuşku duymama’ ise bilinçlidir, düşünülerek takınılmış bir tavır, her seferinde yeniden düşünülerek bulunulan bir eylemdir. Aldatılmaya ardına dek açılmış bir kapı… Evet – kör güven değil, bilinçli kuşkulanmama… Örneğin, o ‘ görmek için beklediğim’ gün: Sana olan saf güvenim yıkılıp gitti, paramparça oldu. Beni aldatmıştın, atlatmıştın – en azından, gizlemiştin birşeyi bend...