Ana içeriğe atla

Kayıtlar

2013 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

Şiiri Uçan Çocuk

“Rıza Tevfik’e bir şiir vermiştim, beğenmemiş. Masasının üstüne koymuş. Pencereden gelen cereyanla şiir uçmuş. Ali İlmi Fani Bey’e; “Çocuğun şiirini de uçurduk, ne diyeceğiz?” demiş.” * Çocuktum. Benim için edebiyat şiir demekti. Nâbî'ye, Fuzûlî'ye aşıktım. Müpheme, kavranılmayana karşı duyulan garip bir sevgi. Daha dogrusu hayranlık. * "Şiirin devri geçmiştir" dedim. Ama ben de şiir söyledim, 1500 kadar. Defterler hâlinde dostlarımda var. Bunlardan biri, razı olmadığım halde yayınlandı. * ...Bana mektuplarımı gôsterdi, 18 yaşımın bütün altını vardı o sayfalarda, bütün dehası vardı, bütün çiçeği vardı. Kendi kendimi kıskandım. Bana şiirlerimi gösterdi, birer suretleri için 1000 lira teklif ettim, güldü ve sakladı. * Dosyam, dosyalarım kabardıkça kabarmış. Ben mi yazmışım, birinden mi çevirmişim bilmiyorum, şöyle bir kağıt: Şair yarattıktan sonra şairdir, Hegel'e göre. Şairin yazmayanı olmaz... * Yıllarca şiir yazmaktan utandım. Okuyucuyu cins...

Asırların Efsanesi: Bu Kitap Şu Tecellîden Doğdu

Rüya gördüm, çağların duvarı uzuyordu Önümde. Granitle etten bir yığındı bu. Bağrına uğultusu sinmişti milyonların Endişeden kaskatı kesilen o duvarın. Loş oyuklarda vahşi gözler parıldıyordu, Yığınlar, kabartmalar, nakışlar oynuyordu, Zaman zaman önümde açılıyordu duvar. Yeşimden somakiden ve altından saraylar: Uluların, bahtiyarların otağ kurduğu, Cihangirlerin kandan, buhur’dan kudurduğu İnler görünüyordu, Seher yeliyle nasıl Ürperirse bir ağaç, o duvar da muttasıl Öyle ürperiyordu. Alınlarında burçlar, Alınlarında altın başaklardan sorguçlar, Muammanın üstüne bağdaş kuran birer sır Gibi çöreklenmişti sur’a binlerce asır.. Sanki temel taşları canlıydı da, bu mahşer Göğe yükseliyordu… Sanki binlerce asker Gecelerin fethine çıkan koca bir ordu Birden taş kesilmiş de orada uyuyordu Kayan bulutlar gibi dalgalanıyordu sur, O hem canlı bir yığın hem bir hisardı. Çamur Kanıyor, toz gözyaşı döküyordu. Mermerin Elinde bazen kral âsası, bazen keskin Bir kılıç pırıl pır...

Emek

Geniş gövdeleri, sert hareketleri, Alınlarında faydalı zaferlerin rüyasile,  Nefes nefese işçi kafileleri,  Hafızamda hailevi ve gerçek  Kahramanlık tabloları çizerek,  Dikilip karşısına asırların,  Koşuyor ileri.. Yiğit dölleri kumral ülkelerin,  Cilalı, ağır arabaların, kişneyen atların sürücüleri,  Severim sizleri.. Ve sizi, kızıl oduncuları burcu burcu kokan ormanların Ve seni, çamurlu, çarpık yollarıyla yalnız tarlaları seven,  Ve canlansın, ışıklansın diye, cömert elleriyle,  Tohumu güneşe serpen  Beyaz köylerin aşınmış çehreli ihtiyar çiftçisi. Ve sizi,  Gece yıldızlar uyanır, yelkenler atlas rüzgariyle şişer,  Cilalı halatlar gıcırdar, serenler inlerken,  Dudaklarında bir türkü, denize açılan bahriyeliler.. Ve sizleri,  Kutupların sınırlarına kadar, kudurmuş dalgaları gemleyen,  Güneşin altında boyuna gidip gelen gemileri  Yaldızlı rıhtımlarda boyuna boşa...

(Silezyalı) Dokumacılar

Karanlık gözlerinde yaş yok. Tezgâh başındalar  Önlerinde kumaş yok...  Gıcırdıyor dişleri: - Sana kefen dokuyoruz...  Sana tezgâhımızda üçüzlü beddua dokuyoruz Dokuyor, dokuyoruz... Lânet olsun önünde diz çöküp yalvarılan puta,  Kışın soğuklarında ve zalim pençesinde açlığın  Boşuna bekledik, boşuna umduk,  O bizi aldattı, bizi oyaladı... Dokuyor, dokuyoruz... - Lânet sana ey kıral,  Sefaletimiz karşısında taş kesilen  Ve son santime kadar soyup bizi  Köpekler gibi kurşuna dizdiren  Zenginlerin kıralı! Lânet sana! Dokuyor, dokuyoruz... - Lânet sana yalancı...  Toprağında yalnız alçaklık ve  soysuzluk yükselmede,  Ve çiçeklerin çabucak solup,  Her güzel şey kemrilip dişleriyle kurtların  Bozulup çürümede. Dokuyor, dokuyoruz... Tezgâh çatırdıyor, mekik uçuyor,  Onlar dokuyor, gece gündüz... - Senin kefenindir dokuduğumuz...  Sana tezgâhımızda  ...

İnsan En İyi

İnsan en iyi kalabalıkta, akşamüstü öğreniyor kendini adını, adresini, dünyadaki yerini Şaşırtmasa, gazetelerden habersiz ağacın serçeleri Gürültüyle gülüşüyorlar, toplanmışlar da Saçma, ama yine de sapan kullanıyor çocuklar Oysa insan bir ömür unutamıyor mermileri, Köroğlu’nu, Robin Hood’u, Hazreti Ali’yi yalanı, gibiyi, şeyi, filanı aşkı, hasreti, beklemeyi insan en iyi kalabalıkta, akşamüstü öğreniyor İnsan en iyi birini dinlerken öğreniyor kendini yüzün çırpınışını, elin kederini bakıştaki anlıyor musun’u sürçmedeki gizlenme telaşını öğreniyor, yapıyor, ne iyi ki kimsenin kimseye sözü kalmıyor Gece boşalıyor, yıldızlar kapanıyor açılıyor rüyanın fenafillah kapısı Sabah, sır gibi saklanarak işaretler ketum yüzlerle gidiliyor işe işten güçten darp izi kalmasın diye aşktan serçelerden piyanodan edebiliyor kendini. İnsan en iyi alışveriş yaparken öğreniyor kendini ilaç almasa hastalığını şaşırtabiliyor Ceket almasa mevsim değişmeyecek Plak filan almasa se...

Harfler Ve Melâl

ben esterebadi'nin sözünü kale almadım: harfler dünya'dan hayale doğru yolcudurlar, durmazlar; dönüşür birbirine 'Allah' ve 'Lale'... sen bir kurdun yalnızlığı gibi kurdun yalnızlığı... harfler ki, dağbaşlarıdır; sözler, bulutların ördüğü hâle... o eski hüzünlerin aldığı biçim; harflerin ormanında çok çok dolaştı; ağacı, yaprağı, çiçeği aştı; -ama yok! bir karşılık bulamadı melâl'e... Hilmi Yavuz

Fırtına

akşam ıssız bir ağaç biçiminde sırrı dökülmüş aynalarda görünür (bakmak, uzaklara dokunmaktır sen benim en alımlı gözlerimsin) bakışını duyar gibi güllerden tıpkı enli ve kalın hüzünlerden bana bir gülümseme biçer gibisin benim özel bir tarihim olmadı başlamak için en ilkel gereçlerle ilk kumaşı biçenlerin tüylü sıkıntısına duyulurdu bungun ve boğunuk sağrıları tere batmış at biçimlerinin sazlıklarda doludizgin koşturulduğu (sen benim fırtına gecelerimsin) fırtına başlatılır ilk tecimevlerinde ölü testiler toprak günlerden ayı postlarından kürkleri iznikli çömlekçilerin gemi direkleri gibi sağlam yalnızlıkları cam dışlarında büyürdü fesleğenler gümüş koşumlar yaptılar usta işi bakışlara vurmak için sürerdik acı mısır ekmeğini harlı fırınlara otlarda sürülerimiz yıldızlı göl gecelerinde fırtına çıktı içeri aldık fesleğenleri Hilmi Yavuz

Yeni Şeyler

Her gün bir yerden göçmek ne iyi Her gün bir yere konmak ne güzel  Bulanmadan, donmadan akmak, ne hoş!  Dünle beraber gitti cancağzım,  Ne kadar söz varsa düne ait  Şimdi yeni şeyler söylemek lazım... Mevlânâ Celâleddîn Çeviri: A. Kadir

Kadın - Doğum - Kadın ve Çocuk

Kadın Erkeklerin çoğu kadınları ya melek ya da şeytan olarak görürler. Ya bakiredir kadınlar ya da orospu. Ya azize ya da günahkar. Bunlara aynı kadının yarı melek yarı şeytan olabileceğini, başlangıçta masumiyetin ta kendisiyken sonradan tecrübenin simgesi haline gelebileceğini anlatmak olanaksızdır. Hele namus denilen şeyin zenginlerin parası yetebilecek bir lüks olduğunu, günahın ise fakirler için bir yaşam çaresi olduğunu asla anlayamazlar. Kadın, doğanın her kesiminde yanlış anlaşılmış, ya namus değerlerinin ya da günahların bileşimi olarak görülmüştür. Kibirli olduğu söylenen kadın nesli, yalnızca yüzeysel güzellik konusunda kibirlidir. Uğrunda bunca gürültü koparılan o kibir bile, sağ kalma içgüdüsünün sonucudur bence. Kadınların hiçbir güce sahip olmadığı bir dünyada, tek çarenin güzellik olduğunu her kadın sezgileriyle bilmektedir. Biz hepimiz gömülü bir geçmişten çıkıp yükseliyoruz. Mantıktan, aydınlıktan, doğanın büyük planından dem vuruyorlar ama, kadınlar için bu...

İtiraf Ve Gizem

aşklarla halklarla yalnızlıklarla derlenmiş ve her sabah yeniden uzakları titreten bir mahşer bir coşku vardı ki orada boğularak çıldıran flamalarda yalarken marşlarımı yabancı hışırtılar kan akar akar da yeryüzünün şahdamarı atardı dünya terütaze bir kadın üstündeydim yanaklarının elime isyanın tomarları batardı ona her uzanışta canım dünyayı dürtükleyen mızraklarla kanardı ve kanıma her daim bir kadının gözbebeklerinden girerdi hayat artık duymaktadır şehir kanına karışan çocukları ve barışırken tanyeri ufku öpen atlarla bu koşanlar bu denizler taşırarak yaklaşanlar sevişir gibi dövüşür yaralarla yaralarla dünya ki tarla ve ben iyi hatırlıyorum okulların o çılgın sisli kapılarında ılık mermiler sarıyordu geceyi her yakarış bir ateşti buzdan sevgililere ki beyinler yepyeni bir cinnet tanımındayken hainlikler girmemişken araya deprenir deprenir sayısız gözbebeği dehşetten ses gelirdi sevdaya bilinmez neden bakire bir yağmur yağarken şakaklarına de...

Akşam Ve Sen Ve Ben

ikimizdik, sen ve ben, bir çiçekle onun tomurcuğu arasında bir yerde; öylece durur muyduk, ikimiz gibi? dâima birlikte olurduk hüzünlerde... anımsar mısın, yaz günü, bir bahçeyle gizledikti kendimizi birbirimizden; sen ve bahçe, ben ve bahçe, sen ve ben: akşamlar derlerdik her ikimizden... üşürüz, çünkü uzağız şimdi o yazdan; ey, birazdan bir yazdan geçer olan, ey! kimbilir ne anlama geliyor artık, şu eskiden “hüzün” dediğimiz şey? Hilmi Yavuz

Yolculuk Ve Şiir

her şiir bir sözcüğü örter ve gizler; görülsün istemez ‘gül’ veya ‘hüzün’... gizli bir hazine midir, bilinmediği, kimbilir nereye gömdüğümüzün? ... ah o kumaş ki, tene dokunur dokunmaz farkedilen kayboluş ... yolcu! öteki’m benim! eğer bulursan, hemen o sözcüğü at bu şiirden... Hilmi Yavuz

Mühür

b. necatigil’e uzun etme artık, şiirden çık acı ve düzyazıyla lanetlenmiş olmadan önceki günlerine dön hilmi yavuz sevdalar ki onları ele vermeden daha iyi nasıl anlatılabilir ve neden bir düşün hangi şiirin içinden onu yazmadan daha geçen bir turna görülmüştür? sevda sözleri! siz şimdi benim hangi tür hüzünlere ne ad verdiğimi nereden bileceksiniz? tedirgin ve kömür olmuş sesler duyarsınız ama bu birşeyi anlatmaz ki! şiir, hilmi yavuz, mühür lenir ve gömülür! Hilmi Yavuz

Babam ve Ustam

... 'babam ve ustam'dı o benim sebebim rehberim en eski şiirim ... Babam yıllarca sustu kelimeleri sevdi bilmedi kuşların omuzlarını terkettiğini ... Babam benim suya bakıp ağlayan ustam karagözlü çırakların babalık hakkı seni kimseye sormam ... Ağıtçılar da gitti sessizliği bizde unutup bir daha bakmasın ölümün güzel yüzü kış gelmesin senin uykusuz alnına kış gelmesin ölüm dönsün postacı kılığında kimse evini açmasın ölüm dönsün toprağına yaprağı çürümüş dal olsun ölüm ölüm de çürüsün burada ölümü çağıran kış da çürüsün ...      Babam Kel Hasan Usta'ya “Babam ve Ustam” çıraklıktan yetişen iki mektup pulsuz, zarfsız, kâğıtsız birbirine emanet iki çocuk bir çift adam her yere yetişmeye hayatı onarmaya, acıyla uslanmaya, kırılıp katlanmaya bir çift kanat sırtında ev, gönlünde iyilik, omuzlarında hayat anladım ki ustam kırılanla kırılmak değil marifet kırılanı onarmak Haydar Ergülen (Kurgu Dergisi sayı 4)

Kardeşlik

                  -Kardeşim Seyhan'a Babam bir pazar günüydü eskiden, yağmur yağar, evin büyük oğlu olurdu birden, ben evini kaybetmiş oğul olurdum ona, sorardım ona hemen: Baba hangimizin oğlusun sen? Kardeş olurduk hemen ev büyürdü ikimizden yok olurdu oğulda yer bulamayan babanın suçu, yağmur çocukluğun çatısından gidince anlaşılır yokluğu Şimdi bir başına kalan ev gibiyim gibiysem bir başka yetim olan şiirin suçu yok bunda ev neyse şiir odur, babadır neyse oğul da! Kelimelerin değil seslerimizin ilk yağmurunda ahmakıslatan sırılsıklam benzettiğinde birbirimize unuttum bizi, bir suçu sessizce paylaşırken de unuttuğum sırdı bu: Kardeştir babayla oğul! Kardeştir yetimle şiir! İnsan yarısında baba, yarısında oğul olur hayata, suç ve ceza, sus ve… Dinle ve sus: Bir şiir suçluysa yalnızca susulur! Mustafa Irgat ölür, eski yetim olur, kimsesiz kelimelerden meleği bir daha geçmez olur… Baba ölür, kardeşliği yetim bırakır oğ...

İmkânsız Tesadüfler

                          Cahit Sıtkı Tarancı`ya- Şimdi çıkıverecek karşıma arkadaşım, Mektebe gitmek için geçtiğimiz şu yoldan. Babam tok sesiyle birden çağıracak: 'Ziya!' Kalbimde eski sevinç, dallarda eski bahar. Gözlerimi kapatıp: 'Bil?' diyecek birisi. Bir mahşer ortasinda şaşırıp kalacağım. Ve girecek koluma bir melek gibi karım. Saracak etrafımı doğmamış çocuklarım Ziya Osman Saba

Sizin Hiç Babanız Öldü mü?

Sizin hiç babanız öldü mü? Benim bir kere öldü kör oldum Yıkadılar aldılar götürdüler Babamdan ummazdım bunu kör oldum Siz hiç hamama gittiniz mi? Ben gittim lambanın biri söndü Gözümün biri söndü kör oldum Tepede bir gökyüzü vardı yuvarlak Söylelemesine maviydi kör oldum Taşlara gelince hamam taşlarına Taşlar pırıl pırıldı ayna gibiydi Taşlarda yüzümün yarısını gördüm Bir şey gibiydi bir şey gibi kötü Yüzümden ummazdım bunu kör oldum Siz hiç sabunluyken ağladınız mı? Cemal Süreya 56. Gün'den ... Babamın trajik ölümünü anımsıyorum; kız kardeşlerim, halam, başkaları, kendilerini yerden yere atıyorlardı. Benim gözümden yaş gelmemesi o dünlerde dedikodu konusu bile olmuş. Bir süre sonra, kız kardeşlerim, halam, başkaları, gerçeğe alıştılar. Ama benim içimdeki düğüm çözülmedi. Üç yıl sonra Beykoz'da gittiğim kahvelerde birçok kez babamın az ilerdeki masada oturduğunu gördüm. Çayını içiyor, az sonra da kalkıp gidiyordu. Yanılsama, evet. Ama ned...

Teşekkür Ederim Baba

teşekkür ederim baba, kırılgan bir yaz tozlu urbalar, gri bulutlar bıraktın bana taş duvarlar bıraktın, birkaç metre telörgü gözaltları kırışmış mor bir kelebek bıraktın. uçmak adına teşekkür ederim baba kapıları zorluyor karanlık bir gelecek taşlar yakıştırıyor başımıza çürük hurma dalından suçlu bir peygamber çiçeği gibi uzatıyor boynunu rengini kaybeden gece teşekkür ederim baba. sevişirken bile bir ilkokul sessizliği yerleşiyor tenime çok kapalı adamlar, inan ki korkuyorum giriyorlar duvardaki yaşlanmış che posterinden içeriye sanki anlamsız bir savaşın tarihini şaşırmışım gibi tek ayak üstünde duruyorum caddede kulağımı çekiyor sanki bir kaybolmuşluk duygusu bakıyorum ormanlar kuruyor, gülüşler çürüyor saçlarım dökülüyor aşklarımın üstüne yenildim. korkmuyorum bunu söylerken korkmak eski bir yalanı yeniden yeşertmektir hayatın uçuruma en yakın kıyısında diğer kadınlar bilir: aşk uslanmamaktır bir bakıma hayat da teşekkür ederim baba Altay Öktem...

Sazım'a

Ben giderim sazım sen kal dünyada Gizli sırlarımı aşikar etme Lal olsun dillerin söyleme yalan Garip bülbül gibi ah u zar etme Gizli dertlerimi sana anlattım Çalıştım sesimi sesine kattım Bebe gibi kollarımda yaylattım Hayali hatır et beni unutma Bahçede dut iken bilmezdin sazı Bülbül konar mıydı dalına bazı Hangi kuştan aldın sen bu avazı Söyle doğrusunu gel inkar etme Benim her derdime ortak sen oldun Ağlarsam ağladın gülersem güldün Sazım bu sesleri turnadan m'aldın Pençe vurup sarı teli sızlatma Ay geçer yıl geçer uzarsa ara Giyin kara libas yaslan duvara Yanından göğsünden açılır yara Yar gelmezse yaraların elletme Sen petek misali Veysel de arı İnleşir beraber yapardık balı Ben bir insanoğlu sen bir dut dalı Ben babamı sen ustanı unutma Aşık Veysel

Şiir/Ağıt

Ben yıllardır şiir yazamıyorum. Bu durum, bu dilden anlayan kimseye birçok şey söylemeli. Salih Mirzabeyoğlu

Bir Ömür Yetmez

Bahtı teninden yanık bir serencamdı Bir ömrün bana giydirdikleri Kaçamadım şerrinden şamarından feleğin Daha tüysüz bir çocukken dilim dağlandı Yasaklarla korumaya alındı bütün düşlerim Ardımsıra kurallar devriyeler gezerdi Başım üç numara traş trahomlu gözlerim Babamın ters-yüz ceketi gibiydi hayat Acısı bol bir ağıt gibi dururdu bedenimde Ya da sokaklarıma dar gelirdi. Parçalanmış bir aynada büyüttüm kendi kendimi Kurşun eritilirdi başımda okunmuş sular içerdim Boynumdaki muskaya havaleydi bütün hâllerim Hem takdir hem tekdirlik bir mektepliydim on beşimde Yağmurlar ve şarkılar kardeş gibiydi Şarapla tanıştığım rüzgâra bulaştığım bir takvimdi Hepsi bir şiirin eskizleriydi belki Sonraki yaralarıma sargı bezleri Ten çıra olmamıştı yazgım henüz bakirdi Giz yüzle tanıştı sonra boynunu sıktı muska Bir tren yolculuğunda bozdum bekâretini Sonrası âhir zaman kahır mevsimi Yenildiğim yıllardı kapılar kilitliydi Rüzgârsız kaldım dilim paslandı otuzumda Tezgahlarda ...

Sere Serpe'nin Hikayesi

Yer Ankara’da Sabahattin Eyuboğlu’nun evi, yıl 1946. Ev halkı ve misafirler salonda otururken küçük odada genç bir kız sedire uzanmış, isteksizce ders çalışıyor. Odanın öbür köşesinde, şair, kâğıda bir şeyler yazıyor. Sonra genç kıza uzatıyor kağıdı: “Bak, senin için bir şiir yazdım.” Okuyor genç kız: SERE SERPE Uzanıp yatıvermiş, sere serpe; Entarisi sıyrılmış, hafiften; Kolunu kaldırmış, koltuğu görünüyor; Bir eliyle de göğsünü tutmuş. İçinde kötülüğü yok, biliyorum; Yok, benim de yok ama… Olmaz ki! Böyle de yatılmaz ki! Evet, şairimiz Orhan Veli, genç kız da Bella. Aslında tanışmaları iki üç yılı bulmaktadır, ama arkadaşlık ve samimiyetleri daha yenidir. Bella, Hasanoğlan Köy Enstitüsü’nde İngilizce dersi vermektedir, bir yandan da liseyi bitirmek için kalan birkaç dersini çalışmaktadır. Bella (Kent kızlık adı) 1923’te İstanbul’da doğmuş. İlk ve ortaöğrenimini değişik okullarda sürdürmüş. 40’lı yıllarda Ankara’da yaşayan ablası Dora’yı sık sık ziyaret eder. Dora, Gü...

Nazım Hikmet’in, annesiyle Yahya Kemal arasındaki aşkı farkettiği an

Celile Hikmet resimleri ile olduğu kadar güzelliği ile de tüm İstanbul’un diline destan bir kadındı… İstanbul sosyetesinin en çok konuşulan kadınları arasındaydı… 1900 yılında bu dillere destan güzellikte kadın Osmanlı’nın meşhur valilerinden Nazım Paşa’nın oğlu Hikmet Bey ile evlendi… Türk şiirinin dünya çapındaki en önemli ismi olan Nazım Hikmet de bu beraberlikten doğacaktı… 1916’ya gelindiğinde Celile Hanım‘la eşi Hikmet Bey arasında şiddetli bir geçimsizlik başladı… O günlerde Yahya Kemal, Bahriye’de okuyan genç Nazım Hikmet’in şiir hocası olarak eve gelip gitmeye başlamıştı…Nazım Hikmet’in annesi Celile Hanım’la, Yahya Kemal arasında filizlenen aşk kısa bir süre sonra Celile Hanım’ın anlaşamadığı eşinden boşanmasıyla sonuçlandı…Tutkuyla, ateşle, kıskançlıklarla dolu tarihin sayfalarının arasına gizlenen aşk başlıyordu…O aşkın aktörleri sadece Celile Hanım ve ünlü şair Yahya Kemal değildi… Nazım Hikmet, Necip Fazıl hatta Celile’nin yeğeni Oktay Rıfat’ın, yani Türk şiir dünyası...

Kanto'lar

KANTO I Çimen biçme makinesinin sesi yükseldiği zaman Çimen kokusunun dünyayı tuttuğunu söylediler Biz onlara yakıp yıktıkları kuleleri gösterdik Denizin merdivenlerini, balığın ışığını Denizin anahtarını yitirdiğimizi söyledik Denizden dağlara doğru yürüdüğümüz zaman - Yürümesi bile güzel - Duyduk yenilenlerin yapraklanmış adımlarını Toprakları gözyaşlarıyla lekeli Öykülerini dinledik üç deniz üzerinde “Ama onlar bir türlü anlamıyorlar Işığa koşan ağaçların da olduğunu” Göğün boş olduğunu söyledikleri zaman Biz onlara üç denizi gösterdik Kesik haykırışlarını duymalarını istedik Yaz ikindisi kumun ve çakıl taşının Bize dünyanın ücra bir yalnızlık olduğunu söylediler Duraçlı yonuları, eski kemerleri, Sümbül demetlerini gösterdik Söylemesi bile güzel Arka bahçeyi gösterdik Ama bunlar yaz ılgımı dediler Gelip geçer, asıl olan mutsuzluk “Ama onlar bir türlü anlamıyorlar Hüznün de bir ölçü olduğunu” KANTO II Sokakları geçen rüzgârın türküsünden Denizin kırık yapıtları içinden Dünyaya baktık...