Ana içeriğe atla

Asırların Efsanesi: Bu Kitap Şu Tecellîden Doğdu

Rüya gördüm, çağların duvarı uzuyordu
Önümde. Granitle etten bir yığındı bu.
Bağrına uğultusu sinmişti milyonların
Endişeden kaskatı kesilen o duvarın.
Loş oyuklarda vahşi gözler parıldıyordu,
Yığınlar, kabartmalar, nakışlar oynuyordu,
Zaman zaman önümde açılıyordu duvar.
Yeşimden somakiden ve altından saraylar:
Uluların, bahtiyarların otağ kurduğu,
Cihangirlerin kandan, buhur’dan kudurduğu
İnler görünüyordu, Seher yeliyle nasıl
Ürperirse bir ağaç, o duvar da muttasıl
Öyle ürperiyordu. Alınlarında burçlar,
Alınlarında altın başaklardan sorguçlar,
Muammanın üstüne bağdaş kuran birer sır
Gibi çöreklenmişti sur’a binlerce asır..
Sanki temel taşları canlıydı da, bu mahşer
Göğe yükseliyordu… Sanki binlerce asker
Gecelerin fethine çıkan koca bir ordu
Birden taş kesilmiş de orada uyuyordu
Kayan bulutlar gibi dalgalanıyordu sur,
O hem canlı bir yığın hem bir hisardı. Çamur
Kanıyor, toz gözyaşı döküyordu. Mermerin
Elinde bazen kral âsası, bazen keskin
Bir kılıç pırıl pırıl yanıyordu. Duvardan
Taş değil de kelleydi sanki her yuvarlanan..
İnsanlığı önüne katan o meçhul rüzgâr,
Şekilden şekile giren Âdem, dalgalar kadar
Oynak Havva, vahdette sonsuzlaşan insanlık,
Ecelin eğirdiği esrarengiz karanlık
yumak: alınyazısı, çırpınıyordu orda..
Bazen şimşek duvarı aydınlatıyordu da,
Yüz milyonlarca çehre pırıldıyordu birden.
Bizim hep dediğimiz o hiçlikti beliren:
Tanrılar, tâcidarlar, kanun, şeref ve zafer,
Çağların ırmağında akıp giden nesiller,
Ufukları kuşatan karanlık bir silsile
Misali, gözlerimin önünde binbir çile,
Binbir acı, cehalet, açlık ve hurafeler,
İlim, tarih… uzayıp gidiyordu.
Bu mahşer,
Çöken bir kâinatın enkazıyla yoğrulan
Bu duvar karanlıkta gittikçe daha yaman,
Gittikçe daha yalçın, daha sarp, daha mağmum
Yükseliyordu. Ama nerede? Bilmiyorum.

Ne adetleri saran muamma, ne göklerin
Sis perdeleri insanoğlunun sâkin, derin,
İnatçı bakışına set çekebilir.. Demin
Kaypak, karışık görünen; şekillerin
Sinesinde dalgalar gibi yuvarlandığı,
Gözlerimin heyulâ, serap, duman sandığı
O duvara dikkatle bakıyorum… Bulanık
Göz bebeklerim berraklaştıkça, o karanlık
Tecelli yavaş yavaş sisten sıyrılıyordu

Girdaplardan göklere yükselen mahşerdi bu!
Her hücresinde bir dev vardı. Uğursuz asır,
Nankör asır, pis asır… Gerçeği kuşatan sır,
Bulut ve dünya: şimdi tarih ardına kadar
Açmıştı kapısını… Bu rüyada uluslar
Zaman merdivenine yaslanmışlardı set set…
Hayalden sütunlara dayanmıştı her mabed…
Bir yanda kahramanlar, bir yanda peygamberler
Ve Membre’ye gaipler âleminden haberler
Fısıldayan Dodon, Teb, Raphidim, kutsalkaya,
Arz-ı mevud, Musa’nın kolları semâya
Kaldıran Harun’la Hur, cenkler ve Tih sahrası
Amos’un kasırgasıyla çalkalanan arabası;
Sonra bütün o yarı haydut yarı hükümdar
Masal kahramanları, melekler, nim-ilâhlar
Adları kâh sevgiyle, kâh kinle bayraklaşan,
Efsanelerin gümrah ışığıyla kaynaşan
İnsan avcıları: Hint, İskandinav elleri
İspanya ve destanlar: hem de en güzelleri
İradeleri çelik mızraklar gibi yalçın
Yiğitler, hatırası karanlık asırların
Sessizliği içinde eriyen kafileler..
Talut, Davut, Delf şehri, Endor mağarası, her
Akşam altın makasla kesilen mukaddes mum…
Ölülerin arasında Nemrut’u görüyorum.
Başaklara yan gelmiş Boaz. İşte Tiberler
Tanrısal ve muhteşem başlarında efserler,
Tasit’in kaleminde lâleleşen o parlak
Gerdanlıkları dört bir yana ışık saçarak
Capree, Forum, Ordugâh dolaşıyorlar. Tahtın
Karanlık zindanlara kadar uzanan altın
Zinciri… Dağlar kadar yalçındı bu garip sur.
Bu tecelli her şeyi kucaklıyordu: çamur,
Işık, madde, ruh bütün şehirler: Teb, Atina,
Tir’in ve Kartaca’nın heybetli enkazına
Dayanıp da yükselen Roma… Bütün nehirler,
Sezarlığa özenen her zıpçıktıya: Yeter!
Yeter! Vatandaş kalmak istiyorsan, dur artık!
Diyen Rubikon, Esko, Ren, Nil ve Ar. Karanlık
Bir iskelet misali göğe set çeken dağın
Zirveleri sislerle örtülüydü. O kalın,
O hayalet bulutlar Ay’ı aralarına
Almış sürüklüyordu. Ve meçhul bir fırtına
Hisarı zaman zaman ürpertiyordu. Işık
Sisle kucaklaşıyor, esrarlı bir aydınlık,
Çağdan çağa, taçlardan kalkanlara akseden
Gölgelerle oynuyor, kaynaşıyordu. Derken
Almanya oluyordu birdenbire Hindistan,
Süleyman’ın nurundan bir parıltıydı Şarlman;
Beşerin muzlim, garip, sonsuz mucizeleri;
Hürriyetin maddeyi canlandıran zaferi...
Zümrüt yamaçlı Pindus; yanık yamaçlı Sîna
Uzaklardan, Newton’u müjdeleyen Hiseta…
Keşifler: Ummanları aydınlatan meşale!
Fulton vapura binmiş Jason yelkenlisiyle.
Hem Marseyyez, hem Eşil… Tayf da orda melek de..
Elektr’in kapısında Capanee beklemekte,
Ve Lodi köprüsünde Bonapart ayaktadır;
Neron alkışlanmakta, Mesih kıvranmaktadır.
İşte tahtın uğursuz, korkunç kasvetli yolu
Terle, çamurla, kanla, gözyaşıyla yoğrulu..
Sonra muzlim bir tepe ve gölgeler: uluyan,
Homurdanan, küfreden, tepinen, cana kıyan
Şuursuz yığın.. Heyhat! Bu ne derin uçurum!
Boğuk sesler ve canhıraş çığlıklar duyuyorum:
Sefalet hıçkırıyor, o şifasız hançere
Durmadan, dinlenmeden sızlanıyor, boş yere:
Zaman zaman buğulu bir aynaya benziyen
Bu garip, bu esrarlı manzaraya akseden
Hem benim varlığımdı, hem bütün bir kâinat.
Dal dal ve yaprak yaprak fışkırıyordu hayat.
Şehvet de oradaydı, ölüm de, felaket de,
Ten değiştiren ruh da, ruh değiştiren et de:
İnsanlaşan tanrılar, tanrılaşan insanlar
Geçiyordu önümden dalgalandıkça duvar.
Ve sonra varlıkların karanlık mahşerinde
Gözleri alev alev, dudakları hande,
Muzlim, mağrur, müstehzi biri dolaşıyordu.
Biraz dikkat edince tanıdım: Şeytandı bu.
Tanrının ormanında kurnaz kaçakçı şeytan.

Sonsuz karanlıkların bağrına hangi Titan
Çizmişti bu tabloyu? Bu kâbuslu rüyayı
Hangi heykeltıraştı işleyen? Bu binayı
Kuran kimdi? Hangi el sefaleti, dehşeti,
Mâtemi gözyaşını ve binbir cinayeti
Kanla, çamurla, sisle, ışıkla yoğurmuştu,
Hangi el bu acaip silsileyi kurmuştu?
Titriyordum. Bu rüya insanlıkla hilkatın
Muzlim kaynaşmasıydı. Sütunlarından enîn
Fışkırıyordu. Surdan göğe yükselen kollar
Yumruklaşmıştı hınçtan! Vücutlar bir canavar,
Vücutlar Gomore’ydi. Ruhlar Sahyun kadar saf,
Dünle bugün yan yana dizilmişlerdi saf saf:
Orda hayvanla insan tek varlık gibiydiler,
Burası cennet miydi, cehennemde miydiler,
Bilmiyorum. Günahlar korkunç gölgeleriyle
Yerde sürünüyordu. Orda çirkinlik bile
Devâsâ nakışların korkunç azametiyle
Hemâhenkti. Derinden süzdükçe bu duvarı
Apaçık görüyordum hayal olan çağları.
Nasıl kenetlenmişse sırtımızda kemikler,
Orda da öylesine kaynaşmıştı hayır, şer.
Mezar karanlığından bir yığındı o duvar,
Dumanlı bir sabaha doğru yükseliyordu.
Gecelerin göğsünde rüyalaşan asırlar
Işıltılı bir fecrin koynunda eriyordu.
Yer yer ağarıyordu bağrında ufukların,
Bulanık ve yıldızlı sislerle haleliydi
Günün kasvetli nuru soluk bir ter gibiydi
Alnında o duvarın.

İçin için ürperen, dalgalanan, kaynaşan
Bu tayflar dünyasını seyrederken, fezadan
Bir uğultu boşandı, ezeli sessizliğin
Bağrından kopup gelen iki korkunç ve derin
Çığlık duydum. Gök kubbe sanki aralanmıştı
İlk sayha tan yerinden kopup kanatlanmıştı,
Oresti’nin ruhuydu sisleri delip geçen.
Aynı ânda gecenin karanlık sinesinden
Apokalips uçtu. Bir küsuftan fırlayan
Kara bir ifrit gibi korkunçtu, tehditkârdı.
Yaklaşan o iki ruh gölgeden iki şar’dı
Bir gelişleri vardı sisleri yırta yırta,
Çok geçmeden ezilip gidecektim mutlaka.
Titriyordum.

... Geçtiler ... Bir sarsıntıdır koptu;
Kader! diye haykırdı birinci ruh. Uğultu
Cevap verdi ikinci ruhun ağzından: Tanrı!
Bu iki vâveylâyı dehşetle tekrarlardı,
Meş’um yankılarında karanlık ebediyet.
Ürperdi, çalkalandı ve dalgalandı zulmet,
Bu korkunç naralarla titredi sur.. Hükümdar
Miğferine el attı, put tacına.. Ve duvar
Bir cam gibi sarsıldı, kırıldı, parçalandı,
Karanlığa karıştı. O ne korkunç bir ândı!
İki ruh kaybolunca hayalin sislerinde,
İki büyük kuş gibi.. Karanlık perde perde
Aralandı ve duvar ayan oldu. Bölmeler
Çatlamış, parçalanmış, zedelenmişti yer yer
Sütunları muhteşem, cidarları perişan
Yıkık mabet gibi ulu yamaçlarından
Girdap görünüyordu.

Ruhlar geçtikten sonra
Bir hayli değişmişti önümdeki manzara…
Sur’u parçalamıştı iki kanat darbesi,
Varlığı kucaklayan o hayal mucizesi
O dört başı mamur sur, sinesinde kaderin
Sonsuzla kaynaştığı; en eski devirlerin
Çağımızla yan yana otağ kurdu bu duvar,
Bağrında asırların, teftiş gören ordular
Gibi hep bir ağızdan: “buradayız” dedikleri
Tekmil mevcutlarıyla nöbet bekledikleri
O hisar yoktur artık ortada. O kıtanın
Yerinde adacıklar belirmiş, o cihanın
Sinesinde mezarlar yükselmişti: sütunlar
Hâlâ heybetliydiler, hâlâ ayaktaydılar,
Ama üstleri boştu.. Asırlar darmadağınık,
Asırlar parça parça uzanıyordu artık.
Hepsi de yaralıydı, sakattı, perişandı..
Gölgeler bir bataklık gölgeler bir ummandı,
Yıkılan asırları kucaklamıştı gece
Sislerle sarmaş dolaş, bulutlarla iç içe,
Bir rüyanın perişan enkazıydı bu mahşer,
Viran, uçsuz bucaksız bir köprüydü… Kemerler
Birer birer çökmüştü. Neredeyse uçuruma
Karışacaktı.. Yahut muazzam bir donanma
Bozguna uğramış da batıyordu.. Fırtına,
Zirveleri dolaşan o kekeme boyuna
Aynı söze başlar da bitiremez, bocalar;
O kesik, o karanlık, o garip cümle kadar
Müphemdi, perişandı, bir acaipti bu sur.
Yalnız gelecek günler, soluk bir fecrin mahmur
Pırıltısı içinde dal dal ve çiçek çiçek
Açılıyor, bulutlar arasından geçerek
Bir yıldız gibi mağrur yükseliyordu, insan
Yıldırım görmüyordu ama, o ihtişamdan
Tanrının varlığını seziyordu.

O kaypak ,
O loş pırıltıları yer yer ve yaprak yaprak
Aksettiren; âtiyi, mâziyle aydınlatan
Bu kitap o esrarlı, o karanlık rüyadan,
O canlı heyûlâdan doğdu.
Fevzâ, kafamda mısra mısra billurlaşırken,
Doğum sancılarıyla kıvranırken şuurum
Başucumda bir hayal belirdi: vakur, mağmum,
Tarihin hemşiresi efsaneydi bu… Sonra
O gitti tarih geldi… İkisi de sırayla
Bir şeyler karaladı, önümdeki deftere…
Mâziden, uçurumdan, karanlıktan bir esere
İntikal eden nedir? Soluk bir takım izler…
Hak'ın iradesiyle fırtınalı denizler
Gibi coşkun kabaran devrimlerin yankısı,
Zelzeleden sonraki o enkaz yığıntısı,
İstikbalin bulanık fecriyle parıldayan
Molozlar… İnsanların kırık dökük, perişan
Yapıları.. Bağrında karanlıklar barınan
Çağların harabesi.. Ve gökte zaman zaman
Yıldızlaşan bir fikir.. Korkunç bir salhane bu,
Ölümün barındığı uğursuz kâşane bu.
Duvarlarını kader örmüş bu viranenin,
Ama saçaklarında bazen şuh bir güvercin,
Bazen de bir ışık var.. o kuşun adı: Ümit
O yıldızın: HÜRRİYET... Ve sonra vakit vakit
İğrenç taş yığınları arasında sürünen
İfritler, ejderhalar ve sislere bürünen
Hudutsuz, hâilevî bir enkaz silsilesi.
Kadim Babil’in tüyler ürperten bakiyyesi...
Perişan kulesidir bu kitap varlıkların,
Hayrın, şerrin, mâtemin ve fedakarlıkların
Hâzin abidesidir.. Ufuklara hükmeden
O yalçın, o serâzat, o mağrur silsileden
Bugün ne kaldı? Dağınık, kırık dökük, derbeder,
Karanlık vadilerde seraplaşan şekiller,
Çirkin yığınlar, garip bir harabe azmanı;
Beşerin yavuz, sonsuz, perişan dâsitânı.

Guernasay, Nisan 1857

Victor Hugo
Çeviri: Cemil Meriç



Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Der(le)diğim Kiraz Şiirleri

Ah, kiraz çiçekleri Keşke sizin gibi Düşebilseydim. Masaoka Shiki Kiraz devşirmeye gitmiştin hani Çilek kokuyorsun vakte yabani Unutma sana bergüzarım var İntizarım yoktur, inkisarım var. Bahaettin Karakoç Bir yolcunun Kiraz çiçeklerini döken rüzgarında, Dönüp baktım arkama. * Ne büyük bir suç, Kiraz çiçekleriyle kendinden geçmiyor, Kyoto’nun bayanları. * Bir yaprağı Eğleniyor uzakta, Dökülen kiraz çiçeğinin. * Dökülen kiraz çiçeklerini, Durdurmanın bir anlamı Yok ki. * Dağ kirazı, Anılarım var Eski bir dosta rastlamış gibi. * Kiraz çiçeği işte, Kolumun üstüne Telaşla dökülen de. Takahama Kyoshi kiraz bahçelerinden geliyordum yakamda hınzır çocukların gülümsemeleri seni sevmekten geliyordum bir çeşit yalansızından sevda cümleleri tren yolculuklarında kiraz bahçelerinin resmi geçitleri Betül Dünder büyümek kiraz bahçelerinden kaçmakmış ya ben ne anlamıştım Betül Dünder İtiyorum onu, iti...

Ölmüş Bir Dosta Açık Mektup...

Sevgili Cem, Gecenin bir saatinde, ansızın düştü içime bu satırları sana gazetedeki köşemde yazmak. Hem zaten senin de gazeteci olduğunu düşündüm, hem de şöyle dedim kendime: "Mademki kimi zaman, bir kültür ve uygarlık konusudur diye, dostluk üzerine yazıyorsun, neden bir kez de sapına kadar yaşanmış bir dostluğu yazmayasın! Bir zamanlar çok ender bulunur bir uygarlık adası oluşturduğunuzdan niye söz etmeyesin?" Ve üstelik bunu yapmanın tam zamanı da. Çünkü hiç hazır olmadığım bir yaza girmek üzereyim ve çünkü geçen kışın soğuklarında, şimdi senin rüzgârlı bir tepesinde uyuduğun bu kentteki son sevdiklerim, beni, sevdiğim için öldürdüler! Evet, sevgili Cem, sen ve baban Şeref Serdengeçti, ölümünüzden bu yana geçen yıllar boyunca hep daha güçlenen bir sevgiyle süzülüp bana geri geldiniz. Ben de, zaman ve geçmiş kavramlarının ne kadar acizleşebileceğini ilk kez sizlerin zaman-ötesi sevgileriniz le anladım. Erken ölümün, ilişkimizi bitiremedi. Tıpkı babanla da hiçbir zaman bi...

Bercestelerim

Ağlamak   Anne Aşk Ayrılık Baba Babalar ve Oğullar Bellek Cahit Zarifoğlu Cemal Süreya Çay Çocuk/luk 1 Çocuk/luk 2 Çocuk/luk 3 Çocuk/luk 4 Çocuk/luk 5 Çocuk/luk 6 Dargınlık/Küslük Elif   Ev Fihrist Gam Gitmek Gelincik Gülüş Güneş Güvercin Hande Hatırla/mak Hüsrev Hatemi Hüzün İbrahim Tenekeci İhtiyarlık İmam-ı Şafiî İntihar İskele İstanbul Kader Kar Kalp 1 Kalp 2 Kalp 3 Kalp 4 Kalp 5 Kenan Çağan Kiraz Kulbe-i Ahzân Kuş Mahmud Derviş Mezar Mum ile Pervane Müntehirler Ölüm Pencere 1 Pencere 2 Rakı Sandal Seçtiklerim 1 Seçtiklerim 2 Sigara 1 Sigara 2 Sonbahar Suskunluk ...

Bir Sabah Sevgiyle Uyandır Beni

Acımın alnından öperek uyandır bir sabah beni dışarıda güneşi ve baharı yağarken yağmur. Yüreğimde bir müzikle uyandır beni tüy parmaklarını ağrıyan yerlerimde gezdir. Saçlarımdan zamanı geçirerek uyandır bir sabah. Sen günün şiiri ol, ben şarkını besteleyeyim. Sen narin bir nar fidanı gibi salın rüzgarda ben yanında yaralı bir dize gibi durayım. Aşk ve Şiirle barışan bir dünyaya uyandır bir sabah beni. Fikret Demirağ

Bu gece en hüzünlü dizeleri yazabilirim

xx. Bu gece en hüzünlü dizeleri yazabilirim Şöyle diyebilirim: ''Yıldızlı bir alemdir gece, Ve o mavi kümeler titreşir uzaklarda.'' Bir şarkı tutturmuş dolanır gökte gece rüzgarı. Bu gece en hüzünlü dizeleri yazabilirim. Sevdim onu ben, severmiş o da beni meğer. Böyle gecelerdeydi, sardım onu kollarımın arasında. Öptüm, kim bilir kaç kere, altında sonsuz göğün. Sevdi beni o, meğer ben de sevmişim onu. Yürek bu, nasıl dayansın o iri, durgun gözlere. Bu gece en hüzünlü dizeleri yazabilirim. Düşünüp benim olmadığını. Hissedip yitirdiğimi. Kulak vermek engin geceye, daha da engin o gidince. Ardından bir dize düşer gönle, çimende çiğ misali. Ne gelir elden sevdam onu tutmaya yetmediyse. Yıldızlı bir alemdir gece, yoktur yanımda o sevgili. İşte hepsi bu. şarkı söylüyor biri uzaktan uzağa. Yitirişimle onu ruhum da yitirdi neşesini. Gözlerim arar onu peşinden yetişsin diye. Bu yürek arar, ama yoktur artık o sevgili. Aynı gecedir ağartan aynı saç...

Ayrılık Provaları

I.  olmadım!  dağların sabrına sığındığımdan beri olduğum yok artık benim. bulamadım, taş neden yüzünü döndü bana ne söyleyecekti eğilip baktığım su rüzgâra kapılmış sağrısı o atın bana ne dileyecekti? âh ki durmadım dünyada soluklanmak için.  koyun koyuna uyuduğumuz tepedeki çimenlikten beri çok vaadiyle dünyanın çok gözler gelip geçti canımdan ama olmadım!  hepsi birdi sevgilim nasılsa sonunda hepsi birdi.    II.   filizkıran fırtınasıydı hayatım! iyi hatırla! kimin yüzüyle gelmiştin bana bir begonvil, bir serçe, bir sabah ıslığı kimin yüzüyle hayatım? ayrıldığımızda kimdik şimdi hangi gövdenin içindeyiz küçük bir çıngırak çalarken sabahları.. bağışla! bazı zamanlar unutuyorum yola uzun bakmayı. bazı şarkılardan geçmeyi örneğin: famous blue raincoat, zu were, in your room ya da o kemanlar  bir filmden arta kalan o yara. nerede battı kadırgam ben bile hatırlamı...

Şiir her okumada farklı gösterir kendisini

Şiirin, ağırlıklı olarak elitlerin etkinlik alanında bulunduğu Batı dünyasının aksine hayli uzun dizeleri ezberlemiş okuma yazma bilmeyen İranlılar vardır. İran, şairlerin mezarlarının süslendiği, televizyon kanallarında ezbere okunan şiirlerden başka bir şeyin gösterilmediği bir ülkedir. Büyükannem ne zaman bir şeyden şikâyet etmek istese veya bir şeye beslediği sevgiden bahsetse bunu şiir yoluyla yapardı. İran’ın nispeten sıradan insanları beraberlerinde hayat felsefelerini de taşırlar, bu da şiirdir. İş film yapmaya geldiğinde, teknik noksanlarımızı telafi edecek bir hazinedir bu.  Bir defasında, İran sanatının temelinin şiir olup olmadığını sormuşlardı bana. Ben de bütün sanatların temelinin şiir olduğunu söyledim. Sanat, açığa çıkarmadır, yeni bilgilerin yorumlanmasıdır. Gerçek şiir de benzer şekilde, bizi yüceltir. Her şeyi alaşağı eder ve bizim müzmin, alışılmış ve mekanik rutinlerimizden kaçmamıza yardım eder; bu da keşfe ve ilerlemeye giden ilk adımdır. Aksi durumda, insa...

Sevginin Ardından

Sevginin ardından yürüyen uyku Sevişmeyi değil, seni bütünler Yüzünün ülkesi sınır tanımaz Bırakır geceyi o ince keder Bütün tarihini sırtına vurup Denizi üç günde geçen serçenin Bir seher vaktinde soluk soluğa Tünediği dalda şenlik gibisin Ülkü Tamer

Taş Parçaları

Taş Parçaları... I Tek tek dururken onlar Öbürü henüz yanına gelmemiş olanı çağırıyor: O ikisi yan yana, alt alta geldiklerinde Dünya böylece daha geniş oluyor Biri ötekine ateş sunuyor ve eski kitaptan çıkıp başka bir anlam oldukları gibi oluşlarını da beraberlerinde taşıyarak Çoook eski bir kitapta, ısınsın diye masalı tetikliyor ama yine de olduklarının ötesine taşan bir başka masal oluyor Öbürü, henüz yanına gelmemiş olanı çağırıyor: Büyü böylece büyü oluyor Öbürü henüz yanına gelmemiş olanı çağırıyor: masal mıydılar, soruyor… Maaaasssssssaaaaallllllllllllllll… II İçerde tıkanan çığlık dışarda inliyor Sabaha karşı Uyku kabul etmiyor beni Dışardan bir yerden uzuuuuunnnnuzun Bir inilti kopuyor. İçimde zulümün duvarları. Uykuuuuuuuu alsana beni koynuna. Kalktığımda, banyoya seyirttiğimde gözümden sesler boşanıyor. İçerde, sonra bu sessizce akan yaşlar senin, diyor. İçimin duvarlarında bu taşlar oturuyor, çıkaramadı...

Şiir Savaşlarım

ben yine buralardayım, siz burdasınız, ötekiler burda ötekiler çorap kitap nişan yüzüğü gözlük kullananlar sevimli kafası çalışan iyi insanlar benim açlığımla beslenen hava durumuna göre din değiştiren boş zamanlarında acı çekenler çoğalan çoğala çoğala tükenenler yedekte beklettiğim duygular; işte, korkun hayırsever biriyim, bundan da korkun batıda yoksul, doğuda varsıl, turnuvalarda sonuncuyum adam olmaya doğuştan yeteneksiz içimiz konusunda ciddiyim sadece kederlere yardım ederim bir güzelleşme fırsatı yakalarsanız değerlendiririm görüyorsunuz ikiparalık iyiniyetimle elimden ne gelirse çünkü hep buralardayım, yanıbaşınızda hayvanlık ağlıyor biliyorsunuz ötekiler ağlıyor ama bana inanmayın rol yapıyorum ekmek yiyorum, "nasılsın" lara teşekkür ediyorum bebelere tütün içmesini öğretiyorum tüm bunlar bir yana aslında iyi bir iş arıyorum Osman Konuk