Ana içeriğe atla

Kayıtlar

Şubat, 2013 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

İnsanlar sana fetva verse de sen yine kendi kalbine bir danış. Hz. Muhammed (s.a.v.)

Sensiz giden trenler, ufuklarda kaybolan birer ümit Nehir gibi akmıyor günler Heraklit Heraklit. Zaman masal kuşlarına benziyor Abûs, kocaman, sâkit. Ve geceleri Alnında dolaşır biteviye Kirli, soğuk pençeleri. Yıldızları söndürmüş fırtına, Batan gemidesin; Senden ne kalacak yarına! Kıyılardan imdat isteyen sesin. Günler nehir gibi akmıyor. Nehrin serinliği var, sularında yıkanabilirsiniz, gümüş pullu balıklar yaşar koynunda nehrin… Hayata çiviliyiz kollarımızdan, zaaflarımızdan çiviliyiz. Ve günler, çehrelerinde kamçıdan sert bir istihza. Ve günler, bakışlarında hançer… birer birer geçiyor önümüzden. kimi suratımıza tükürüyor durup, kimi tokatlıyor bizi. Kim çözecek ellerimizi Tanrım? Kim çözecek?.. Günler kükreyerek geçen canavarlara benziyor, uluyarak geçen canavarlara… Gök karanlık, kulaklarımızda acı bir nârâ… Nehre benzemez günler Heraklit! Yanan alnımızı serinletir kardeş suları nehrin. Nehir bir gözyaşıdır, bize ağlayan. Nehir bir busedir. Nehrin sularında gök var, altın yıldız...

Elveda Bakü

Elveda Bakü! Seni bir daha görmeyeceğim. Şimdi yürekte korku, yürekte hüzün Elimin altında sancılı ve yakın yüreğim Etkisinde yalnızca "dost" sözcüğünün. Elveda Bakü! Türk mavisi elveda! Tükeniyor gücüm, soğuyor kanım. Götüreceğim mutluluk gibi ta mezara Balahan mayısını, dalgalarını Hazar'ın. Elveda Bakü! Elveda sade bir şarkı gibi! Son kez kucaklıyorum dostumu işte Başını altın bir gül gibi Sevgiyle eğsin diye leylak rengi siste. Sergey Yesenin Çeviri: Uğur Büke

Ateşteki İbrahim'in Şarkısı

Alacakaranlığın kanlı göçüğünde bir başka adam var. Toprağı yeşil istiyordu ve aşkı en güzel kadınlara yaraşır. Onun gözünde bu değildi o kadar da değersiz bir hediye toprağa ve taşa yaraşacak. Ne adam! Ne adam! Diyordu ki kalbe yaraşan aşkın yedi kılıcıyla kan içinde kalmak ve gırtlağa yaraşan en güzel adları söylemek. İşte böyle bir aşktı demirdağın arslanı adam yazgının kanlı meydanından Aşil gibi geçti. Bir çelik vücutlu: ölümünün sırrı aşk kederi ve yalnızlık gamıydı. *** "Âh, gamlı İsfendiyar! Senin için iyisi gözlerini kapamak!" "Değil mi; Biri yetmez miydi kaderimi yazmaya? Yalnız olan ben etmedim feryat! Gömülmeye razı oldum ben. Bir sestim ben -şekiller içinde bir şekil- ve bir mânâ buldum. Ben vardım ve ben oldum; ne bir gül goncası ne bir kök sürgünü ne ormandaki bir tohum Tıpkı gökyüzünün secde ettiği şehit bir halk adamı gibi. *** Değildim ben başı önde zavallı bir kulcağız ve benim cennetim itaa...

Bilirim Sözcüklerin Gücünü

Bilirim gücünü sözcüklerin, o çınlayan sözcüklerin ben; onların değil, o yığınları coşturan, kendinden geçiren, başka sözcüklerin gücünü, çıkarıp ölüleri topraktan tabutları meşeden adımlarla götürenlerin her zaman. Gün olur okunmadan, basılmadan atılırlar da sepete, bir çıktıları mı oradan gemi azıya alırlar elbette, gümgüm öterler yüzyıllar boyu, tırmanıp gelen trenlerdir öpüp yalamağa nasır tutmuş ellerini şiirin bir bir. Bilirim gücünü sözcüklerin. Esip geçmiş de bir rüzgâr bir halayın topraklarına düşmüş taçyapraklarıdır bunlar. İnsandır bütün ruhu, dudakları ve bütün iskeletiyle. Vladimir Mayakovski Çeviren : Sait Maden

Eşikte

Sakın Güneşin sarı benzine dalıp bakma Büyüler seni. Gözlerine ellerini siper et Gökyüzüne bakarken Göçmen turnaları Göreceksin yükseklerde Mevsimlerin kavşağında Rüzgârların geçidinde Güneye doğru Uçarlarken. * * * Ellerin Gözlerinin kalkanı olsun Sarı benizli güneş Bakışını Büyülemesin Göçmen turnaları Gör de Kanat kanata Denizleri aşarken Denizlerden Dağlara Gururlu dik dağlara Islak saman yüküne Tarlanın kuru sofrasına Kargaların kargaşasına terk edilen harman yerlerinde Geleneklere Göreneklere Ülkelere Ve seni fersiz damına Başına Ve üzgün gövdene Çöktüğün kedere Ve böylece Zindanda geçen yıllarına Ve turnaların kanatlarındaki son kızıllık Batan güneşin ateşinde Kül olacak Orda sen Kederi göreceksin Uzayan gölgesiyle Batan güneşle birlikte titreye titreye Ereğe erişir Ve senin yanında Pencere kıyısına ilişir O Senin sayrılı, beyaz ellerine Yaşlı ellerine... Ve batan güneşi Kara Kanadını... Ahmed Şamlu Çeviri : İld...

Esridi dönmekten altın yapraklar

Esridi dönmekten altın yapraklar Pembemsi suyunda havuzun, Ve hafif bir kelebek sürüsü gibi Uçtular yönünde bir yıldızın. Bugün sevdalıyım bu akşama, Sararan ova yüreğe yakın. Ergen rüzgâr omuzlarına dek Sıyırdı eteğini kayın ağacının. İçimde ve ovada bir ürperti, Örtülecek her yer lacivert karanlıkla, Geçince koyunlar ve son çıngırak Çalıp sustuğunda, sessizleşen bahçenin kapısı ardında. Hiçbir zaman böylesine bir özenle Dinlememiştim akıllı evreni. Ne güzel olurdu, suların pembeliğine Devrilmek,şu söğütün dalları gibi. Ne güzel olurdu, şu ot yığınına Gülümseyerek, şu ay gibi saman çiğnemek... Nerdesin, nerdesin ey sessiz sevincim: Her şeyi sevmek ve hiçbir şey istememek. Sergey Yesenin Çeviri: Ataol Behramoğlu

Bir Şiir Üç Çeviri

Ayrılık Şiiri Hoşçakal, dostum, hoşçakal, mutluluklar. Sevgili dostum, yüreğimde yaşayacak anın, Sonunda ayrılık yazgısı olsa da insanın. Hoşçakal dediğimiz gibi buluşmak da var. Hoşçakal, dostum, el sıkışmadan, suskunlukla Sakın üzülme, nedir bu gözlerindeki hüzün? Şu yaşamda yeni bir şey değil ki ölüm, Ama pek öyle yeni sayılmaz yaşamak da. Sergey Yesenin Çeviri : Yurdanur Salman Hoşçakal Hoşçakal, dostum benim, hoşçakal artık, Can dostum, seninle dolu göğsüm - Çok önceden belirlenen bu ayrılık Buluşmayı vaadediyor ilerde bir gün Hoşçakal, dostum, el sıkışmadan, konuşmadan, Hüzünlenme ve eğme kaşlarını, mutsuz; Yeni bir şey değil ölüp gitmek bu yaşamdan, Ama yaşamak da daha yeni değil kuşkusuz. Sergey Yesenin Çeviri: Azer Yaran Elveda Sevgili Dostum Elveda sevgili dostum elveda, Sen kökleri içimde uzanan.. Ayrılık yazılmış alnımıza İlerde gene karşılaşırız inan.. Elveda dostum, el sıkışmadan Sessizce.. Ne keder ne tasa gerek: Ölmek yeni b...

Merhabâ hoş geldin ey rûh-i revânım merhabâ

Merhabâ hoş geldin ey rûh-i revânım merhabâ Ey şeker-leb yâr-ı şirîn lâ-mekânım merhabâ Çün lebin câm-ı Cem oldu nefha-i Rühu'l-Kudüs Ey cemilim ey cemâlim bahr u kânım merhabâ Gönlüme hîç senden özge nesne lâyık görmedim Sûretim aklım ukûlüm cism ü cânım merhabâ Ey melek sûretli dil-ber cân fedâdır yoluna Çün dedin lahmike lahmi kana kanım merhabâ Geldi yârım nâs ile sordu Nesîmî neçesin Merhabâ hoş geldin ey rûh-i revânım merhabâ Nesîmî

Kurşuna Dizilme

Kurşuna dizecekler elleri bağlı bir adamı, ateş etmek için sıralanmışlar, dört asker. Dört asker, sessiz, dört asker elleri bağlı, öldürecekleri adam gibi elleri bağlı. "Bir kaçabilseydin!" "Koşamam ki!" "Tetiği çekecekler neredeyse!" "Ne yapsak dersin?" "Belki boştur tüfekleri..." "Zalim kurşunlar var tüfeklerinde!" "Kimbilir, ateş etmezler belki." "Az salak değilsin sende!" Ateş edecekler (Nasıl edebildiler?) Öldürecekler. (Nasıl öldürebililer) Dört askerdiler, sessiz, Bir subay kılıcıyla komut verdi; dört askerdiler, bağlı, öldürdükleri adam gibi elleri bağlı. Nicolas Guilen Çeviri : Ülkü Tamer

Anne

Bütün bir hafta, aralıksız Annemin görüntüsü geçti gözlerimden Kolunda ağır çamaşır sepeti Çatı katına tırmanırken Ve ben yaramaz, delişmen çocuk Bağırır, tepinirdim yerimde Bıraksın da koca sepeti Çatıya beni taşısın diye O, söylenmeden, bana bakmadan Çıkar, sererdi çamaşırları Göz kamaştıran aklıkta çamaşırlar Sallanır, döner, hışırdarlardı. Ağlamak için çok geç şimdi; Annemi uçuşan kır saçlarıyla Görüyorum gökyüzü sonsuzluğunda Göğün suyuna katarken çivitini... Attila Jozsef Çeviren : Ataol Behramoğlu

Flora

Şimdi iki milyarlar zincirlemek için beni Benden bir çoban köpeği yapmak niçin kendilerine Fakat iyilik, şefkat ve nicelik duyguları Göç ettiler onların dünyasından Güney'e. Artık ışık içinde göremiyorum bu dünyayı Göremiyorum , deney tüpüne bakan bir doktor rahatlığıyla Diz çöküyorum, haykırıyorum yenilgimi Sevgilim, bir an önce gelmezsen yardımıma Köylü nasıl toprağa muhtaçsa Yağmura, güneşe nasıl muhtaçsa, muhtacım sana Bitki nasıl ışığa muhtaçsa Ve klorofile, fışkırmak için topraktan, Muhtacım sana, çalışan kalabalık Nasıl işe, ekmeğe, özgürlüğe muhtaçsa Ve nasıl avuntuya muhtaçlarsa kuşatıldıklarında Çünkü gelecek doğmadı daha acılarından. Bir köye nasıl okul, elektrik Su, taştan evler gerekliyse Çocuk nasıl gereksenirse oyuncaklara Isıtan bir sevgiye; İşçi için bilincin Ve gözüpekliğin anlamı neyse Yoksul için onurun; Ve bulanık çocuklarına bu toplumun Bir hayat çizgisi nasıl gerekliyse Ve nasıl gerekliyse hepimize Akıl, uyanıklık, yol gösteren b...

İhtiyar Maria

Bir ayağın çukurda, ihtiyar Maria, geldim seninle gerçekleri konuşmaya: Bir tesbihin dizili acıları oldu hayatın ne seven bir erkeğin oldu, ne sağlık, ne mal mülk, ancak açlık vardı paylaşılan. Geldim seninle umudundan konuşmaya, kızının nasıl olduğunu bilmeden kuzuladığı o üç ayrı umuttan da. Sarı sabunla perdahlanmış ellerinin arasına al bir çocuğunkini andıran bu erkek elini, sertleşmiş nasırlarını ve kıvrılmış saf parmaklarını doktor ellerimin yumuşak utancında ov. Dinle, emekçi büyükanne, inan gelen insana, göremeyecek olsan da geleceğe inan. Tüm bir hayat boyunca umudunu boşa çıkaran acımasız Tanrıya da dua etme. Yağlıkara okşayışlarının büyümesini görmek için ölümden acımasını isteme; gökler yeşil ve karanlık hüküm sürüyor sende, her şeyden öte kızıl bir intikama sahip olacaksın, şafağı yaşayacaklar torunlarının hepsi, huzur içinde öl yaşlı mücadeleci. Bir ayağın çukurda ihtiyar Maria, o gideceğin günlerden biri otuz kefen tasarımı bakışlarıyla selamlay...

Sanma ey hace ki senden zer ü sim isterler

Sanma ey hace ki senden zer ü sim isterler Yevme la yenfau da kalb-i selim isterler Berzah-ı havf ü recadan geçe gör nakam ol Dem-i ahirde ne ummid ü ne bim isterler Unutup bildiğini arif isen nadan ol Bezm-i vahdette ne ilm ü ne alim isterler Alem-i bi meh ü hurşid ü felekde her giz Ne muhendis ne muneccim ne hakim isterler Harem-i ma'niye biganeye yol vermezler Aşina yi ezeli yar-i kadim isterler Sakin-i dergeh-i teslim-i riza ol daim Bermurad itmeğe hizmette mukim isterler Dergeh-i fakra varıp dirliğini arz etme Anda her giz ne sipahi ne zaim isterler Aşık ol serbet-i vasl ister isen kim aşık Çaresiz derd arayıp renc-i elim isterler Ni'met-i zahire dilbeste olan gürsineler Muzd nan pareye cennat-i naim isterler Kible-i ma'niyi fehm eylemeyen kec revler Sehv ile secde edip ecr-i azim isterler Ezber et kissa-i esrar-i dili ey Ruhi Hazır ol bezm-i İlahi'de nedim isterler Bağdatlı Rûhî ((Ey efendi Sanma ki senden altın ve gümüş ist...

Analar

Garibin anası pencerelerden Yanık türkülerle yollara bakar. İncecik yüzünde her akşam üstü, Çizgi çizgi, nokta nokta bir efkar. Fakirin anası her sabah sessiz Ağlar çocuğunun aç çıplak durduğuna... Elleri koynunda kalır çaresiz, Bin pişman doğduğuna, doğurduğuna. Mahkumun anası susar, konuşmaz Suçu kendisinde sanır. Kaçar insanlardan, aydınlıklardan Duvarlara bile baksa utanır. Açılsa üstüm biraz duyar da gece yarısı Kalkar yatağından gelir. Bir mübarek el uzanır yorganıma usulca Bilirim anamın elidir. Bir merhamet, bir sıcaklık, bir gurur, "Yavrum" diyen sesinde Ve günde beş vakit nabzı vurur, Beyaz tülbentinde seccadesinde Karımın anası anama benzer, Öylesine yakın duygulu, ince... Özü sözü bir yayla gözesi kadar berrak Oturacak yer bulamaz çıkıp yanına gelince, Yüreği, destanlar gibi sımsıcak. Ve alnım açıksa, başım dikse Dirliğimiz varsa, mutluysam, Yüzüme gülüyorsa böyle bu şehir... Bir beyaz zambak gibi pırıl pırılsa yavrum Ve yavrumsa...

Destan

Durun kalabalıklar, bu cadde çıkmaz sokak! Haykırsam, kollarımı makas gibi açarak: Durun, durun, bir dünya iniyor tepemizden, Çatırdılar geliyor karanlık kubbemizden, Çekiyor tebeşirle yekûn hattını âfet; Alevler içinde ev, üst katında ziyafet! Durum diye bir laf var, buyrunuz size durum; Bu toprak çirkef oldu, bu gökyüzü bodurum! Bir şey koptu benden, şey, her şeyi tutan bir şey, Benim adım Bay Necip, babamınki Fazıl Bey, Utanırdı burnunu göstermekten sütninem, Kızımın gösterdiği, kefen bezine mahrem. Ey tepetaklak ehram, başı üstünde bina; Evde cinayet, tramvay arabasında zina! Bir kitap sarayının bin dolusu iskambil; Barajlar yıkan şarap, sebil üstüne sebil! Ve ferman, kumardaki dört kralın buyruğu: Başkentler haritası, yerde sarhoş kusmuğu! Geçenler geçti seni, uçtu pabucun dama, Çatla Sodom - Gomore, patla Bizans ve Roma! Öttür yem borusunu öttür, öttür, borazan! Bitpazarında sattık, kalkamaz artık kazan! Allah'ın on pulunu bekleye dursun on kul; Bir kiş...

Yıkım Kararı

Şu sıralar çiğnenmiş bir vasiyet gibi üzgünüm. Anladım ki, adına dünya denilen şey, bana göre değil. Bütün ışıkları yanıyor üzüntümün Gitmek istemezken gittiğim o yer Güneşin yok saydığı çelimsiz günler, Bir anlık öfkeye verdiler beni; Dünya zemin kat, yüksek kader… İbrahim Tenekeci

Uyan Ey Gözlerim Gafletten Uyan

Uyan ey gözlerim gafletten uyan! Uyan uykusu çok gözlerim uyan Azrail’in kastı canadır, inan. Uyan ey gözlerim gafletten uyan! Uyan uykusu çok gözlerim uyan Seherde uyanırlar cümle kuşlar Dill-u dillerince tesbihe başlar Tevhid eyler dağlar taşlar ağaçlar Uyan ey gözlerim gafletten uyan! Uyan uykusu çok gözlerim uyan Semâvâtın kapuların açarlar. Mü’minlere rahmet suyun saçarlar… Seherde kalkana hülle biçerler. Uyan ey gözlerim gafletten uyan! Uyan uykusu çok gözlerim uyan Bu dünya fanidir sakın aldanma. Mağrur olup tac-u tahta dayanma. Yedi iklim benim deyu güvenme. Uyan ey gözlerim gafletten uyan! Uyan uykusu çok gözlerim uyan Benim, Murad kulun, suçumu affet. Suçum bağışlayub günahım ref’ et. Rasûl’ün sancağı dibinde haşret. Uyan ey gözlerim gafletten uyan! Uyan uykusu çok gözlerim uyan Muradî (III. Murat)

Kara Yılan

Güneşin yeni doğduğunu sana haber veriyorum Yağmurun hafifliğini toprağın ağırlığını Ve bütün varlığımla kara yılan seni çağırıyorum Seni çağırıyorum parmaklarımdan süt içmeğe Pamuğun ağırlığını yapan dağın hafifliğini Sana haber veriyorum yeni doğduğunu güneşin Ben güneyli çocuk arkadaşım ben güneyli çocuk Günahlarım kadar ömrüm vardır Ağarmayan saçımı güneşe tutuyorum Saçlarımı acının elinde unutuyorum Parmaklarımdan süt içmeğe çağırıyorum seni Ben güneyli çocuk arkadaşım ben güneyli çocuk Ben çiçek gibi taşımıyorum göğsümde aşkı Ben aşkı göğsümde kurşun gibi taşıyorum Gelmiş dayanmışım demir kapısına sevdanın Ben yaşamıyor gibi yaşamıyor gibi yaşıyorum Ben aşkı göğsümde kurşun gibi taşıyorum Seni süt içmeğe çağırıyorum parmaklarımdan Kara yılan kara yılan kara yılan kara yılan Sezai Karakoç

Anı Yaşa

Bugün son günün deseler Tattığın son anların olsa Düşünsene hadi napardın 24 saat nefesin kalsa… Düşün Daha mı çok tebessüm olurdu yüzünde Sürekli ağlar mıydın yoksa Uyumaz da geceleri hiç dua mı ederdin durmadan Daha uzun mu bakardın yıldızlara gecenin karanlığında Eşine dostuna, annene babana söyler miydin ertelemeden sevdiğini Arar mıydın nicedir sesini duymadığın insanları Çalar mıydın kapılarını Gezebildiğin kadar gezer miydin? Yoksa çıkmaz mıydın dört duvar arasından Nerde bir çiçek görsen koklar mıydın? Nerde bir çocuk görsen yarışır mıydın mutluluğuna Görmek için gözlerindeki parıltıyı Acaba diyorum düşmanın kalır mıydı? Gönlünü alıp barışmadığın Ya hakkını aldıkların, helalleşir miydin? Günün sadece onlarla mı dolardı Düşün hadi akıp gidiyor zaman Son anların olsa bunlar napardın Biriktirmezdin herhalde artık bu varını Harcayabildiğince harcar mıydın iyiliğe Sanırım eleştirmezdin kimseyi Vaktim iltifatlarına yetmezdi belki de Söyler misin neden bugün ...

Liman

Sıralanmış saksılar vardı limana bakan penceremizin önünde ve çiçekler arasında ekmek kırıntıları serpen martı yüzlü bir anne Terasta toplanan kadınlar ışıkları yanınca dedikodusunu yapmayı unuturlardı tam o saatlerde sokaktan geçen yazlık sinemadaki biletçi kızın Annesinin dizlerinin dibinden hiç ayrılmayan uslu bir çocuk gibidir limandaki deniz ama sokağa çıkıp dalga olmak geçer yüreğinden… Sunay Akın

Hızırla Kırk Saat

Ey yeşil sarıklı ulu hocalar bunu bana öğretmediniz Bu kesik dansa karşı bana bir şey öğretmediniz Kadının üstün olduğu ama mutlu olmadığı Günlere geldim bunu bana öğretmediniz Hükümdarın hükümdarlığı için halka yalvardığı Ama yine de eşsiz zulümler işlediği vakitlere erdim Bunu bana söylemediniz İnsanlar havada uçtu ama yerde öldüler Bunu bana öğretmediniz Nasıl devireceğimi öğretmişti Ben de gün geçmez ki birini patlatmayayım Ama siz kağıttakileri ve kelimelerdekini ve sözlerdekini Nasıl sileceğimi öğretmediniz Bir kentten daha geçtim Buğdayları yakıyorlardı Yedikleri pirinçti Birbirlerine açılan borular gibi üfürüyorlardı Sonra birbirlerinden borular gibi çıkıyorlardı Pirinçler gibi çoğalıyorlardı Atlarını yalnız atlarını cana yakın buldum Öpüp çıkıp gittim yelelerini… Sezai Karakoç

Sürgün Ülkeden Başkentler Başkentine – 1

Gelin gülle başlayalım atalara uyarak Baharı koklayarak girelim kelimeler ülkesine Bir anda yükselen bir bülbül sesi Erken erken karlar ortasında Güneş dönmüş ışık saçan bir yumurta- Bana geri getirir eski günleri Paslanmış demir bir kapı açılır Küf tutmuş kilitler gıcırdarken Ta karanlıklar içinde birden Fısıldarım sana yıllarca içimde biriken Söyleyemediğim ateşten kelimeleri Şuuraltım patlamış bir bomba gibi Saçar ortalığa zamanın Ağaran saçın toz toprağını Bana ne Paris’ten Newyork’tan Londra’dan Moskova’dan Pekin’den Senin yanında Bütün türedi uygarlıklar umurumda mı Sen bir uygarlık oldun bir ömür boyu Geceme gündüzüme Gözlerin Lale Devrinden bir pencere Ellerin Baki’den Nefi’den Şeyh Galib’den Kucağıma dökülen Altın leylak III Ölüler gelmiş çitlembikler sarmaşıklarla Tırmanmışlar surlarıma burçlarıma Kimi ırmaklardan yansıma Kimi kayalardan kırpılma Kimi öteki dünyadan bir çarpılma İçi ölümle dolu Dönen bir huni Doğarken güneş Kesilmiş ölü ...

Yağmur Duası

Ben geldim geleli açmadı gökler Ya ben bulutları anlamıyorum Ya bulutlar benden bir şeyler bekler Hayat bir ölümdür aşk bir uçurum Ben geldim geleli açmadı gökler Bir yağmur bilirim bir de kaldırım Biri damla damla alnıma düşer Diğerinde durur göğe bakarım Bir yağmur bilirim bir de kaldırım Nedense aldanmış ilk gece annem Efsunlu bir gömlek giydirmiş bana İişte vuramadı gökler bana gem Dinmedi içimde kopan fırtına Nedense ilk gece aldanmış annem Biri çıkmış gibi boş bir mezardan Ortalıkta ölüm sessizliği var Bana ne geldiyse geldi yukardan Bana ne yaptıysa yaptı bulutlar Biri çıkmış gibi boş bir mezardan İyi ki bilmiyor kalabalıklar Yağmura bakmayı cam arkasından İnsandan insana şükür ki fark var Birine cennetse birine zindan İyi ki bilmiyor kalabalıklar Yağmur duasına çıksaydık dostlar Bulutlar yarılır hava açardı Şimdi ne ihtimal ne de imkan var Göğe hükmetmekten kolay ne vardı? Yağmur duasına çıksaydık dostlar Ben geldim geleli açmadı gökler Ya be...

Mona Roza

Mona Roza, siyah güller, ak güller Geyvenin gülleri ve beyaz yatak Kanadı kırık kuş merhamet ister Ah, senin yüzünden kana batacak Mona Roza siyah güller, ak güller Ulur aya karşı kirli çakallar Ürkek ürkek bakar tavşanlar dağa Mona Roza, bugün bende bir hal var Yağmur iğri iğri düşer toprağa Ulur aya karşı kirli çakallar Açma pencereni perdeleri çek Mona Roza seni görmemeliyim Bir bakışın ölmem için yetecek Anla Mona Roza, ben bir deliyim Açma pencereni perdeleri çek... Zeytin ağaçları söğüt gölgesi Bende çıkar güneş aydınlığa Bir nişan yüzüğü, bir kapı sesi Seni hatırlatıyor her zaman bana Zeytin ağaçları, söğüt gölgesi Zambaklar en ıssız yerlerde açar Ve vardır her vahşi çiçekte gurur Bir mumun ardında bekleyen rüzgar Işıksız ruhumu sallar da durur Zambaklar en ıssız yerlerde açar Ellerin ellerin ve parmakların Bir nar çiçeğini eziyor gibi Ellerinden belli oluyor bir kadın Denizin dibinde geziyor gibi Ellerin ellerin ve parmakların Zaman ne de ç...

Düş Fırçası

Derken, sen düşersin içime..! Sonra... Ardından koşar adımlarla diziliverir içinde sen olan özlemlerim... Derken, bir kuşun çırpınışı takılır aklımın çalılıklarına, Sonra... Dünya düşer gözümden... Gökhan Yalçın

Kedilerin Alışkanlıkları

Kayboluşumun beşiğini sallıyorum bu akşam Büyüyor yavaş yavaş Sırtında parmak izleriyle zamanın Bir tekir kedi ile beraber Seyrediyorum hayatı: O meleklerin cebinden düşen anahtardı, Son zikrin halkası Allah’ın son hatırası O bizim kaçırdığımız fırsattı Uğurböcekleriyle parmak uçlarında Küçümserdi hep ona olan aşkımı Gözünün yaşına bakmadan şimdi ben Kovuyorum ihtiyarı Ardımda kırık bir ayna Üvey anneleri hayatımın. Batsın diye güneşe tempo tutan o kız çocuğu... Evden kaçışımın pembe spor ayakkabıları vardı. Hüzün neydi sanki o zaman Artık kullanılmayan dikiş makinesi annemden kalma. Ölüm neydi sanki o zaman Bir önseziden başka. Evden kaçabilirsin artık çocuk, ama kaderden asla! Babam Çıkarılmış bir adam bütün fotoğraflardan Kader neydi sanki o zaman, Masada açık unutulmuş Turuncu kulaklı bir makastan başka. Bir ağaca bakıyorum şimdi Başladığı yerde bitiyor dünya Alışıyor dil şimdi Azı dişin bıraktığı boşluğa. Bastırıldı nihayet hayatın kadife kalesinde...

Paragraf Başı

Bir roman yazmaya başladığım o gece için..... Yalnız bırakma beni bu paragrafın başında Bu boşluğu bir masal doldurmaz Kanalizasyondan fırlar bir cadı, Başını engizisyona çarpar. Ölürüz belki ikimiz de ucuz bir aşk romanının sonunda. Patlamış mısıra benzerdi senin mısraların Isınır ve patlardı Beyaz çiçekler açardın sonunda Bahar dallarının hatırına beni anla. Küçük bir tırtıl gibi büzüştüm yatağımda Hep böyle uyudum yıllarca Sanırdım, Bir gün doğuracak beni bu yatak Son ve o en büyük sancıyla Sanırdım Tanrı bırakmış beni kocaman parmağıyla Bir yumuşak çiçeğin ortasına İçimde bir kedi durmadan oynardı Parmak kızın DNA sarmalıyla Alice’den çalıntı gözyaşlarım Çiğ taneleri olurdu sabahları yastığımda. Ömrüm geçti bir çiçeğe benzemekle Hangi hayat süslendi senin için bu kadar. Su getirdim perilerine küçücük avuçlarımla Beni anla. Kurşun kalemin hatırına beni anla Razıyım uçsun bu şiir silgi tozlarının kanatlarında. Toprağın seviyesine ineceğim Anlamalı beni...

Müsveddeler

“Tekirdir tekerlenir bir saranı bulunmaz” diyen o adama.... 1- Anlatarak bitiriyorum hayatımı Bilmiyorum başka nasıl bitirilir bir hayat Bir çiçek çizdim bu akşam avcuma İsmini herşey koydum. Simli ojeler sürdüm yalnızlıktan sıkıldığımdan. Müsveddesi gibi şimdi tırnaklarım Yıldızlı bir gecenin. Yıl 2000 Tekke ve zaviyeleri kapatıldı kalbimin Tombul güvercinler dolaşırdı kiremit çatısında Bulutlar akardı paçalarından, uğuldarlardı. Kuşların şarkılarından anlarım. Kimse hayra yormaz beni Kuşbaz ve uçmaya meraklı, Ütüsüz giyerim karabasanlarımı Sakarım, sık sık çarpar deviririm yazgımı İçimdeki suyu döktükten sonra işte, ondan sonra Şikayetim yok, rahatım. Taşralı ve safım. Yağmurda unutulmuş bir Tanrı’yla ahbabım Balkonda asılı kalır günlerce gökkuşağım, Deterjan reklamına çıkacağız biz ikimiz Tanrı’yla Ben böğürtlen lekeli çocuğu oynayacağım, O kirli beyaz gömleğim. Ah bir de şu gömleğe, göynek diyecek kadar Cesur olaydım. Teyzem öldü. Kırkı yeni çıktı ...

İlhami Çiçek

“…ve her şey bir kader iledir.” ey atını uçurumlara süren çocuk terkisinde taşıdığın rüzgarla acının ağacından “toy bir yaprak” düşürdün ölüm de bir miraçtır tersinden kıyası mukassim olsa da ey uçurumlarda açıp uçurumlarda solan çiçek ye’sin infazı gerekti mat ve cinnet: yazıldı çünkü o kitap levh-i mahfûz ve muktezî “bir ilkyazdan koca bir güz yontan adam” köpürttün akıl atını kapaklandın hükmünde âdil olan yalnız o’dur çünkü “kadim kabarık bir öyküdür alınyazısı” ve her şey kaza ve kader mühründe kazılı ey oğul veren Çiçek kanının dengi kalbinin nuru “buruk bir andaç” olarak bıraktığın abdurrahman nuri büyüyor ve görüyor seni kitap denen o derin sırsız aynada Arif Ay

Martı Serçe ve Bürokrat (6.hayal)

- Martıyı gören oldu mu? - Martı yok bu akşam - Kimse şarkı söylemeyecek mi bize ? Kitabımdan çok yüreğimi okumasını istediğim okuyucu en renksiz sesiyle soruyor. - Neden serçe? Son şiirinizde kırlangıç değil miydi bu? - Kırlangıç genelde ötekini anlatırken kullanılır. Uzaktaki için hoş bir imgedir.Çünkü onlar genelde yüksekte uçar ve insanla yakınlaşmazlar. Oysa serçeleri herkes tanır. Herkes serçelerle göz göze gelmişlerdir. Adı geçer geçmez , fotografik hafızanız çalışmaya başlar. Hatta ciddi bir çoğunluk çocukluğunda serçelere sapanla taş atmışlardır. Bu anlamda serçe biraz da vicdandır.Ama serçe imgesinin en büyük özelliği, (yani bu imgeyi güçlü kılan şey) serçenin bu kadar yakınımızda olmasına, bizimle iç içe yaşamasına rağmen evcilleştirilemez, kafeste yaşayamaz oluşudur. Yani hem çok yakınınızdadır, hem de asla size ait olmaz. Eğer bir yazar aynı varlık için önce kırlangıç imgesiyle betimleme yapıyor, bir süre sonra imgesiniserçeyle değiştiriyorsa, buradan anlarız ...

Bir Kere Sevdim, Kalbim Köreldi

I-Bir kere sevdim, kalbim köreldi. Açamadı kendini yeni sulara. Kapandım, sevemedim bir kadını, bir eşi, bir dostu bile... Ben bir kere sevdim, köreldim bir bileme makinesi gibi. Var olamadım tekrar, gösteremedim sevdamı bir daha, tutuşmadım yeni bir kadına... II- Yüzümü aynalarda göremez oldum, soldum, sulanmadım bir daha. Fukara bir palto, susuz bir matara, solgun sarı resimler hayatım şimdi. Ben bir kadın tanıdım, o da yetti, çekip gitti. Ben bir kere sevdim, kalbim köreldi. III- Adımlarım bile yetersiz artık dallardan tutunmaya, gözlerimin eski fecri yok. Şarkılar anlamlı olduğu zaman ben ağlamaklı, anlamsızlaştığı zaman ben zaten anlaşılmaz. Ahhhh! Bir kadının elinden tutmak, beyaz bir güvercinin sıcaklığında "gubuuruk guburuuk" seslerinde... Hayat onunla güzeldi, meyveler onunla tatlı, bahar işte onunla çiçek açtı... Peki ya ben; şimdi sonbahar… Ben bir kere sevdim, kalbim köreldi. IV- Yozlaştım, anti-laik oldum, kaçtım, ruhsuzlaştım, artık benimle gelişen duygula...

Gidenler genç kalır

Yaşlanma, gitme korkusuyla başlar... 'Bırakıp gidebilenler' ise hayatta, 1-0 önde koşar... İhtiyarlamak azizim, gitmek korkusuyla başlar. İçine bir şüphe düşüyorsa kapıyı çarpıp çıkacakken, duraksıyorsan, işte tam o an, yaşlanır insan... Yeni bir başlangıç yapmak için üstat, önce boşlukta durabilmesin. Boşlukta "kalmaktan" kortuğun zaman, işte tam o an, bir daha yeni bir şeye başlayamayacak kadar ihtiyarlar, çökersin. İnsan, sevgili arkadaş, zaman içinde yaşlanmaz aslında. Bir ikindi, zamanın nasıl da geçtiğini düşündüğünde, düşündüğü bütün o zamanların yükü üzerine bindiğinde ihtiyarlar. Tam o ikindi gitmeye karar verirse, şöyle yeniden "Ne yapmalı?" yaylasına çıkıverirse dirilir yeniden. Bağlantısızlığın yaylalarında iyi, sağlam, canlandıran bir rüzgâr eser. O rüzgâra çıkmazsan eğer, yeni bir şey olmaz. İhtiyarlamak, yeni bir hayat fikriyle, yayla rüzgârından üşüdüğün zaman başlar... Serserilik deneyleri Bazen, yapılması gerekenler, koruması icap ...

Kaçmak İsterken Vuruldu

Gök gürledi Canı sarsılmadı şimşek çakışından Ve yağışlar dilinden döküleni epritemedi Sert esen poyrazın dayattığı siliklik Ağustos sıcağı gerekçesiyle pelteleşme Dilsizlik sağırlık çolaklık körlük Mızrak değdiremediler güzelim gövdesine Değiştirilsin aniden coğrafya dersinde konu Kaçmak isterken vuruldu. Burukluk enginine düşsek kalfadır aradığımız Yücelik katlarına çıksak gözleri yakan yazıt Kıt Vurulduğunu bilmesek Daha da kıt kalırdı hakkında malumatımız Oydu dalgınlık arastamızdan belli belirsiz Belli belirsiz belki utangaç geçiveren karaltı Göz göze geldiğimizde bize düşen yutkunuş Paydoslar çalkantısından yara almamış çehre Türkçe konuşmasıyla hayranlık uyandıran Duruşu çocuklara örnek olur diye korktuğumuz Kanamayı durdurmak için gerek duyduklarımızın ilki Neye acıktığımızı tek fark eden oydu Kaçmak isterken vuruldu. Tarihten kopmuş yaprakları sığaya çeken hançer Denk getirilmiş bütün şeylerin kırbası Kırbacı kötülükten zevk çıkaranların Neyi ihmal ...

Sırtımızdaki küfe

   Yaşamın bir yerinde sırtımıza bir küfe alırız; zamanla ona değerli bulduğumuz bir çok şeyi doldururuz. Düşünceler, hobiler, arkadaşlar, dostlar, şekilli güzel taşlar, küfe aldıkça alır, kafamız yerde bedenimizin bir parçasıymışçasına taşırız küfeyi.    Bir gün bir vesileyle ayırdına varana kadar; o gün yıllarca biriktirdiğimiz ne varsa önce seçerek, daha sonra tümünü bir kenara boşaltırız.    Boşalınca tekrar doldurum endişesiyle onu da bırakıp sessizce vedalaşırız küfeyle. Ve ellerimiz cebimizde, dilimizde küfeden kalma, (eskiden ağlatan) bir şarkıyı yüzümüzde tebessümle mırıldanarak alışık olmadığımız hafiflikten yalpalayarak hayata devam ederiz.

Yol Arkadaşı

bakın, ben hep aynıyım; hep aynı yol arkadaşı, ama yine de, sizin bildiğiniz gibi değilim; siz değiştikçe ben de değişirim. ben değiştikçe de değişir yer gök, değişir insan, cin, melek. ama yine de hep O’yum ben, hep o bilinmez Çalap… her çağda başkayım, her yerde başka, her birinizde başka başkayım; ama hiç değişmedim, kep kendimde yim, hep kendi evimde. dünyaya bakıyorum, insanlara bakıyorum, her gün yeniden sırladığım aynaya, aynalara… ben hep aynıyım, ben her zaman aynı, bütün değişmeleri içeren Tanrı. çünkü, bakın, durgun görünmek için çok hızlı, çok hızlı dönmek, aynı kalmak için de sürekli değişmek, değişmek gerekir, bunu hesaba katın! bir de şunu anlayın ve unutmayın, siz değiştikçe, sizde değişen de benim, sizde değişmeyen de – çünkü ben size sürekli kendini üfleyen Bilinmeyen’im. Cahit Koytak

Yarı Yol

Nasıl istersen öyle dinle, bakın: Dalların zirvesindeyiz ancak, Yarı yoldan ziyâde yerden uzak, Yarı yoldan ziyâde mâha yakın. Ahmet Haşim

Yehudam

bu ilk rüsva oluşum değil kendimi bildim ya bildim ve asra savruldum gizli bir hazineydim unutulmuş/soykırımlar ardılı kûn fe yekûn aşikâr oldum hem fahşa hem bağy sunuldum/savruldum bu ilk rüsva oluşum değil bir ömür alnımda parmak izi adaklanan bendim struma gemisinden önce kerbeladan sonra facia az kalsın halepçe ne desem aklım mükellef olmayacak yehudam kürdüm ya lanet olası duvarım da yok ağlanacak Mustafa Kaylı

Uzun anlardan sonra

Uzun anlardan sonra Penceremin boz ağacında bir yaprak yeşerdi Ve yeşil bir esinti uyuyan hücrelerimi titretti. Ve ben henüz Tenimin köklerini rüyaların kumlarına sokmamıştım Ki yola çıktım. Uzun anlardan sonra Bir elin gölgesi vücudumun üzerine düştü Ve parmaklarının titreşimi beni uyandırdı. Ve ben henüz Kendi yalnız ışınımı, İçimin karanlık uçurumuna atmamıştım Ki yola çıktım Uzun anlardan sonra Sıcak bir ışın saatin donmuş gölüne düştü Bir çapa geliş gidişini ruhuma döktü Ve ben henüz Unutkanlık gölüne kaymamıştım Ki yola çıktım. Uzun anlardan sonra Bir an geçti: Penceremin boz ağacından bir yaprak düştü, Bir el gölgesini vücudumun üzerinden topladı Ve bir çapa saatin gölünde dondu. Ve ben henüz gözlerimi açmamıştım Ki başka bir uykuda kaydım. Sohrab Sepehri

İnsanın Mülkü Yarasındadır

I. yok artık bir yanardağım! II. gözlerime indirdiğin melekler de yok artık gittiler beni dili dargın bir zamana verdiler gördüler aşkı yaraya süren bir semazenim ben bu nefes kimindir dediler bu kendine dönen kimdir? bilmediler içime dökülen bu kuyular sendendir ruhuma diktiğim bu lekeler emanetindir bilmediler dediler: kalbi susmuş bir adamdır bu! terk edin! eli düzgün yüzü güzel bir ölüm getirin ona! III. bana biçilen bu ölüm armağan mı bela mı bilemedim eğildim dünyaya yüzünün yaprağına değdim gövdeme gömülü rüzgârların kapısında bekledim taş söyledim çöl içtim kusur ettim kendimi insanın insana açıldığı ilk tufandır aşk dedim dağıma indim karanlığıma aşka tutulan bir mum ile sana değdim diledim ki kalbimi düşürdüğüm çadırında döneyim! dilime değen mühür alnımda duran kılıç dünyaya dağıldığım aynada seni söylesin kirpiğimden kalkan gemiler hep suyunda gezinsin diledim! IV. buymuş dedim aşk akrep taşırmış kalbin otağına ömre dökülen sözler sahipsiz k...