Ana içeriğe atla

Kayıtlar

2015 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

Bugün ne?

Bugün ne? Saat gecenin bir buçuğu… Bugün günlerden ne? Gözlerinden uyku akan bir taksinin içindeyim Geçip gidiyorum bütün hayatımı da seni de Başkent en pahalı örümceğini biriktiriyor, Unutkanlık, acı, acılar, acılarımız… Biliyorum sen kaldın, bir de hayatım kaldı geride Eğlencenin (bayağı bir şölendi) ilerlediğini, Bir karnaval tadıyla ilerlediğini, Bir adamın bir öykü anlattığını, bir türkü söylediğini, Bir kadının saat onda masadan kalkıp gittiğini, Merkez kaymakamını, rejisör yardımcısını, Medet’i ve sonunda içinde yirmi çocuk taşıyan bir minibüs gibi çarpıştığımızı. Senin başın dönüyor, benim bir ayağım basmıyor Nasıl oluyor, bütün bunlar nasıl oluyor ? Biliyorum tek bir güvercin onaylamayacak bunu, Tek bir sokak, tek bir tezgah, tek bir saniye. Eksikliğe mi alışmışım ne? Mutsuzluğa mı yoksa? Her şeyin ilk kez tam olmasını istiyorum da o mu olmuyor ? Neden kişi bir çiçek koparır gibi kaldırıyor da kadehini, Sonra kırgınlıkla vuruyor masaya elindeki sübyeyi ? ...

Şiir Sensin

XX I -Şiir ne ki? - diyorsun, mavi     gözlerini gözlerime mıhlarken. Şiir ne mi? Soracak mıydın sen de? Şiir ... sensın ya!... Gustavo Adolfo Becquer Çeviri: Bilge Karasu

Mâra

bilmemek bilmekten iyidir düşünmeden yaşayalım mâra günü ve saatleri ne yapacaksın senelerin bile ehemmiyeti yoktur seni ne tanıdığım günleri hatırlarım ne seneleri yalnız seni hatırlarım ki benim gibi bir insansın tanımamak tanımaktan iyidir seni bir kere tanıdıktan sonra yaşamak acısını da tanıdım bu acıyı beraber tadalım mâra başım omzunda iken sayıkladığıma bakma beni istediğin yere götür ikimiz de ne uykudayız ne uyanık Asaf Halet Çelebi

Evler Evlilik

aşkı ehlileştirir Kuzu kuzu oturur bir kenarda kırlent gibi durur o kısa ömürlü vahşi Süreyya Berfe

Kim tartabilir çektiklerimizi

19 Kim tartabilir çektiklerimizi bulduklarımızı yitirdiklerimizi nasıl hangi tartıyla Biz zorla bedel ödeyenler gnomonuz bilmenin bir yoluyuz sadece yolu Tahta bir çubuk çakmışlar yere zamanı öğreniyorlar bakamayan gözleriyle basarak gölgelerimize Süreyya Berfe

Sen aklıma getirdin sen bitir bunu

37 Sen aklıma getirdin sen bitir bunu "Gözümde tütüyor kırlar, tek ağaç bile. ...bellek hiç şaşmadan çalışıyordu buralardan gideli bir yılı geçmemişti sanki. Bütün varlığım İskele'nin yüzüne bağlı." Süreyya Berfe

Çavdar Tarlasında Çocuklar

Bir yerlerde, bir benzin istasyonunda bir iş bulurum diyordum, arabalara benzin, yağ filan doldururdum. Nasıl bir iş olursa olsun, farketmezdi zaten. Kimse beni tanımasın, ben kimseyi tanımayayım, bu yeterdi. Düşündüm, sağır-dilsizmişim gibi numara yapardım. Böylece, hiç kimseyle o salak konuşmaları yapmak zorunda kalmazdım. Biri bana bir şey demek istediğinde bir kâğıda yazar, bana uzatırdı. Bundan bir süre sonra sıkılınca da, ömrümün sonuna kadar insanlarla konuşmaktan kurtulurdum. Herkes beni sağır-dilsiz herifin teki sanır, beni rahat bırakırdı. Salak arabalarına benzin, yağ filan doldururdum, onlar da bana bir maaş verirlerdi. Kazandığım parayla bir yerlerde kendime küçük bir kulübe yapar, ömrümün sonuna kadar orada yaşardım. Ormanın hemen yakınında yapardım kulübeyi, fazla içerlere yapmazdım, çünkü daima güneşli bir yerde olmak istiyordum. Kendi yemeğimi kendim pişirirdim, eğer evlenmek filan istersem de, gider kendim gibi sağır-dilsiz bir kız bulur, onunla evlenirdim. Kulübede b...

Aritmetik İyi Kuşlar Pekiyi

"Gelecek Yüzyılın Çiçeğiyim" “1984 çıkıp gidiyordu dünyadan. Saat 24’e doğru 67 ilimizin bazılarında bir sürü olay oldu. Ben bunların ancak bir kısmını anlatacağım. Tabii, çok küçük olaylar. Ankara’da bir çocuk erken uyudu, düşünde bir ırmağın kıyısında kocaman bir çiçek gördü; ata benziyordu çiçek; konuşuyordu da. “Ben”, dedi, “gelecek yüzyılın çiçeğiyim.” *** "Hiçbir Yılbaşını Birlikte Geçirmedik" “Kars’ta bir kale vardı. Tarihçidir. Sosyal Bilgiler Dersi’nden hep tam not almıştır. “Ben, 1883’ü çok sevmiştim,” dedi, “şimdi yüz yaşına girmiştir; kim bilir nerelerde?” Bursa’daki Yeşil Camii, Edirne’deki Selimiye Camii’ni düşünüyordu. “Hiçbir yılbaşını birlikte geçirmedik. Ama minarelerimizin uçları anten gibidir; onların sayesinde haberleşebiliyoruz. Bu gece, Edirne’de çok mu rüzgar var acaba? Şu saate kadar bağlantı kuramadık.” *** "Çok Şükür Bu Gece Ay Işığı Var" “Aydın’da, trenden bir adam indi, elinde kocaman bir torba vardı. Naylon t...

Adına Kızan

Dedi ki kuşkonmaz Düşte kımıldar gibi Çok kızıyorum Adımı böyle koyanlara ben Ya kuşlar duyarsa bunu Ya Bile bile konmazlarsa bana - Bilmiyorum Ellerine ne geçecek Ne kazanacaklar Adımı kuşkonmaz koyanlar Fazıl Hüsnü Dağlarca

Güneş Öğretmen

Güneş öğretmen Sevdirir kendisini çok Ona döner bitkilerin hepsi Yoksa o Onun aydınlığına döner hep Olduğu olmadığı başka Yaksa tam tepemizdeyken Yandırsa da bizi Kavursa da yalaz yalaz Onun sıcaklığı başka Bütün günler sürer Öğrettikleri Geceleyin bile Karanlıkta dolaşır sözleri onun Aydeden yıldızlardan başka Fazıl Hüsnü Dağlarca

Dudaklarından ayrılan ben değildim

Yeniden yola koyulduk. “Piramitlere ilişkin daha neler bu İbni Battuta?” “Onları, yıldızların devinimlerini çok iyi bilen, tufanı önceden haber veren bir bilge kişinin yaptırdığını. Piramitleri şu nedenle yaptırmış: Sanatın ve bilimin bütün yapıtlarını buralarda saklayıp yok olmalarını önlemeyi amaçlamış.” Daha alay edilmemek için çarçabuk ekledim. “Yine de İbni Battuta bunların varsayım olduğunu, bu yabansı yapıların tam ne amaçla yapıldığını bilmediğini yazıyor.” “Bence piramitler güzel ve etkileyici olsunlar diye, yeryüzünün ilk harikaları olsun diye yapılmışlardır. Bir işlevi vardır kesinkes ama bunu yalnızca o zamanın hükümdarları biliyordu.” Bir tepenin doruğuna ulaşmıştık. Ve piramitler işte orada, çevremizdeydi. Devesini durdurup kolunu doğu yönüne doğru öylesine duygulu bir biçimde kaldırdı ki kolu sanki saygınlık kazandı. “Evlerimiz, saraylarımız ve bizler yok olduktan çok uzun zaman sonra da piramitler olacak. Bu Ölümsüz Olan’ın gözünde de en yararlı oldukları ...

Aşk Romanları Okuyan İhtiyar

“Aramızda kalsın, kaç yaşındasın Antonio Jose Bolivar?” “Çok, ama çok yaşlıyım. Kafa kağıdıma göre altmış filan, ama kaydım yapıldığında çoktan koşturduğuma bakılırsa yetmişime yaklaşmış olmalıyım.” “Sucre”nin hareket çanı çalınca kalkıp vedalaşmak zorunda kaldılar. İhtiyar, gemi ırmağın kıvrıldığı noktada gözden kayboluncaya kadar iskelede kaldı. Sonra artık o gün kimseyle konuşmamaya karar verip takma dişlerini çıkardı, bir mendile sardı ve kitaplarını göğsüne bastırıp kulübesine doğru yürüdü.” … “Antonio Jose Bolivar okur, ama yazamazdı. Gerçi hiç olmazsa seçim dönemlerinde herhangi bir belgeyi imzalamak üzere adını karalamayı öğrenmişti, ama böylesine olaylar o kadar az yaşanıyordu ki sonunda neredeyse bunu bile unutmuştu. Heceleri birbirine ekleyerek yavaşça okur, ağzında eritircesine sessizce mırıldanır, bir sözcüğü söktüğü an bir solukta tekrarlardı. Aynı işi daha sonra bütün bir tümceyi söktüğü zaman da yapar, böylece sayfalara işlenmiş duygu ve düşüncelerle kendisin...

Alacakaranlıktaki Ülke

I Göğün karanlık denizlerinde yelkenlerini şişiriyor ay Ülkeme bakıyorum uzayıp giden bir gecede Suskun ve boynu bükük yalnızlığında bir sokağın. Elimde henüz açmamış bir gül var Ve boşanmayı bekleyen bir konuşma isteği dilimde Perdeleri çekilmiş, kapıları sürgülenmiş evlerde Yaşayıp giderken halkım. Rüzgara bırakılmış bir mumun alevi gibi Titriyor bakışlarımda bütün görüntüler Tabak, çatal sesleri geliyor çok derinlerden Fısıltılı konuşmalar, ürkek gülüşmeler... Çocuklar, ilk silah sesinde yaşlanacakmışcasına Sıkıca tutuyorlar oyuncaklarını Ve bir namluya dönüşeceklerinden kuşkulanarak çiçekler Kırmak istiyorlar saksılarını Yitirecekleri ne kaldı şimdi onların? Doğan ve batan günlerle de var mıdır artık bir alıp verecekleri? Birbirlerinin yüzlerine bakıyorlar evlerinde Güçlükle yorumlamaya çalışırcasına bir şeyleri Öteki dünyalara ve düşlere dair kimi duygular Usul usul yer değiştiriyor Acımasız ve dünyasal olan birtakım kederlerle. Her sabah evlerde yaşlı ka...

Pâdişâh-ı 'aşkam u dil defter u dîvân bana

Pâdişâh-ı 'aşkam u dil defter u dîvân bana Derd u mihnet sözlerin yazdum yeter 'unvân bana. İnlerem tanbûr-veş bagrum delindi ney gibi Bezm-i gamda mesken oldı kûşe-i hicran bana. Buseye bir cân nedür bin cân virürdüm cân ile Yarım ağız buse ikrar eylese yârum bana. Öldürür gerçi ki gamzen 'âşıka virmez amân Leblerün Îsî-nefes her lahza virür cân bana. Yanayum pervâne veş şem'-i cemâli nûrına Şem'-i hüsne çün Muhibbi didi dilber yan bana. Muhibbî (Kanuni Sultan Süleyman)

Yürek pür gam, gözüm pür nem, Muhibbi'yim, hoş halim

Celîs-i halvetim, varım, habîbim mâh-ı tâbânım Enîsim, mahremim, varım, güzeller şâhı sultânım Hayatım hâsılım, ömrüm, şarab-ı kevserim, adnim Bahârım, behçetim, rûzum, nigârım verd-i handânım Neşâtım, işretim, bezmim, çerâğim, neyyirim, şem'im Turuncu u nâr u nârencim, benim şem'-i şebistânım Nebâtım, sükkerim, gencim, cihân içinde bî-rencim Azîzim, Yüsuf`um varım, gönül Mısr'ındaki hânım Stanbûlum, Karaman'ım, diyâr-ı milket-i Rüm'um Bedehşân'ım ve Kıpçağım ve Bağdâd'ım, Horasânım Saçı mârım, kaşı yayım, gözü pür fitne, bîmârım Ölürsem boynuna kanım, meded hey nâ-müselmânım Kapında, çünki meddâhım, seni medh ederim dâim Yürek pür gam, gözüm pür nem, Muhibbi'yim, hoş halim! Muhibbî

Sûre-i Velleyl okurdum dün namâz-ı şâmda

Sûre-i Velleyl okurdum dün namâz-ı şâmda Zülfün andım dilberin n’ettim ne kıldım bilmedim. Muhibbî

Sur mağdurları anlatıyor

"Bizi kendi şehrimizde mülteci yaptılar..." "Kızım geceleri delirecek gibi oluyor...", "Çıkıp hendekleri savundular ve evlerine döndüler. Ben dönebiliyor muyum? Hayır..." Diyarbakır'ın Sur ilçesindeki evlerini terk edenler, önceki ve sonraki yaşamlarını, kimliklerinin gizlenmesi kaydıyla Al Jazeera’ye anlattı. Diyarbakırlı şair Ahmed Arif’in, "Diyarbekir Kalesinden Notlar" ve "Adiloş Bebenin Ninnisi" şiirinin ilk dizelerini ezberden okuyarak başlıyor sözlerine Mehmet: “Varamaz elim Ayvasına, narına can dayanamazken, Kırar boynumu yürürüm. Kurdun, kuşun bileceği hâl değil, Sormayın hiç Laaaaal... Kara ferman çıkadursun yollara, Yârin bahçesi tarumar, Kan eder perçem…” “İşte biz böyle, boynumuzu kırıp çıktık, evimiz eyvanımız târûmar, ama dilimiz lâl.” Otuzlu yaşların ortalarındaki inşaat işçisi Mehmet, çocuklarıyla sığındığı ağabeyinin evinde cümlelerini aceleyle birbirine iliştirirken huzursuz ve gergin. Toplamda 18 ...

Kitap, Kurşun, Çığlık

Polisler, ellerinde makinelileri, kafalarında çelik kasklarıyla, hafifçe öne eğik vaziyette eve giriyorlar, odaları dolaşmaya başlıyorlar, polislerin arada bir duyulan azarlayıcı seslerinden başka bir ses yok. Epeyce yoksul gözüken evin odalarında polis kamerası da çelik kasklı polislerle birlikte dolaşıyor… Birden bir patlama sesi duyuluyor… Ardından bir çığlık: “Kızımı vurdular…” Hiçbir neden yokken vuruyor polislerden biri kızı. Bir an dehşetle donuyor her şey… Sonra baba “kızımı öldürdünüz” diye polislerin üzerine yürüyor, polisler “kelepçe, kelepçe” diye bağırıyorlar… Zavallı anne terliğini fırlatıyor polislere. Vurulan kız kanlar içinde yerde yatıyor. Türkiye’de bir insan daha ölüyor. Roger Spottiswoode’un, hırsız diktatör Somoza’nın yönettiği Nikaragua’yı anlattığı “Ateş Altında” filminin bir sahnesini hatırlıyorum. İki gazeteci, Gene Hackman’le Nick Nolte, iç savaşın sürdüğü başkent Managua’da otellerine giderken yollarını kaybediyorlar… Yıkıntılarla dolu soka...

İnci Dakikaları

Sen bana yeni yılsın her dakika Her dakika bir yaşıma daha giriyorum Sen benim üstüne titrediğim güzel ve yeni Saatim kadar saadetimin gözbebeği zamansın Ben bin parçaya bölündüm her parçasında Her parçasındayım kırkayak sesli boğuk Arkadaşlığın Çalkantısız Üniversitenin yalnızlığın ve ağlamanın Erkek ağlar mı diyeceksin Hayberin kapısı ağlar mı erkek ağlar mı Ben yel gibi erkekler ağlar diyorum Bir dakika ağlar yılbaşı dakikasında Daha gözlerimin gerçek yaşları belirmeden Ağlamak diye bir şey yoktur diye bir şey Yüzme bilmeyen bir uyurgezer yüzer ya Çürük ve havada asılı tahtalar üstünde Hafif kedi ayaklarıyla yürür gerçekten yürür ya Sen benim ağlamamı erkeklığıme Uyanan ölmeyen yenilenen Azgın kışlar içinde keskin baharlar bulan Seni bulan yeniden bulan tekrar tekrar bulan erkekliğime say Bütün bir yıl bütün bir yaşama boyu Gizli heybelere binbir gece eşyası doldurduğuma say Ben otomobilleri böylesine yankısız sağır komam Öyle bir isyan şiiri var ki ben onu...

Sultan Ahmet Çeşmesi

Su yerine süs akıyor Deliklerinden Eğilmiş ölümsüz ince bilekli Cariyeler bakıyor                  Derinlerden geliyor sesleri Önünde dokuz minare Aynalar kadar aydınlık yüreği Kilise öte yanında yara bere İçinde kendini sessiz bir oluşa bırakıyor                  Değiştiriyor deri Tramvayın köşeleri sarıdır Ortasında oturmuş mesut bir sağır Bütün gün türkü çağırır Erir çeşmenin iki göz bebeği                  Ben o kanlı kızgın                  Gözyaşlarıyım çeşmenin Sezai Karakoç

Feride

“kasketimi eğip üstüne acıların” -C. Süreyya- sunu: “istasyonda konuşan iki dilsizdi onlar ayrılığı söyleyen kara gürültülerde şaşkındır buralarda ayrı düşen âşıklar kış’ın ve silahların beyaz serinliğinde...” * k(adın): feride, uyruğun: dünya; dinin yok, dilin var ve sonrasını ben bilirim! aynı yağmurlardan kaçarken bir saçağa düştük önce; sonra gece, avluda bir kırık dal dursa üşürdü feride. tarihini düşmedim, düşünmedim, ama tenimiz tanışır önce ve terimiz... o benim avradım olur gecelerce, günlerce; sonrasını ben bilirim... * geceye yağmur inerdi işte böyle sicim gibi, ipince... giderek soğuyan dünyamıza kanat vururken kuşlar ve hüzünle şaşırırken yolunu yitik yıldızlar, feride, bir destan gibi yürürdü ömrünü akmaya yarışırken sular. * sonra sular sulara, günler günlere vururdu ve hayat onu da, beni de hem ne kötü vururdu; hayvan gibi vururdu hayat, küfür gibi, namlu gibi vururdu... sonra feride geceler boyu uyurdu. İleride unutulmuş bir Allah k...