Ana içeriğe atla

Kayıtlar

Ağustos, 2015 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

Oğlum

I Ben de düşkündüm oyuna, Ben de kumları avuçlar Kazardım tırnaklarımla toprağı, O zaman da çocuklar oynardı, Ama benzemiyor bütün oyunlarımız, Gezdirdim ceplerimde şıkır şıkır Deniz kokulu taşları, En güzellerini topladım Midye kabuklarının. Saldım bahar rüzgârına Uçurtmaların en süslüsünü. Ne kurulunca koşan tramvaylarım vardı, Ne çekince giden develerim. Balıklarımızı tanırdım, Adlarını bilirdim kuşların; Seçerdim düdüğünden Limanımıza uğrayan vapurları. Bilirdim yanık yüzlü kaptanlarımı Denizkızı'nın Selamet'in; Ben de ayırırdım onlar kadar Poyrazı karayelden. Gemiler tanıdım, çift direkli, Tutmazsa rüzgârı Açıklarımızda volta vuran gemiler, Kızardım, limanımızı hiçe sayan Pake'lere Nemse'lere; Dalar da silinen dumanlarına Düşünürdüm uzak limanları, Uzak limanların çocuklarını. Senin de var ufak tefek Kendine göre bildiklerin; Çeşitli oyuncakların yoksa da Bir saniye de tren yapacak kadar Kibrit kutularını, Tecrüben var benden faz...

Bilmeyecekler

Geride kalanlara ne bırakacağım, Çocuklarıma, Onların da çocuklarına? Olsa olsa Karadeniz'den payıma düşeni… Beş on evlek yer gökyüzünden. Ne vermek istedimse sağlığımda, Ne veremedimse, Gizlenip kaçışlardan. Biliyorum bu yüzden Yokluğumu çekmeyecekler, Hep yaşıyormuşum gibi gelecek onlara Biraz ötelerde, uzaklarda. Babamız diyecekler, dedemiz, Dur durak bilmezdi, Dert nedir, tasa nedir bilmezdi… Neyi bildiğimi bilmeyecekler. Rıfat Ilgaz

Bu Eller miydi?

Bu eller miydi masallar arasından Rüyalara uzattığım bu eller miydi. Arzu dolu, yaşamak dolu, Bu eller miydi resimleri tutarken uyuyan. Bilyaların aydınlık dünyacıkları Bu eller miydi hayatı o dünyaların. Altın bir oyun gibi eserdi Altın tüylerinden mevsimin rüzgarı. Topraktan evler yapan bu eller miydi Ki şimdi değmekte toprak olan evlere. El işi vazifelerin önünde Tırnaklarını yiyerek düşünmek ne iyiydi. Kaybolmus o çizgilerden Falcının saadet dedikleri. O köylü çakısının kestiği yer Söğüt dallarından düdük yaparken... Bu eller miydi kesen mavi serçeyi Birkaç damla kan ki zafer ve kahramanlık. Yorganın altına saklanarak Bu eller miydi sevmeyen geceyi. Ayrılmış sevgili oyuncaklardan Kırmış küçücük şişelerini. Ve her şeyden ve her şeyden sonra Bu eller miydi Allaha açılan ! Fazıl Hüsnü Dağlarca

Kocaman Bolu

Kuşlarda ses yellerde ses, dağda ses, Bir türküdür aramızda akan şey. Toprakların birliğini demez mi Ayvaların sarılığı kardeşim? Burda duyduğum duyduğum Nane kokusu kokusu. Hadi beni sevmediniz Getirdiğim maviliği alsanız ellerimden. Fazıl Hüsnü Dağlarca

Akdeniz Şiirleri

Dalarım engine Ki yaşadığım Anıladığımdır. Roma'yla Kartaca'nın arasında Yüzer, sevgi sevgi İstanbul. Böler bir kuş düşüncemi ikiye Maviden Yarıda kalır içki. * Sen Deniz Gök, Bir an dursanız uykuda Büyür bir yosun geceye karşı. Tedirgin olur ölüler Bir an yaslansanız karanlığa, Sen Deniz Gök. * Dersin ki Ellerimize değecek Yıldızlar Büyüyecek büyüyecek de. Dersin ki Bir aydınlığı var Sevgililer için, Karanlık sessiz de. Dersin ki Uyuyamıyorum Yalnızız Gece, mavi de. * Sessizdi yeryüzü Yeryüzünde biricik Akdeniz vardı Akdenizde Yalnız ikimiz. Beni seviyor musun dedim, Yumdu gözlerini uzaklığa, Tam sorulacak an, diye gülümsedi, Tam sorulacak yer. * Bir kocaman yeşil bir kocaman boz Yellerde Çarpar birbirine çarpar enginlere dek. Dalgaların ucunda yıldızların ucu Her köpük bir fırtına Her köpük bir evren. Şu deniz şu gök gizlenebilir Seni sevdiğim Gizlenemez. * Havaya da yalıma da ağaca da benzer ama En çok suya ...

Orşilim Kızları

Gitti genç delikanlılar Babil’e; Gitti erkek çocuklar bile; Bir solukta boşaldı Ken’an ili. Düştü yollara Orşilim kızları Al benizleri şimdi süzgün, sarı; Gözkapakları isli, mor sürmeli. Dallarında kalan turunçlar gibi Durdular senelerce tunçlar gibi; Elde başka ne var ki, çağ durmadı. Çöktü ayrılık ayrılık üstüne. Servi boylar eğildi günden güne; Körpe çağları Tanrı durdurmadı. Bağ bozuldu, kesildi ırmakta su Sürgülenmedi gitti bir tek kapu; Dört bucakta açık saçık gezdiler. İnci dişli kızıl dudaklar kuru, Gözlerinde yosun, bakışlar duru, Bellerinde birer düğümsüz kemer. Ayrılan gün olur döner sandılar; Hep bugün’le yarın’la aldandılar; Kırka, kırk bine yardılar bir kılı En sonunda duyuldu gökten dilek Döndü beli iki kat, ayak sürterek Dolduran delikanlı, yetmiş yılı. Gül sarardı, döküldü koklanmadan; Söndü her kurulan ocak yanmadan; Artık esmedi Sahyun’un rüzgarı. İhtiyarladılar, harab oldular Hurma bahçelerinde ceylan kadar, Put kadar güzel Orşi...

Siz Aşk Nedir Bilmezsiniz

Siz aşk nedir bilmezsiniz dedi Bukowski Ben elli bir yaşındayım bir bakın bana Genç bir güzele aşığım Kötü saplandım bu işe ama O'nun da hali kötü Fakat olacaksa böyle olsun Kanlarına giriyorum onların ve kurtulamıyorlar benden Her şeyi deniyorlar kaçmak için Ama sonunda hep geri dönüyorlar Hepsi geri dönmüştür bana Ama gördüğüm bir tanesi dışında Ağlamıştım ardından Ama kolay ağlardım o zamanlar Çocuklar sert içkileri yaklaştırmayın yanıma Acımasız oluyorum o zaman Burada oturuyor bütün gece Bira içebilirim siz hippilerle birlikte Bu biradan on beş litre içerim ve Bana mısın demem, su gibi gelir bana Ama bir defa koklatın sert içkileri Pencereden dışarı atmaya başlarım insanları Kim olursa olsun fırlatırım dışarı Bunu yaptım daha önce Ama siz aşk nedir bilmezsiniz Bilmezsiniz çünkü hiç aşık olmamışsınızdır İşte iş bu kadar basit Genç bir fıstık buldum şimdi, öyle güzel ki.. Bukowski diyor bana, Bukowski diyor o minicik sesiyle Bense ne var diyorum Ama a...

Çalışma

Van Gogh kulağını kesip bir orospuya verdi orospu hunharca fırlattı kulağı sokağa tiksinerek. Van, orospular kulak istemezler para isterler sanırım bu yüzden muhteşem bir ressamsın sen başka birşeyden anlamadığından... Charles Bukowski

Bab Aziz

"Dünyadaki ruhlar kadar Allah'a giden yol vardır." Çöl, arayış. Toz bulutlarıyla raks. Kendi müpheminde boğulma gayesi. Zahirî olan çöle inmez, batınî olan görünmez. Çöl, ruhların kemâle erme girdabındaki son durak, son öğreti. Çöl, sonsuzluğun sonu, sonsuzluktaki zaman… Çöl, ‘ Bir ben var, benden içerû ! ‘ Çöl, şiirin son hali, girift, muğlak, namütenahi… Çöl, ruhun özünü doya doya yaşadığı yer, her şey namevcut; kum, güneş, ‘ben’ hariç… Çöl ve çöle inen hakikat avcısı; yol ve yolsuzluk… Çöl Şark… Çöl, Masal… Sokrates’in talebesi,  Aristo’nun hocası olan Eflatun(Platon) Batı felsefesinin ilk noktası ve kurucusu sayılır. Bu düşünce ustası talebeleriyle oturmuş ‘ gerçeğe’ dair sohbet ederken, gerçek olmayan her şeyin yalan olmak zorunda olmadığını anlatır. Eflatun’un bu tespitine enfes bir örnek vardır: Şark Masalları. Gerçek değiller ama yalan olduğunu da kimse iddia edemez. İşte Bab’ Aziz böyle bir film. Yönetmen koltuğunda NacerKhemir var. NacerKhemir, Tunus-Ku...

Çok sürdü bu âlemde konukluk

Çok sürdü bu âlemde konukluk, Tam zamanı artık mutlak bir kucaklaşmada Bedenimin çölü bu beldeye egemen olmalı. Midemi bulandırdı bu dünyada yaşamak. Öyle bir milletle birlikteyim ki Kötü yönetmekte hükümdarları. Bit gibi ezmekteler zavallı kullarını, Aldatmaktalar saf insancıkları Saygı duymaksızın hak ve çıkarlarına. Ama gel gör ki koyun benzeri bu insanlar Kulluk etmekte zalim hükümdarlara. Ebü’l-Alâ el-Maarrî Çeviri: Özdemir İnce

Kendi feryadımdır ancak ses veren feryadıma

Kendi feryadımdır ancak ses veren feryadıma! Kimseler yok âşinâdan, yârdan hâli diyar.. Nerde yârânım? dedikçe ben bülent âvaz ile.. Nerde yârânım diyor vadi beyâbân kühsâr... Ebü’l-Alâ el-Maarrî Çeviri: Mehmet Akif Ersoy

Deniz

Boğuldum karanlık gecelerin serin rüzgârında Oturdum babamla Karaköy sahile Denize karşı Ahmet Kaya Arka Mahle Babamın elinde bi yirmilik rakı Benimse avuçlarıma düşen bi kaç damla göz yaşı Girdim onbeş yaşıma Gittikçe daha çok yaklaşıyorum Deniz Abimin asıldığı yaşa 16.08.2015 Murat Can Koyutürk

Bir Şarkıya Ağıt

Şöyle yazdı kadın: İşe yarayacak bir şey yok sende Metruk bir yolsun sen Bir atın kuyruğuna bağlı bir sayı Soğuk bir kabir Ateşe terk edilmiş Kabuğu soyulmuş bir ağaç çölde İğnesi olmayan bir ip Çalanın ellerini kendine çeken yanan bir kapı Güneşin selinden titreyen bir kuş Sessiz bir harf Bir güvercinin gerdanlığından yitirilen kitap Uzlette noktasını arayan yazı Bulutlarda yüzen çıplak bir dağ Bir kadının terk ettiği loş ayna Bir şarkıya ağıt Bir ipek sönmüş çınlaması Sordum: Nereye götürecek beni kapalı kapı Bir omuz silkişiyle mi kurtulur adlar Noktasından kaçar mı virgül Veya iç çeker mi gökyüzü beynimin üzerinde. Geri döneceğim tempoya Annemden miras aldığım sessizliğe Kendimi kurtaracağım seni görmekten Ruhumu alıkoyacağım konuşmaktan Adının Bir harfini. Ahmed eş-Şehavi Çeviri: Mehmet Hakkı Suçin

Mehtapta Hüzün

Ey onun gözlerinden gelen ilkbahar Ey mehtapta seyahat eden kanarya Beni ona götür Bir aşk şiiri veya bir hançerin saplanışı Yurtsuzum ve yaralı Yağmuru seviyorum, uzak dalgaların iniltisini Derinliklerinden uyanırım uykunun Düşünmek için günlerin birinde gördüğüm şehvetli bir kadınının dizini Müptelası olmak için şarabın ve şiirin De ki sevgilim Leyla’ya Sarhoş ağızlı, ipek ayaklı Hastayım, hasretim ona Yüreğimin üzerindeki ayak izlerine bakıyorum. Şam… Ey tutsakların pembe vagonu Uzanmışım odamda Yazıyorum, düş kuruyorum, gelip geçenlere bakıyorum Yüce göğün kalbinden Çıplak etinin titreyişini duyuyorum. Yirmi yıldır dövüyoruz çelik kapılarını Yağmur ıslatıyor elbiselerimizi, çocuklarımızı Paralayan öksürüğe boğulmuş yüzlerimiz Veda gibi hazin görünüyor, verem gibi sarı Ve vahşi steplerin rüzgârları Feryadımızı taşıyor Sokaklara, ekmek satıcılarına, ajanlara Vahşi atlar gibi koşuyoruz tarihin sayfalarında Ağlıyoruz, titriyoruz Rüzgârlar geçiyor, portakal r...

Kardeşim

Kardeşim! Savaştan sonra haykırsa bir Batılı zaferini Yad etse ölenlerini, övüp-yiğitlerinin barbarlığını Sen türkü yakma galiplere, hor görme mağlupları Eğil benim gibi suskun, yüreğin kan ağlasın Kara bahtına ağlayalım ölülerimizin Kardeşim! Bir er dönse yurduna savaştan sonra Atsa bitkin bedenini dostlarının kollarına Sen dost arama boşuna dönersen yurduna Alıp götürdü açlık sırdaşlarımızı Geriye kalan ölülerimizin hayaletleri Kardeşim! Ekip biçse çiftçi yeniden toprağını Yeniden yapsa onca zaman sonra topun yıktığı kulübesini Artık kurudu çaylarımız, yıkık dökük ocağımız Bırakmadı düşman toprağımızda dikili hiçbir şeyi Geriye kalan bize ölülerimizin leşleri Kardeşim! Olan oldu, istemesek olmazdı İsteseydik başa gelen çekilmezdi O halde ağıt yakma, elin kulağı duymaz sesimizi Gel de bir hendek kazalım kazma kürek Gömelim ölülerimizi tek yürek Kardeşim! Biz kimiz? Ne yer, ne yâr, ne diyar Uyumak, uyanmak alnımıza kazınmış ar Dünya çürüttü bizi, kokuşturdu öl...

Aralıksız Bir Acı

Bir gözyaşı her düştüğünde belleğe Yürek sızlar Yarın düşecek olanların Endişesiyle. Hulûd el-Mualla Çeviri: Mehmet Hakkı Suçin

Tanrım Konuş Benimle

Adam fısıldadı: ''Tanrım konuş benimle.'' Ve bir kuş cıvıldadı ağaçta. Ama adam duymadı. Sonra adam bağırdı: ''Tanrım konuş benimle.'' Ve gökyüzünde bir şimşek çaktı. Ama adam dinlemedi onu. Adam etrafına bakındı ve, ''Tanrım seni görmeme izin ver'' dedi. Ve bir yıldız parladı gökyüzünde. Ama adam farkına varmadı. Ve yüksek sesle haykırdı: ''Tanrım bana bir mucize göster.'' Ve bir bebek doğdu bir yerlerde. Ama adam bunu bilemedi. Sonra çaresizlik içinde sızlandı: ''Dokun bana tanrım ve burada olduğunu anlamamı sağla, ne olur!'' Bir kelebek kondu adamın omzuna. Ve adam kelebeği, elinin tersiyle uzaklaştırdı... Halil Cibran

Yalnız Bir Kadın

Azize güzel bir kız. Kara kediden korkar. Şeyh Said’in karşısına oturduğunda endişeliydi. Şeyhin yabani bakan siyah gözleri, giderek artan endişeli halinden kurtulmak isteyen Azize’yi kuşatıyordu. Bakır bir kaptan yükselen tütsü kokusu Azize’nin burnunu dolduruyor, yavaş yavaş etini uyuşturuyordu. “Demek kocanın sana geri dönmesini istiyorsun?” dedi Şeyh Said. Azize tereddütlü bir ses tonuyla, “Evet, bana geri dönsün istiyorum.” dedi. Şeyh gülümsedi. Azize üzgün bir ses tonuyla konuşmasını sürdürdü: “Ailesi onu yeniden evlendirmek istiyor.” “Kocan sana dönecek ve bir daha asla kimseyle evlenmeyecek.” dedi Şeyh, buhurdanlığa bir parça tütsü atarken. Vakur ve sakin sesi Azize’nin içini o denli rahatlattı ki derin bir oh çekti. Şeyhin bu durum karşısındaki sevinci yüzüne vurdu. “Fakat bu iş çok para ister,” dedi. Azize’nin yüzü gerildi. Bileğindeki altın bileziğe bakarak, “Ne kadar isterseniz öderim,”dedi. Şeyh sırıtarak, “Küçük bir meblağ karşılığında kocana kavuşacaksın,” de...

Çocuklar ve Trafik Lambaları

Şehirde sonbahar sokaklarda çocuk Kimi üç yaşında kimi beş Kağıttan mendil satıyor gibiler Ama değil Para istiyor gibiler Hayır değil Hep aç gibiler O bile değil Gece neredeydiler rüya gördüler mi En son ne yediler bilmek istemezsiniz Hem sizin işiniz var öyle değil mi Toplantı başlamak üzere ve daha trafiktesiniz Bu hep böyle yıllardır ve böyle kalmayı sürdürecek Siz bir süre sonra çekip gittiğinizde de Trafik ve toplantılar devam edecek Ama çocuklar biraz farklı Gözlerine biraz derinden baktığımda Eksilen şeyler görüyorum büyük şeyler Ama sadece bu değil Varil bombaları değil sadece Kayıp babalar değil Dünyada geriye doğru İnsanlığın biriktirdiği her şeyden biraz Biraz dedimse çok fazla çünkü ölçemiyorum Artık olmayan şehirlerinde Artık olmayan anılar Kedilerin sesi bahçelerinin kirazı Ödev yaparken dalıp ağzına aldıkları kurşun kalem Artık ödev yok kalem yok heryer kurşun Her şey yıkık ve delik deşik zaman bile Gören var mı şimdi Çocuğun bir sınıfta ...

Kıyıdaki Ev

Kanıt aramadı hiç; kuşku duymadı. Düşündü durdu geride bıraktıklarını, genç ölüleri. Nereye yerleşeceklerdi karaya çıktıklarında? İşte şu boş ahşap ev kıyıda, Rumlar’dan kalma, o bildik sesi denizin aynı dili konuşan. Oysa susarak geçirebilir o, kalan günlerini. Kim sürecek şimdi bıraktığı mallarına karşılık verilen on dönüm tarlayı, kim toplayacak zeytinlerini yüz kırk ağacın? Alış alışabilirsen yeniden bu yeni rüzgâra, meraklı komşulara. Martılar aynı martılar mı unutmaya çalıştığın adada uçan? Kanıt aramadan, kuşku duymadan baktı durdu denize onu çok uzaklardan sağ kalanlarıyla bu kıyıya getiren. Cevat Çapan

Kapılar Açık Kalsın

Hiç kimse buyur etmedi beni Bu dünyada hiçbir yere Ama açtım bütün kapıları tekmeleyerek Bütün engelleri göğüsleyip yıkarak Buyrun dediler o zaman incelikle Buyur ettiler Ve Buyurdum Elimden geldiğince görevimi yaptım Gülümsedim hıçkırıklarımı boğarak Sonunda kimsenin yorulmadığı denli yoruldum Artık kapılar açık kalsın Bundan sonra gireceklere Şimdi dinlenmeye gidiyorum Hoşcakal güzel dünyam. Aziz Nesin

Yalıoba Günlüğü

Bir bir çatlıyordu kılcal damarlar. “mutluluktandır.” dedin. Yeşil bir koku yayılıyordu havaya biçilen otlardan. Bilinmez bir yönden esiyordu meltem bir düşten uyanmadan, bana senden haber getirircesine. Acemi gözlerle baktım eskimiş dünyaya: sabahın ovada dağılan sisini gördüm, sendin uzaklaşıp giden dağlardan dağlara. ***** “Güzel ” anlamını yitirdi diyordu derviş akşamın geceye dönüştüğü bu saatlerde. Ey dünya, koca dünya, uçsuz bucaksız çöl, oysa kendini alışmış sanırdın sen gülüne dikenine… Şimdi yürürken Karasu boyunca daha Murat’ karışıp Fırat olmadan, atının yedeğinde, aklında bilmediğin uzaklar ve daha kavuşmadığın gece. ********* Çıkar dağlara uzakları getirirdin bize kekiklerle sabahları denizi sererdin önümüze olanca maviliğiyle, karşıda ıssız bir adanın çakıllı koyuna sığınan korsanlar, geceleri lacivert sularda yansıyan ateşler yakarlardı, sessizce beklerdik biz. Kayaların ucunda yaşlı bir kadın, siyahlar içinde, dip sulardaki yosunlara bakar...

Rasûlullah'ın Eşlerine Bir Ay Küs Durması

  “Benim dünyayla işim ne? Ben dünyada ancak bir ağacın gölgesinde bir an dinlenen daha sonra orayı terk edip giden bir yolcu gibiyim” Hz. Muhammed S.A.V.. RASÛLULLAH’IN EŞLERİNE BİR AY KÜS DURMASI             Hicrî 9. yılda Yemen de dahil olmak üzere bütün Arabistan müslüman idaresini kabul etmiş, Bizans ve Sasani sınırlarına ulaşılmıştı. Devletin gelirleri eskisine nazaran artmış ve Hz. Peygamberin şahsi gelir kaynakları, arazileri de çoğalmıştı. Fakat İslam devletinin kuzey ve kuzey doğusundaki imparatorluklar büyük tehlike oluşturuyorlardı. Nitekim ilerideki hadîslerde görüleceği üzere Hz. Ömer, bir Gassanî saldırısından endişe etmektedir.  Bu sebeple de gelebilecek böyle bir saldırıya karşı hazırlıklı olmak gerekiyordu. Rasûlullâh (SAS)’in eşleri ise eski hayatlarında olduğu gibi sade ve basit bir hayat yaşıyorlardı ve Rasûlullah gelirlerini fakir ve yoksullara umumi ihtiyaçlara ve olası savaşa karşı silah teminine harcıyordu.[1] ...