Ana içeriğe atla

Şiir Gönlün Dili

Şiir Gönlün Dili

İrfan coğrafyası da iki bölgeye ayrılmış. Birincinin kültürü kıyasa, ikincinin saza dayanır. Avrupa'da kültürün aracı akıl, Asya'da coşku. Aklınn dili söz, coşkunun mûsiki. Avrupa'da söz, mûsikiden kopmuş; Asya'dan mûsikinin kendisi. Yunan'da mezamir yok, Asya'da trajedi. Avrupa'da söz, bir izah cehdi, bir deliller resmigeçidi, istidlaller arasında bir çatışma, kaynaştırmaz ayırır. Asya'da kelâm, sonsuz makamları olan bir beste. Avrupa, zekânın vatanı; Asya gönlün. Zekânın dili nesir, gönlün şiir.

Biz de Asyalıyız. Türkün serâzat ruhu aruzda kanatlandı. Cedlerimiz, ihtiyar şarkın köhne mazmunlarına bekâret kazandırdılar. Şiir, mûsikinin bir devamı idi. Mûsiki mutlakın ve ezelinin sesi: Ezan, tecvit, mevlid ve aruz.

Şiirle mûsiki bir elmanın iki yarısı. Mûsiki daha müphem, daha dalgalı. Şiir daha aydınlık, daha düşünce. Mûsiki saf, şiir karışık; mânânın ahenkle izdivacı. Şiir de mukaddesin emrindedir, mûsiki gibi. Ve ondan uzaklaştıkça ciddiyetini kaybeder. Bir oyun olur. Oyunların en güzeli, en muhteşemi. Ama oyun.

Dil, nazım sayesinde kıvamını bulur. Ama nazım, düşüncenin emeklemesidir. Şuur nazımda kanat çırpar, vecdin, rüyanın sisli dünyasında serazat ve serseri bir cevelân. Düşünce, nesirde rahatlar.
Nazmın esrarlı kayıtlarından sıyrılmadıkça kendisi olamaz. Nazım, düşüncenin fecir pırıltısı. Coşku, sokağın diliyle anlatılamaz. Nazım telkindir, çağındır, büyüdür. Toplumlar da, kişiler gibi, çocukluklarında şairdirler. Nesir, ihtiyar medeniyetlerin meyvesi. Müşahedenin, kıyas ve istidlâlin, bir kelimeyle, ilmin ve tekniğin dili. Çıplak, kuru, berrak. Zekânın son fethi. İnsanlık, uzun arayışlardan sonra nesri keşfetti. Kelimeler, cüruflarından sıyrılıp bir elmas pırıltısı kazandılar. Ve nesir, şuurun ifadesi oldu. Sadık ve kesin bir ifade.

Sınıflı Toplumların Kanunu

Batıda bir silâhtır kelime, bizde bir ses, yani bir nota. Batıda insann ezelî bir kavga içindedir. Ferdin fertle, ferdin toplumla ve tabiatla kavgası. Kelimeler ideolojilerin emrinde birer dinamit. Rahip, toprak kölelerini kelimelerle zincirler. Toprak köleleri şatoyu kelimelerle devirir. Şatoyu ve kiliseyi. Sınıflı toplumların kaderi ölmemek için öldürmektir. Topla, tüfekle veya kelimeyle. Goethe: Ya örs olacaksın, ya çekiç demiyor mu? Tefekkür, bir zevk olmaktan çok bir mecburiyet-i elîme. Batılı, tarihini kuşatan bu çetin kavgada yok olmamak için düşünmek zorundadır. Osmanlı bahtiyar bir toplum. Tezatları kılıçla çözmeye alışmış. Hakikati bulanların, aramağa ne ihtiyaçları var? Tefekkür tereddüttür, şüphedir; inkârla iman arasında bocalayıştır. Avrupa'da şiir düşüncenin emrindedir, bizde düşünce şiirin emrinde, şiirin yâni mûsikinin. Nesir, Tanzimatın çocuğu. Hantal, cılız, hastalıklı. Mûsikiye dayanan bir medeniyet, kelimeye dayanan bir medeniyetle karşı karşıyadır. Uçurumun önünde  uyanan şuur, yolunu bulmak için nesrin çiğ, sevimsiz, yalın kelimelerine muhtaç. Dil, zevkin ve güzelin emrinde değildir artık. Sertleşmek, katılaşmak; bazen bir zırh, bazen bir kale, bazen bir kılıç olmak zorundadır. Uzun bir zaman gerektiriyordu bu istihale. Kurbanlar gerektiriyordu. Çağdaş nesrin kurucularına bakın. İfade, lâfız sanatlarının yükü altında ezilmiştir. Düşünce, kadidleşmiş mazmunların, hâyide kalıpların mahpesinde çırpınıp durur. Kelimelerde ne kat'iyet vardır, ne vuzuh. Tanzimat üslubu bir arayıştır: Kâh cesur, kâh çekingen, kâh başarılı, kâh talihsiz bir arayış. Düşünce bir türlü kendisi olamaz.

Kafiyenin tahtına seci' kurulmuştur. Terkiplerin çelik korsesi içinde bocalar düşünce. Edebiyat yine oyundur. Daha tatsız, daha yavan bir oyun. Yazarın başlıca kaygusu bin kere söylenmiş hakikat veya yalanları yeniden kalıba dökmek. Yazar, bir düşünce fatihinden çok, bir kuyumcudur yine. Tanzimat, Avrupa'dan mefhum, kelime, bir parça da teknik aktarır. Mefhumlar karanlık, kelimeler kaypak, teknik yetersiz. Doğunun, kokusunu kaybetmiş yapma çiçeklerine zaman zaman damlatılan egzotik bir parfüm: Avrupa. Karşımızda yabancı bir dünya vardı; medeniyetiyle, ruhuyla yabancı ve düşman. Bu yamyamlar ülkesinde beşerîyi arıyorduk. Beşerînin altında millî ve dinî yatıyordu. Beşerî, hasis çıkarları, sinsi emelleri gizleyen bir paravanaydı sadece.

Tanzimat nesri, şaşı bir nesir. Bir gözü doğuda. bir gözü batıda. Âbâni sarık, samur hırka ve pantolon.

Kırılan Rebab 

Hülasa edelim: XIX. asır, bir felaketler çağı. Devlet-i aliye, düşman bir dünya ortasında yapayalnız. Öyle bir hengâmede, şâir rebabını kırmak ve kavgaya karışmak zorundadır. Tanzimat Türkiye'si, ferdî tahassüslerin loş pırıltılarına değil, mantığın çiğ ve keskin ışığına susuz. Divan şiiri, bahtiyar çağların sesiydi, müşküllerini kılıçla çözen nesillerin sesi. Devlet-i aliyenin bu şahane oyuna harcayacak zamanı yoktu artık. Bir entellektüel hastalığı olan nazımperdazlığa vedâ edecektik ister istemez. Zaten ilham kaynakları kurumuş, mazmunlar hâyideleşmiş, şiir kendi kendini tekrarlamağa başlamıştı. Bu ölüm kalım savaşında birer çığlık olmalıydı terennümler. Bütün zekâlar aynı hedefe yönelmeliydi: aydınlanmak ve aydınlatmak. Oysa çağın şairden istediği: çağ-dışı hezeyanlar. Namık Kemal'i dinleyelim:

«Şair nedir? Tabiatın en sevdalı zamanlarındaki hazin hazin tebessümlerden yaratılmış bir mahlûk... Tabiata her mahlûktan ziyade esir iken tabiatın fevkine çıkmak ister. Kendi vücudunu lâyıkıyle idareye muktedir değil iken kürre-i zemini zaif kollarıyla sürükleye sürükleye başka bir nokta-i feyze, başka bir merkez-i kemale götürmeye çalışır.» Başaramayınca feryada başlar: bazen «kafes arkasındaki bülbüller» in enîni kadar hazin, bazen arştan toprağa süzülen şahinlerin «sedası kadar acı». Şimdi de, Divan edebiyatının son büyük temsilcilerinden birine soralım şâiri. İşte Yenişehirli Avni Beyin cevabı:  «Şairlerin tab-ı selimi cihanı yaratanın ilhamlarını aksettirir», üstâda göre:

Bin safsata bir mısra-ı bercesteye değmez 
İndimde esâtir-i Felâtun hezeyandır. 
Şâir o hümadır ki iki âleme pinhân 
Bir cevv-i mukaddesde hafiyyu'ttayyârândır. 
Amma ki bu târif olunan şâir-i mâhir 
Nâdir bulunur cevher-i nâyâb-ı zamândır.

Midhat Efendi, bu marazî şiir anlayışına isyan eden sayılı aydınlardan biri. Naci'ye Tercüman-ı Hakikat'ın kısm-ı edebîsini tevdi eden Efendi, şâirin inkâr edilmez kabiliyetlerini herkesten çok takdir ediyordu. Ama, ilham perilerinin bu sevimli gözdesi başka bir dünyadan geliyordu, başka bir dünyadan yani başka bir manevî iklimden. Bir an'anenin devamcısıydı. Naci, Tercüman-ı Hakikat'ın kısm-ı edebîsini rindâne gazellerle dolduruyordu:

     «Ol kadar çaktım ki, tersazadegânın aşkına Berka döndüm, neşr-i emvar eyledim meyhanede.» diye nârâlar atıyor;

     «Meyperestim. mukim-i meygedeyim Lâmekânilerin budur vatanı.»

diye ağlıyordu. Şiir, bir oyundu Naci için. Şairin tek mesuliyeti, teraşîde bir gazel söylemekti. Elden ele dolaşan bu gazeller, bütün bir nesli büyülüyor ve edebiyat meyhane kokuyordu. Türk okuyucusunda bir zevk ve irfan inkılâbı yaratmak isteyen hâce-i evvel damadının hafifliklerine elbette ki sinirlenecekti. Nasıl sinirlenmesin ki bu meş'um temayül, edebiyatı salgın bir hastalık gibi kemiriyordu. «Udebâmız meyperestliği», şiirin vazgeçilmez icabı sayıyordu.

Mithat Efendi, yazarın mesuliyetini müdrik bir düşünce adamıdır. Ama belki de nazmın tehzibinden geçmediği için üslubu derbeder, lâubâlî, perişan. Şiirbazlığa savaş açan bir başka yazar da Beşir Fuat, onun da nesri kuru ve topal. Suavi'ye gelince bir parça Midhat, bir parça Fuat, bir parça medrese nesri. Sezâî'ye, Cenâb'a, hattâ Nazif'e rağmen dilimiz aydınlık ve berrak bir ifadeye kavuşamamıştır.

Servet-i Fünun'a kadar nesir, ikinci kemandır. Fikret'in olgun, ustaca yontulmuş mısralarına kıyasla Halid Ziya'nın nesri ne kadar zavallı. Nesir, ancak İkinci Meşrütiyet'ten sonra nazmın esaretinden kurtulmağa başlar. Ama edebiyat denince ilk akla gelen Hamit veya Fikret'dir. Sonra Haşim ve Yahya Kemal. Dili şairler yoğurmuş, şairler ehlileştirmiş. Aruz Fikret'le Akif'in elinde düşüncenin bütün kıvrımlarını, bütün medd-ü cezirlerini ifade edebilecek kadar uysallaşmıştır. Ne var ki, Batı düşüncesi hiçbir zaman fethedememiştir şiiri.

Tekâmül seyrini takibeder, kelimeler sâbit ve aydınlık birer mefhum haline gelir, başka bir deyişle lâfızlar dolarken alfabe devrimi, arkasından dil devrimi, düşüncenin yeni fetihlere kanatlanmasını önler. Hafızasını kaybeden nesiller yeni bir dil öğrenmek zorundadırlar. Anlamak, fikrî bir ihtiyaç olmaktan çıkar, söylememek için konuşulur. Kitaplar, sesli bir sükûtun abidesidirler.

Doğudan kopmuştuk. Batıyı tanımıyorduk. Medeniyet bir hamlede fethedilemez. Tercümeler, yabancı bir dünyanın döküntülerini aktarmıştı yurdumuza. 

Nazım Hikmet, şiirin kapısını düşünceye açan adamdır. Heyecanı ile dili ile yerli, kullandığı malzeme ile beşerî. Sosyalizm bir rüyadır, coğrafî sınırlara hapsedilemez. Aydınlık düşünceye yabancı bir toplumda, Batının bu son teklifi ancak müphem, seyyal bir ifadeyle yayılabilirdi. Şairin tecessüsü, cenneti dünyada gerçekleştireceğini söyleyen bu çağdaş dine büyük bir özleyişle eğildi. Sosyalizm, Tanzimat' dan beri pervanesi olduğumuz batının, insanlığa sunduğu en lezzetli, en gözalıcı meyve. Üstelik yasaktı da. Hem teceddüd ihtiyacını karşılıyordu, hem ilmî olmak iddiasındaydı. Şair, kahraman demektir. Prometeliğe ezelden talip olmasa meçhule kanatlanamaz.

Sosyalizm, Batıda görülen, Doğuda gerçekleşen veya gerçekleştiği vehmedilen bir rüya. Ondokuzuncu asır ilimciliği ile Rus mistiğinin izdivacı. Belki ateizm, ama mistik bir ateizm. Nâzım, bu mistik ateizmi bütün sıcaklığı ile yaşadı. cihanşümul bir dindi sosyalizm. Şair, çoktandır kaybettiği mâverâ inancıyla, çoktandır büyülendiğimiz Batı ilimciliğini buluyordu sosyalizmde. Liberal Avrupa'nın kavgasını yaptığı dâvâlar egoist ve gayri insanî idi. Katı, rezil, riyakâr ve yabancı. Sömürgeci Avrupa, düşüncemizi zenginleştirmemiş, şiirimizi kanatlandırmamıştı.

Nâzım, ilk defa olarak, kökleri tarihin karanlıklarına ve insan ruhunun derinliklerine dayanan bir dünya görüşünü bütün ruhuyla benimsiyor, onu, ülkesinin mustarip insanlarına tanıtmağa çalışıyordu.
Dilimiz, düşünceyi düşünce olarak keskin çizgileri ve hendesî düzeniyle belirtemezdi. Şiirin kalıpları, geniş bir tefekkürün kanat açmasına elverişli değildi. Nâzım, tanıtıcısı olduğu yeniyi, yeni bir sesle haykıracak, nesirle nazmı karıştırarak, Kitab-ı Mukaddes'in dalgalı ve seci'li üslubunu hatırlatan bir dil yaratacaktı. Başka bir deyişle hem şiirde, hem düşüncede müceddit. Fikret'in osmanlıcası, osmanlıcanın kemali, Yahya Kemal, kuğunun son şarkısı. Nâzım' ın türkçesi, dilin varabileceği bütün sınırları zorlayan ve daha sonraki nesillere yol gösteren bir türkçe. Ne var ki, şairi geniş hazırlıklı, soğukkanlı bir düşünce adamı sanmak da yanlış. Sıhhatli bir çocuktu Nâzım. Aşırılıkları, ihtiyatsızlıkları ile çocuk. Ve yalnızdı. Bence Türk şiiri Nâzım'la biter, Avrupaî düşünce Nâzım'la başlar. Paytak, acemi, elyordamıyla ilerleyen bir düşünce. Biraz Heine, biraz Nietzsche, biraz Mayakovski; biraz divan, biraz halk, biraz Fikret, biraz Akif. Ama yine de KENDİSİ.


Cemil Meriç / Mağaradakiler / İletişim Yayınları

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Der(le)diğim Kiraz Şiirleri

Ah, kiraz çiçekleri Keşke sizin gibi Düşebilseydim. Masaoka Shiki Kiraz devşirmeye gitmiştin hani Çilek kokuyorsun vakte yabani Unutma sana bergüzarım var İntizarım yoktur, inkisarım var. Bahaettin Karakoç Bir yolcunun Kiraz çiçeklerini döken rüzgarında, Dönüp baktım arkama. * Ne büyük bir suç, Kiraz çiçekleriyle kendinden geçmiyor, Kyoto’nun bayanları. * Bir yaprağı Eğleniyor uzakta, Dökülen kiraz çiçeğinin. * Dökülen kiraz çiçeklerini, Durdurmanın bir anlamı Yok ki. * Dağ kirazı, Anılarım var Eski bir dosta rastlamış gibi. * Kiraz çiçeği işte, Kolumun üstüne Telaşla dökülen de. Takahama Kyoshi kiraz bahçelerinden geliyordum yakamda hınzır çocukların gülümsemeleri seni sevmekten geliyordum bir çeşit yalansızından sevda cümleleri tren yolculuklarında kiraz bahçelerinin resmi geçitleri Betül Dünder büyümek kiraz bahçelerinden kaçmakmış ya ben ne anlamıştım Betül Dünder İtiyorum onu, iti...

Ölmüş Bir Dosta Açık Mektup...

Sevgili Cem, Gecenin bir saatinde, ansızın düştü içime bu satırları sana gazetedeki köşemde yazmak. Hem zaten senin de gazeteci olduğunu düşündüm, hem de şöyle dedim kendime: "Mademki kimi zaman, bir kültür ve uygarlık konusudur diye, dostluk üzerine yazıyorsun, neden bir kez de sapına kadar yaşanmış bir dostluğu yazmayasın! Bir zamanlar çok ender bulunur bir uygarlık adası oluşturduğunuzdan niye söz etmeyesin?" Ve üstelik bunu yapmanın tam zamanı da. Çünkü hiç hazır olmadığım bir yaza girmek üzereyim ve çünkü geçen kışın soğuklarında, şimdi senin rüzgârlı bir tepesinde uyuduğun bu kentteki son sevdiklerim, beni, sevdiğim için öldürdüler! Evet, sevgili Cem, sen ve baban Şeref Serdengeçti, ölümünüzden bu yana geçen yıllar boyunca hep daha güçlenen bir sevgiyle süzülüp bana geri geldiniz. Ben de, zaman ve geçmiş kavramlarının ne kadar acizleşebileceğini ilk kez sizlerin zaman-ötesi sevgileriniz le anladım. Erken ölümün, ilişkimizi bitiremedi. Tıpkı babanla da hiçbir zaman bi...

Bercestelerim

Ağlamak   Anne Aşk Ayrılık Baba Babalar ve Oğullar Bellek Cahit Zarifoğlu Cemal Süreya Çay Çocuk/luk 1 Çocuk/luk 2 Çocuk/luk 3 Çocuk/luk 4 Çocuk/luk 5 Çocuk/luk 6 Dargınlık/Küslük Elif   Ev Fihrist Gam Gitmek Gelincik Gülüş Güneş Güvercin Hande Hatırla/mak Hüsrev Hatemi Hüzün İbrahim Tenekeci İhtiyarlık İmam-ı Şafiî İntihar İskele İstanbul Kader Kar Kalp 1 Kalp 2 Kalp 3 Kalp 4 Kalp 5 Kenan Çağan Kiraz Kulbe-i Ahzân Kuş Mahmud Derviş Mezar Mum ile Pervane Müntehirler Ölüm Pencere 1 Pencere 2 Rakı Sandal Seçtiklerim 1 Seçtiklerim 2 Sigara 1 Sigara 2 Sonbahar Suskunluk ...

Bir Sabah Sevgiyle Uyandır Beni

Acımın alnından öperek uyandır bir sabah beni dışarıda güneşi ve baharı yağarken yağmur. Yüreğimde bir müzikle uyandır beni tüy parmaklarını ağrıyan yerlerimde gezdir. Saçlarımdan zamanı geçirerek uyandır bir sabah. Sen günün şiiri ol, ben şarkını besteleyeyim. Sen narin bir nar fidanı gibi salın rüzgarda ben yanında yaralı bir dize gibi durayım. Aşk ve Şiirle barışan bir dünyaya uyandır bir sabah beni. Fikret Demirağ

Bu gece en hüzünlü dizeleri yazabilirim

xx. Bu gece en hüzünlü dizeleri yazabilirim Şöyle diyebilirim: ''Yıldızlı bir alemdir gece, Ve o mavi kümeler titreşir uzaklarda.'' Bir şarkı tutturmuş dolanır gökte gece rüzgarı. Bu gece en hüzünlü dizeleri yazabilirim. Sevdim onu ben, severmiş o da beni meğer. Böyle gecelerdeydi, sardım onu kollarımın arasında. Öptüm, kim bilir kaç kere, altında sonsuz göğün. Sevdi beni o, meğer ben de sevmişim onu. Yürek bu, nasıl dayansın o iri, durgun gözlere. Bu gece en hüzünlü dizeleri yazabilirim. Düşünüp benim olmadığını. Hissedip yitirdiğimi. Kulak vermek engin geceye, daha da engin o gidince. Ardından bir dize düşer gönle, çimende çiğ misali. Ne gelir elden sevdam onu tutmaya yetmediyse. Yıldızlı bir alemdir gece, yoktur yanımda o sevgili. İşte hepsi bu. şarkı söylüyor biri uzaktan uzağa. Yitirişimle onu ruhum da yitirdi neşesini. Gözlerim arar onu peşinden yetişsin diye. Bu yürek arar, ama yoktur artık o sevgili. Aynı gecedir ağartan aynı saç...

Ayrılık Provaları

I.  olmadım!  dağların sabrına sığındığımdan beri olduğum yok artık benim. bulamadım, taş neden yüzünü döndü bana ne söyleyecekti eğilip baktığım su rüzgâra kapılmış sağrısı o atın bana ne dileyecekti? âh ki durmadım dünyada soluklanmak için.  koyun koyuna uyuduğumuz tepedeki çimenlikten beri çok vaadiyle dünyanın çok gözler gelip geçti canımdan ama olmadım!  hepsi birdi sevgilim nasılsa sonunda hepsi birdi.    II.   filizkıran fırtınasıydı hayatım! iyi hatırla! kimin yüzüyle gelmiştin bana bir begonvil, bir serçe, bir sabah ıslığı kimin yüzüyle hayatım? ayrıldığımızda kimdik şimdi hangi gövdenin içindeyiz küçük bir çıngırak çalarken sabahları.. bağışla! bazı zamanlar unutuyorum yola uzun bakmayı. bazı şarkılardan geçmeyi örneğin: famous blue raincoat, zu were, in your room ya da o kemanlar  bir filmden arta kalan o yara. nerede battı kadırgam ben bile hatırlamı...

Şiir her okumada farklı gösterir kendisini

Şiirin, ağırlıklı olarak elitlerin etkinlik alanında bulunduğu Batı dünyasının aksine hayli uzun dizeleri ezberlemiş okuma yazma bilmeyen İranlılar vardır. İran, şairlerin mezarlarının süslendiği, televizyon kanallarında ezbere okunan şiirlerden başka bir şeyin gösterilmediği bir ülkedir. Büyükannem ne zaman bir şeyden şikâyet etmek istese veya bir şeye beslediği sevgiden bahsetse bunu şiir yoluyla yapardı. İran’ın nispeten sıradan insanları beraberlerinde hayat felsefelerini de taşırlar, bu da şiirdir. İş film yapmaya geldiğinde, teknik noksanlarımızı telafi edecek bir hazinedir bu.  Bir defasında, İran sanatının temelinin şiir olup olmadığını sormuşlardı bana. Ben de bütün sanatların temelinin şiir olduğunu söyledim. Sanat, açığa çıkarmadır, yeni bilgilerin yorumlanmasıdır. Gerçek şiir de benzer şekilde, bizi yüceltir. Her şeyi alaşağı eder ve bizim müzmin, alışılmış ve mekanik rutinlerimizden kaçmamıza yardım eder; bu da keşfe ve ilerlemeye giden ilk adımdır. Aksi durumda, insa...

Sevginin Ardından

Sevginin ardından yürüyen uyku Sevişmeyi değil, seni bütünler Yüzünün ülkesi sınır tanımaz Bırakır geceyi o ince keder Bütün tarihini sırtına vurup Denizi üç günde geçen serçenin Bir seher vaktinde soluk soluğa Tünediği dalda şenlik gibisin Ülkü Tamer

Taş Parçaları

Taş Parçaları... I Tek tek dururken onlar Öbürü henüz yanına gelmemiş olanı çağırıyor: O ikisi yan yana, alt alta geldiklerinde Dünya böylece daha geniş oluyor Biri ötekine ateş sunuyor ve eski kitaptan çıkıp başka bir anlam oldukları gibi oluşlarını da beraberlerinde taşıyarak Çoook eski bir kitapta, ısınsın diye masalı tetikliyor ama yine de olduklarının ötesine taşan bir başka masal oluyor Öbürü, henüz yanına gelmemiş olanı çağırıyor: Büyü böylece büyü oluyor Öbürü henüz yanına gelmemiş olanı çağırıyor: masal mıydılar, soruyor… Maaaasssssssaaaaallllllllllllllll… II İçerde tıkanan çığlık dışarda inliyor Sabaha karşı Uyku kabul etmiyor beni Dışardan bir yerden uzuuuuunnnnuzun Bir inilti kopuyor. İçimde zulümün duvarları. Uykuuuuuuuu alsana beni koynuna. Kalktığımda, banyoya seyirttiğimde gözümden sesler boşanıyor. İçerde, sonra bu sessizce akan yaşlar senin, diyor. İçimin duvarlarında bu taşlar oturuyor, çıkaramadı...

Bir Kentin Dışardan Görünüşü

Bütün bir gün derin suları kolladı şunun için Bir çoban mevsimini geçirmek için saçının billûrundan Üç kulesi altı şairi sayısız minareleri Ve yer yer uçuklamış kıyılarıyla Bu kent bütün bir gün. Hadi gidelim. O senin bir türlü belleyemediğin Kuştur. Bir türkünün hallacında dağılmış Keçedir. Onu Doğuda nehirlerin kaynaklarına basıyorlar Balkondur. En bencil sarmaşığa çekilidir tetiği Lekedir. Eski Frikya üzümünden inansız menekşeden Taştır. Bizansın yıkılışını kibirle sürdürmektedir Çocuktur. Babasınınkine benzer annesinin yüzü Çünkü mutlu İstanbul kadını alır erkeğinin yüzünü Çünkü daha dün dört tarafından çekiştirilmiş utancınla Şiirime güvenli bir barınak aramıştın İnce parmaklarıyla Aralamaya çalışırken kederini Sen yitip giden aşkta Senin kahkahanın boğumunda Söz temiz değil İklim. Devrik tezgahı güneşin Sokaklardan kadınsı bir seccade gibi akıyor iklim Gözlerimiz bozuluyor kanımızın gürültüsünden Kırmızılar bitişiyor hiçbir şey kesin değil Tenteler g...