Ana içeriğe atla

Kayıtlar

Mayıs, 2014 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

Yağmur Iscağı

Ben ne susuyorum, sen ne anlıyorsun… Bir kılıcın üstünde yazıyordu bütün bunlar Artık dostlarım bunu bir kenara yazsın, bu uzun soluklu ölümü Ömrümüz galiba ölülere üzülmekle İmrenmek arasında geçip gidecek İnsan tekrara düşen bir canlıdır gerçek Her ölüm düşülen bir tekrar değilse nedir Her bungunluğun ardından yağmuru Her yağmurun ardından güneşi beklememiz. Bundandır Sana uzaksa elbet birilerine yakındır Hangi açıdan bakarsan bak acı değişmez sadece Bize gelişi böyle bu kaderin Ölenin önce hep yaşını sorarlar Hal bu ki yaş ölümün umrunda değildir Ölüm bazen, geceleyin tüm pencerelerden yükselen bir sessiz harftir Fısıldanır uykudaki ruhlarına şehrin Sonra tutmayan aşılar Ansızın karşımızda beliren bir duvar Her şey ile hiç bir şey arasında En sahici olan şey olarak ölüm Sağ gösterip sağ vurur, hiç aldatmamıştır Hiç bekletmez, geç kalmaz kavline Tüm yarım kalan sulardaki aksilik Ölülerin hafızasındaki yeri bu dünyanın Yarım kalmış ekmekteki pay nafiledir Yı...

Kurdela

Kızım ince ve hafif sesini Gezdiriyor İçeriye boşalan ayışığında Baba, diyor, öp beni Öp beni sesimde bir ağrı var İpin üstünde cambaz bembeyaz Çoğaltıyor annemin yüzündeki geceyi Çocukların gülüşlerine öykünen yaz Baba, neden her şey sağlam ve böylesine yeni Kızım saatin en ucunda Saçlarında mavi bir akış Baba, diyor, bir melek miyim ben Avuçlarımda uyuyor tombul dolunay Eteğimde sarı yıldızlar Baba, bir kelebek miyim ben Işık mıyım, neden ağrıyan bir kalbim var Saksılar çiçeği boğacak biliyorum Kara kediler emiyor parmakuçlarımdan Sütçü neden çalıyor kapımızı evde ben yoksam Baba, neden her şey tuhaf ve böylesine sağlam Kızım elinde gümüş bir çay Dudaklarında bakırsı tebessüm Baba, diyor, saçlarıma düşen kar Annemi neden üşütüyor Çocuklar ölse ne yapar sokaklar Dökülse elimdeki gümüş çay Biliyorum yağmur işte böyle yağar Trenler geçiyor düş tünellerimden Senin göğünde parçalanan nar gibi trenler Koşuyorum çıkmak üzreyim işte çocukluğumdan Baba, n...

Melankoli

halksız şehirler değil kris, şehirsiz halklar çok halklar, çok şehirsizler, çok moral bozucu son günlerde çok kelimesini çok kullanıyorum her yıl yeni modelleri çıkıyor melankolinin içimden bir ses gelmiyor, hayır bazen geliyor içimden bir ses, sesin dışarıdan geldiğini söylüyor -iki saray odası alana bir saray odası bedava o montu almam iyi oldu, çok iyi oldu, çok evet kırışıklıkların geçer, beni seviyorsundur, ama böyle çok ölürüz nihanka kızılderili bir kızın adı değil, çok değil radikaller duygusal açıdan sağcı oluyorlar nerden aklıma geldiyse aşk, sivilcce, direniş, kitaplar ve çay ocağı işletmesi: -yanlış hormonlar, atkılar, kitap kokusu parfümü ve sütlü neskafe: -doğru böyle muhalif şeyler yazıyorum ve bana ödeme yapıyorlar çok değerli insanlar binalara doluyorlar, çok değerli her şeyden kolay etkileniyorum, belgeseller çok acıklı çarpıcı bir şey yazmak istiyorum, aklıma bir şey gelmiyor ne zaman aklıma bir şey gelmese, içimden bir ses: start tabancasıyla ...

şiir gibi ya hu!

Tıp-psikiyatri “yas”a ömür biçer. Der ki, ölülerinizin ardından en fazla altı ay üzülebilirsiniz. Altı aydan fazla süren yas, artık hastalığınızdır ve bizim sizi tedavi etmemiz gerekir. Bu matematiği, boşverelim. Zaten, “dünya” denen illetli mekanımız altı ayı doldurmamıza müsade etmiyor. Üstelik toplu ölümlerimizin üzerinde kirli gölgeler geziniyor. Ceset, toprakla toprak olup çürüyene kadar üzüntümüz geçiyor da, o kirli gölgeler ve ” kötülük” hiç bitmiyor. Asıl hastalık da bu! * Meğer mum çiçeğim küsmüş. Bugün bir hastamdan öğrendim. Öyle mazlum, sessiz, efendi duruyor ki… Anlamamışım ben. * Balkonum güzel güneş alıyor ve bir de aliyle ömerin tertemiz neşeleri var. * Bir de, karadut lekesi ellerden çıkmıyor… * mübarek yağmur! ismini sevdiğim melek! Bugün ne kadar kararsızsınız… * Bir süredir, kavgaya benzer hoş olmayan dialoglara şahit oldum. Çok anlamadım, baktım midemi bulandırıyor bu konuşmalar, ekranımdan siliverdim hemen… * Büyük bir sessizliğin başındayım sanki. Bir...

'inna lillahi ve inna ileyhi raciun'

… ”Mustafa amca mahallenin şekerci dedesidir ve aynı zamanda şeker gibidir… Yusyuvarlak yüzü, küçücük gözleri, tombul yanaklarıyla, hep tebessüm eden haliyle Hulusi Kentmenden bile daha şirindir. Elinde şeker dolu poşeti ve yanında yöresinde çoluk çocuk hiç eksik olmaz… Ezan sesini her işittiğimde, camdan bakarım arkasından, sıyırdığı gömleğinin kollarını alelacele iliklerken, kendine has tombul yürüyüşüyle zihnime kazıdığım fotoğrafı, her vakit güncellerim… Ah mustafa dedeciğim, kim der sana, yirmi yıldır yatağa bağlı hanımına bebekler gibi bakıyorsun, diye… Hiç bir gün mü yorgun görünmez insan, hiç mi yüzünde keder olmaz… O tonton ellerini öpsem alnıma koysam, sabrından, tevekkülünden ve vefandan bir parça bulaşır mı bana da… Allah sana sağlık ve kuvvet versin…” 2008-Ayvansaray 'inna lillahi ve inna ileyhi raciun… Sela sesine kulak kesiliyorum, odadaki hastaya sus işareti yaparak… Camı açıp iyice dinliyorum selanın son kısmını. Yok, kim olduğunu anlayamadım, makamlı nağm...

mesela işte…

bazen şöyle hayaller de kurmuyor değilim… sakıncası yoksa… mesela… fatih camiinin avlusuna kedileri ziyarete gidiyoruz ali ve ömerle. bir tas su ve bir tas yemek elimizde. kuşları da unutmuyoruz, güvercinlerin en çok sevdiklerinden avuçlarımıza ceplerimize dolduruyoruz. önce kedilerin yanına gidiyoruz, ali ve ömer elleriyle bir yavru kediyi besliyor. mesela işte… o yavru kedi de bizimle birlikte güvercinlere yem vermek istiyor. demir parmaklıkların çevrelediği güvercin besleme alanları var ya camilerde. ali, o alanı reddediyor. ali ömer ben ve kedi yavrusu, hepimiz gidip, avucumuzdaki ve ceplerimizdeki yemleri şadırvan avlusuna serpiyoruz, tam da cemaatin dağılma vaktinde. şadırvan avlusunun içi güvercinlerle doluyor. cemaat, bize hiç kızmıyor ve namaz ertesi dualarını güvercinlere ve bize okuyor. mesela işte… güvercinlerden biri ömerin omuzuna konuyor ve bizimle gelmek istiyor. ali ömer ben yavru kedi ve güvercin, hepimiz birlikte eve dönüyoruz. yavru kediye ve gü...

Vaha

Bir adam bilirim; Ağlıyordu. Ve dingin maviliklerinde bir rüzgar, Fırtınalar yaratıyordu. Bir adam bilirim; Aşıktı, düpedüz aşık. Farkında değildi hem, Bir sevi masalının, Esrik kahramanı olduğunun… Bir de kadın bilirim; Yoktur acıması. Ve kavruk, ölüm kokan çöllerinde, Bir vahaya ulaşmaktı, amacı. Bir kadın bilirim; Aptaldı, oldukça aptal. Farkında değildi, yanıbaşında olduğumun… Ah sevdiğim kaktüs! Bir kendimi biliyorum; mecnun misali, Bir de düşlediğim seni. Fikret Özdal

Fakirliğim

Bu sabah az da olsa mutluyum, Bir fincan kahve ile bir paket dolusu sigara, İçki sonrası, yenilen yemeğe rağmen, cepte kalan otobüs parası. Bu sabah az da olsa huzunluyum, Küçük bozukluklarım olsa da Kaygılıyım yarın için. Fakirlik benim mesleğim, Parlayan güneşe karşı göğsüm dik Çünkü günesin de banka hesabı yok Geçmiş ve geleceğim Sevgili oğullarım ve kızlarım! Ara sıra mezarımın kenarındaki gür otlağa uğrayıp Burada yatıyor deyin Kendi sıkıntısıyla gelip geçmiş bir yaşam. Taze bir rüzgâr essin... Chon Sang Beong Çeviri: Nana Lee / Fahrettin Arslan

Farkında Olmalı İnsan

Farkında olmalı insan, Kendisinin, hayatın olayların, gidişatın farkında olmalı. Farkı fark etmeli, fark ettiğini de fark ettirmemeli bazen…Bir damlacık sudan nasıl yaratıldığını fark etmeli. Anne karnına sığarken dünyaya neden sığmadığını ve en sonunda bir metre karelik yere nasıl sığmak zorunda kalacağını fark etmeli. Şu çok geniş görünen dünyanın, ahirete nispetle anne karnı gibi olduğunu fark etmeli. Henüz bebekken ‘Dünya benim!’ dercesine avuçlarının sımsıkı kapalı olduğunu, ölürken de aynı avuçların ‘her şeyi bırakıp gidiyorum işte!’ dercesine apaçık kaldığını fark etmeli. Ve kefenin cebinin bulunmadığını fark etmeli. Baskın yeteneğini fark etmeli sonra. Azraillin her an sürpriz yapabileceğini,nasıl yaşarsa öyle öleceğini fark etmeli insan Hayvanların yolda, kaldırımda, çöplükte ama kendisinin güzel hazırlanmış mükellef bir sofrada yemek yediğini fark etmeli. Yaratılmışların en güzeli olduğunu fark etmeli ve ona göre yaşamalı. Gülün hemen dibindeki dikeni dikenin hemen ...

Sezai Karakoç Şiirinin İrfani Kökleri

“Ülkendeki kuşlardan ne haber vardır Mezarlardan bile yükselen bir bahar vardır Aşk celladından ne çıkar madem ki yar vardır Yoktan da vardan da ötede bir Var vardır Hep suç bende değil beni yakıp yıkan bir nazar vardır O şarkıya özenip söylenecek mısralar vardır Sakın kader deme kaderin üstünde bir kader vardır Ne yapsalar boş göklerden gelen bir karar vardır Gün batsa ne olur geceyi onaran bir mimar vardır Yanmışsam külümden yapılan bir hisar vardır Yenilgi yenilgi büyüyen bir zafer vardır Sırların sırrına ermek için sende anahtar vardır” Altın şairler çağı kapandı gerçi, Heidegger’in ellilerde dediği gibi ‘dünyanın nuru çekildi’, semavi sofra kalktı, bizler o irfani şölenden arta kalanlarla yetiniyoruz. Bunlar kırıntı da olsa, dünyayı anlamlandırmak ve ruhlarımızı yıkamak için yeterli oluyor, zira Allah’ın Nur ism-i şerifinden bir parıltı, bütün dünyayı ışıtmaya yeter. Nitekim Karakoç, ‘sofra’nın kendisinden de söz eder : ‘ sofra sofraya değer sofra sofraya Sofra sofraya bakar...

7 Tane Erik Ağacı

Boş ver kafiyelere Reyis Boş ver şiir yazmaya evlat Otur da doğru dürüst 7 tane erik ağacının hikayesini anlat Evimiz deniz kenarındadır Fındıklı’da Ekmek paramız Beyoğlu’nda çıkar Beyoğlu’na bir yokuştan çıkarız yirmi senedir Yokuşun ortasında bir arsa Arsanın ortasında yedi tane erik ağacı Saydım yedi tanedir Ne zaman yolum düşse Erik ağaçlarını arar gözüm Ya kedi yavruları gibi sırıl sıklam Ya buram buram bahar içredirler Ya bütün dalları kırılıp dökülmüş Her sene kırılır dallar adettir Bu yaz geleceğine alamettir Yaz geliyor demektir yokuştan paldır küldür Yoğurtçusu, dondurmacısı, çavuşu, yapıncağı kütür kütür Yaz geliyor demektir çok şükür 951 senesinin baharında Kestiler yedi tane erik ağacının yedisini birden diplerinden Henüz yeşermeğe başlamışlardı çıtır çıtır Körpe bir salatalık yeşili inceden Islak, nemli, ümitli Yedisini birden kazımışlar köklerinden Saçlarından tutup birer birer Yedisinin de köklerini sökmüşler Şimdi onların yerinde cascavlak En...

Bediüzzaman'ın Üç Hayat Devri: Eski Said, Yeni Said ve Üçüncü Said

Osman Yüksel Serdengeçti, 50’li yıllarda Bediüzzaman Said Nursi’nin hayatını şu muhteşem cümlelerle özetlemişti: “Said Nur, üç devir yaşamış bir ihtiyar. Güngörmüş bir ihtiyar… Üç devir: Meşrutiyet, İttihad ve Terakki, Cumhuriyet. Bu üç devir büyük devrilişler, yıkılışlar, çökülüşlerle doludur. Yıkılmayan kalmamış! Yalnız bir adam var. O, ayakta.” 1 Bediüzzaman’ın akıl almaz maceralı hayatı Türkiye demokrasisinin yaralandığı iki dönem arasına sığmıştır. Bediüzzaman, yüzyıllık inkılâpların yıllara yüklendiği yoğun zamanları yaşamıştır. Said Nursi, 1877–78 Osmanlı-Rus Savaşı’nın (93 Harbi) başladığı, Meclisten bir karar çıkarılamaması bahanesiyle II. Abdülhamid’in Meclis’i kapattığı ve Anayasa’yı (Kanun-u Esasi) yürürlükten kaldırdığı yıllarda dünyaya gözlerini açmıştır. Onun ebedi âleme göç ettiği 1960 yılı ise demokrasi ve hürriyet mücadelesinin daha büyük bir darbeye maruz kaldığı bir zamandır. Bediüzzaman’ın 82 yıllık harikulade hayatı üç devreden meydana gelmiştir: Eski Sai...